Kimsesizliğin tsunamisi
CNN Türk ekibinden Fulya Soybaş ve kameraman Özcan Altıntaş, deprem ve tsunami felaketini araştırmak üzere Japonya'daydılar. Fulya Soybaş, art arda felaketlerin yaşandığı Japonya'dan izlenimlerini Cnnturk.com için yazdı.
2 damla yaş aktı Akinowa’nın gözünden… Süzüldü geçti yanaklarından, dudağının en kıvrık, en yaşlı, en örselenmiş yerinde öyle kalakaldı… Yere bile düşmedi gözyaşı, öyle havada asılı… Öyle havada kuruyup kaldı…
O anı ölümsüzleştirmek değil, ölümün kendisini resmetmekti bu…
Çünkü doğup büyüdüğü evlenip mutlu bir yuva kurduğu “artık son nefesimi de burada veririm” dediği köyü yoktu artık onun… O köyü dev dalgalar yuttu…
Peki, nerde miydi o köy?
Koordinatlara bakılacak olursa, 9 büyüklüğündeki depremin ve hemen ardından gelen tsunaminin vurduğu Japonya’nın başkenti Tokyo’nun 350 km kuzeyinde. Adı Minimasanriku.
Bugüne kadar hiçbir habere konu olmayan, sıradan, sakin bir Japon balıkçı kasabası… Son yapılan sayım ile nüfusu 17 bin 500 olarak belirlenmiş. Gelin görün ki şimdilerde geriye sadece bir avuç insan kaldı.
Akinowa, o bir avuç insandan sadece biri… Köyün ayakta kalan tek yapısı, bir okulun spor salonuna sığınmış. Çocukları, sevdikleri, arkadaşları yanında yok. Dahası kimse nerde olduklarını da bilmiyor… Dev dalgaların denizde ne varsa karaya, karada ne varsa denize götürdüğü o anlardan nasıl olup sağ çıktığını da zaten hatırlamıyor…
Orada, o spor salonunda karşılaştık Akinowa ile… Japonya’daki felaketi CNN Türk adına takip etmekle görevlendirilip zorlu 14 saatlik bir uçuş ve hemen ardından 12 saatlik zorlu bir araba yolculuğunun arkasından güçlükle ulaştığım o köyün, o küçük spor salonunda.
Yüzüne bakarken gördüm, acının en büyüğünü, yıkımın en derinini, yalnızlığın en ötesini ve dahası kimsesizliğin tsunamisini…
Ona bakarken, Gölcük depreminde, yıkıntıların arasından kurtarılan küçük bir kız çocuğunun gözleri düştü aklıma…
Ve aramızdaki o derin fark çarptı beni… Çünkü 9 şiddetinde deprem demek 7,4’ün en az 300 katı fazlası demekti… Ve onca insan bu adada depremden değil ama tsunamiden ölmüşlerdi.
Sanılmasın ki, tsunamiye hazırlıksızlardı. Devlet, gitmeseler de kalmasalar da, oradaki uzak köye 20 metre uzunluğunda dev dalgakıranlar inşa etmişti. Ama dalgalar o kadar kuvvetliydi ki dalgakıranları da aşıp ulaşmıştı köylerine. Bu kez gerçekten kader onları yakalamıştı.
İyi de benim başıma dahi gelmeyen bir olayı, bu kadar rahatça kader ile açıklayabilen beni bir kenara bırakırsak Akinowa’nın gözlerinden neden yaş akmıyordu? Merakım bunaydı. O değil miydi yakınlarını kaybeden? Başını dik tutmaya, sağlam gözükmeye mi çalışıyordu yoksa? Yoksa ayıp mıydı ağlamak?
Sesini duydum ilk defa “o” an, “Ölülere saygımdan ağlayamıyorum, ağlayamam, onların ruhu bizimle olacak hep” dedi sonra ekledi “Geride kalanlar için şimdi herkes seferber olacak, daha güzel günlerimiz olacak, yeni çocuklar doğacak bu hayata”…
Yalnızlığın çamuruna böylesine saplanmışken nasıl bir his ki bu seni gelecekten umutlu kılan. Bu kadar boğazına kadar batmışken çamura, en dibindeyken hayatın, nasıl olurda hesap sormak yerine böylesine emin olabilirdi geleceğinden ve “o” geleceğin güzel olabileceğinden…
Türk algımı tamamen kaybetmiş, Akinowa’nın sözlerini dinlerken düşünmeden edemedim, bahsettikleri Uzakdoğulu anlayışı bu olsa gerekti.
Bir Japon ile bir Türk arasındaki tek fark bu muydu acaba?
“Bir Japon ile bir Türk arasındaki tek fark bu muydu acaba” diye düşünürken bir kez daha yükseldi sesi “Hem bırakıp nereye gideceğim ki, sen geldiğin yere dönersin ama ben gitmem, gidemem zaten bunu da istemem çünkü doğduğun yeri nedensiz terk etmek onursuzluktur” dedi bana.
Nedensiz terk etmek mi? Ne yani, ortada bu yaşlı kadının vatanını terk etmesi için gerekli bir neden yok muydu yani… Anlamadım, oysa ki yarın daha iyi kavrayacaktım…
Akinowa’dan ayrılıp Tokyo’nun yolunu geri tuttuğumuzda, tsunaminin vurduğu şehirlerden, kasabalardan, köylerden kaçan binlerce insan daha iyi yaşam koşulları için Tokyo’ya doğru yönlendirilmişti. Bu da zaten depremden zarar gören tek gidiş tek geliş sahil yolunun inanılmaz kalabalık olması anlamına geliyordu.
Cehennemden Kaçış
“Cehennemden Kaçış” filmlerinden bir kare düşünün. Gecenin karanlığında birbiri ardında dizilmiş on binlerce araç… Ve adım adım ilerleyen bir trafik… Yalnız ufak bir farkla. Eğer bunun adı gerçekten cehennem kaçış ise nasıl olurda bu kadar sakin bir kaçış olabilirdi ki bu… Birilerinin korna çalması, emniyet şeridini ihlal etmesi, önündekine küfretmesi gerekmez miydi? Bunun adı “Cehennemden Kaçış” mıydı gerçekten…
Saatler süren beklemenin ardından, 2 canlı yayını ve bir feed saatini kaçırdıktan hemen sonra sabaha karşı varabildik Tokyo’ya. Amaç görüntülerimizi İstanbul’a ulaştırmak sonrasında tekrar yola devam etmekti. Tabii bir de artık bir şeyler de yemeliydik.
İlk kısım sorunsuz geçse de, yemek konusunda büyük sıkıntılar yaşadık Japonya’da. Gün itibari ile radyoaktif serpinti yüzünden çeşme suyu içmek, kullanmak, deniz ürünleri tüketmek, süt ve süt ürünleri ile yeni mahsul tarla sebzeleri tüketmek yasak. 4 gün önce biz henüz oradayken yasak bu kadar genişletilmiş değildi ancak yemek konusunda sıkıntılar yine de baş göstermişti.
Japonların büyük bir çoğunluğu olası bir açlık ihtimaline karşı marketlere akın etmiş, ne var ne yoksa her şeyi alıp, stoklarına koymuştu. Marketlerde pirinç, makarna, ekmek, su bulmak hayaldi. Zaten bizim hakkımıza düşen de birkaç parça çikolata, cips, son kullanma tarihi geçmiş yoğurtlar, Çin börekleri, enerji içecekleri, sakız oldu. Aracı doldurup yeniden deprem bölgesine doğru yola çıkmaktı sadece kafamızdaki… Ama bu kez “o” trafiğe yakalanmamanın bir yolu olmalıydı.
“o” yolu bulduk da.
Biz özel otoyoldan geçtik ama…
Deprem bölgesine yardım götüren onlarca araçlık konvoy, itfaiye ve askeri birlikler için özel bir otoban tahsis edilmişti. Tokyo’da bulunduğumuz saatler içinde, hükümet yetkililerinden tüm yardım kuruluşlarına kadar hemen hemen her yetkili ile görüştükten sonra, hükümet yetkilileri bizi deprem bölgesine yardım götüren Japonya Müslüman Derneği’nin peşine takmayı kabul etti. “O” özel yoldan yardımların nasıl taşındığını hem görecek, hem haber yapacak, hem de elimizden gelirse belki de Akinowa gibi nicelerine yardım edebilecektik. Özel iznimizi aldıktan sonra dernek yetkililerinin konvoyu ile buluşmak üzere Japonya’nın tek camiinin önünde buluverdik kendimizi. Sıcak çorbadan tutun da, binlerce pet şişe su, makarna, pirinç ne varsa yüklenmişti kamyonlara ve işte az sonra “o” kamyon deprem bölgesine doğru yola çıkacak, felaketzedelere bir umut olacaktı. Akinowa’nın gelecekten umutla söz etmesinin nedeni bu olsa gerekti…
Bir müddet sonra özel otoyola girmek için ayrılan gişelerin önüne geldik. Yüzlerce polis vardı gişede bekleyen. Japonlar sadece izni olanların bu yoldan geçtiğine emin olmak istiyorlardı. İzinlerimiz kontrol edildi, her şey tamamdı. Biz geçtik. Ancak arkamızda hala Müslüman Derneği’nin yardım aracı belirmemişti. Meraklanıp geriye döndük. Polis yardım aracının izni olmasına rağmen geçmesine izin vermiyordu. Çünkü yardımı taşıyan kamyonlardan birinin araç muayenesi 3 ay gecikmiş, yapılmamıştı. Polis bu şartlar altında ağzına kadar yiyecek ve içecek ile dolu olan bu yardım kamyonunun beri tarafa geçmesine izin vermiyordu. Ve ne için? Sadece 3 aylık araç muayenesi yapılmadığı için…
Ve o yardım aracı o konvoydan ayrılmak zorunda kaldı, bizle gelemedi… Polis, “yardımlar yerine bir gün sonra da ulaşabilir” diyerek aracı geri gönderdi…
İnanılmaz ama gerçek! Araç yükü ile geri döndü…
Bu nasıl bir disiplin, bu nasıl bir iş anlayışıydı böyle… “O” sıradan bir araç değildi ki, “o” bir yardım aracıydı, binlerce kişinin karnını doyuracak malzeme vardı içerisinde. Yoksa Akinowa’nın ağlayamamasının sebebi bu muydu? Bu kadar katı, bu kadar sisteme bağlı, iyi yetiştirilmiş olması mı?
Günlerdir aç tsunamizedeler nerede?
Kafamdaki bu sorularla ilk durak başka bir balıkçı kasabası oldu: Ikawa. Manzara Minimasanriku’dan pek de farklı değil… Yerle bir olmuş evler, ters dönmüş arabalar, perişanlık, hüzün…
Arama kurtarma ekipleri bir oraya bir buraya koşturuyor.
Yardım araçları kendilerine gösterilen bölgeye konuşlanmış durumda. Kamyonetler açıldı, yardımlar indirildi. İyi de günlerdir aç, susuz olan deprem ve tsunamizedeler neredeydi? Belki de biz yanlış bir bölgedeydik?
Bizim özel otobandan geçip gitmemize izin veren polis, önce yere beyaz bir boya ile yılan şeklinde bir çizgi çekti. Sonra da sireni çaldı… Ve işte tam o zaman birden o muazzam kalabalık beliriverdi ama bir nizam içinde. Ders arası vermiş çocukların neşesi ile sıraya geçti herkes. Biri, bir diğerinin önüne geçmeden, sırayı bozmadan, usulca, kibarca aldılar yardımlarını.
Daha fazla şaşırtmadı beni bu görüntü artık. Ama dilimi pelesenk olmuş şimdi tek bir kelime var “sistem”.
Kuyrukta kavga eden depremzedeler …
“O” uzun kuyruklarla bir hafta boyunca öyle çok karşılaştım ki. Ve öyle çok tekrarladım ki “o” kelimeyi kendi kendime… Telefon kuyruğu, su kuyruğu, ekmek kuyruğu, benzin kuyruğu… Ama hiçbir seferinde, “Kuyrukta kavga eden depremzedeler birbirlerini bıçakladı” haberi olmadı. insanların birbirlerine seslerini bile yükselttiklerini duymadım.
Bitmedi, dahası var…
Felaketin ardından, sular çekildiğinde geriye kalan televizyonların, telefonların, bilgisayarların başına üşüşmedi Japon halkı pire gibi. Ölülerinin üzerindeki takıları, paraları toplamadı hiç biri…
Oysa ki 26.10.2008’de neler gördü bu gözler. Ayamama deresi taşmıştı… Sular çekildiğinde Basın Ekspres Yolu’nda, bir utancın ta ortasında haber yapmıştım. Şimdi benzer bir durum, farklı bir ülke farklı bir anlayışın ortasında… “o” gözlerim şimdi, geçmişin acı tecrübesini temize çekti.
Japon televizyonlarında bangır bangır ölüm haberleri dönmedi az sonralar ile… Az sonralar hep umut doluydu, hep kurtarılan birilerinin haberleri oldu “o” ekranlarda. Radyasyondan korunmanın yolları anlatıldı hep. Birliğe, beraberliğe davet vardı.
Şimdi, bir ülke düşünün…
Öylesine güçlü, öylesine onurlu…
Ve bir ülke düşünün ki alınabilecek tüm önlemlere rağmen hem deprem, hem tsunami hem de nükleer felaketin eşiğinden geçmiş olsun…
Ve “o” öyle bir ülke olsun ki bu her şeye rağmen insanlığını, devlete ve sisteme olan inancını kaybetmemiş olsun.
Geleceğe umutla bakabilen insanların ülkesi orası.
Acının var olduğu ama feryatla figanın acıya katık edilmediği bir yer orası.
Orası Japonya. 9 büyüklüğündeki depremin vurduğu, en az 50 bin kişinin öldüğü ülke.
Deprem, tsunami ve nükleer felaketin gölgesinde, bunları yazmak niye mi?
Nerde gazeteci nerde insan olduğumuzu unutmayalım diye.
Not: CNN Türk Kameramanı Özcan Altıntaş’a sonsuz teşekkürlerimle…