Yeditepe Üniversitesi Sanat ve Kültür Yönetimi Bölüm Başkanı Prof. Dr. Marcus Graf, dün sabah Pera Müzesi’ndeki basın toplantısında doğa-kent ve birey-toplum arasındaki ilişkileri tartışmaya açan bir sergi yapmaya çalıştıklarını anlatırken o Pazar’lardan birini düşünüyordum. Çünkü Graf, küratörlüğünü üstlenmiş olduğu “Yüzleşme” adını taşıyan sergi üzerine olan konuşmasını yaparken bize, ilişki içinde olduğumuz herkes ve her şey üzerine yeniden düşünmemiz gerektiğini hatırlatıyordu. Son dönemde hem dünya hem de ülke genelinde yaşadığımız çeşitli krizlerin bize durmadan bu mesajı vermekte olduğunu anlatıyordu.
Gitmeyen bir yol var ise ve o yolu değiştirmemiz gerektiğini de biliyorsak önce neyin gitmediğiyle hesaplaşmamız, yüzleşmemiz ve değişim için hevesli olmamız gerekiyordu. Bunun için de gerçeklere gözümüzü kapamadan, eleştirel bir gözle bakarak kendimizden kaçmamamız gerekiyordu. Bilime, sanata, kültüre o nedenle daha çok ihtiyacımız vardı. Çünkü buralar bize bilgi üretimi ve bilgi paylaşımı sunan sihirli alanlardı. Çünkü buralarda klişelerin ötesine geçebilen sanatçıları ve tasarımcıları görebiliyorduk. Bu sayede de yeni alternatif bilgiler, eski modası geçmiş bilgiler ile kolayca yer değiştirebiliyordu. Sergiye adını veren “Yüzleşme” kavramı işte o nedenle hem bireysel hem kurumsal hem de profesyonel olarak kişiyi bir adım ileri taşımak için gerekli alanı tutuyordu.
Graf’ın tüm bu anlattıkları arasında benim kendi geçmişimde gittiğim yer belki de bu nedenle annemin ilaçları için yaptığı eleme anları oldu. Çünkü belki biz de o ilaçlardan ve o ilaçları yılın belli dönemlerinde elemek zorunda olan eczacılardan farklı değiliz aslında. Yalnızca çok azımız, süresi geçen ilaçları o koliye atmak için hevesli ya da daha doğrusu ilaçların son kullanma tarihinin geçmiş olduğunu görmeye isteksiz.
Bu ilaç metaforunun yerine istediğiniz her şeyi koyabilirsiniz o yüzden. İnsan, aşk, tatmin etmeyen işler.. İlişkiler, ağırlık yapan duygular, besleyip büyütmeyen çevreler.. Artık süresi geçtiği halde kullanımda tutmaya devam ettiğiniz her ne varsa..
Çünkü aslında basit bir kural var bu yaşamda. Bir şeyi sevmiyorsanız ve size iyi gelmiyorsa hayatınızda tutmamanız lazım. Dolayısıyla da bir şey sizi geliştirmiyorsa, ileri götürmüyorsa o şeyle fazla vakit harcamamanız lazım. Aynı şekilde bir şey dışarıdaki sizi içerideki siz gibi hissettirmiyorsa o şey için gereksiz enerji sarfetmemeniz lazım.
Onun yerine toplum bilincini yükseltmeye hizmet eden alanlara doğru gitmeniz lazım. Kendinizi iyi hissettirmeniz lazım. Ama tabi her şeyden önce kendi bilincinizi ileri taşıyacak doğru bir çevre içinde kök salmış olduğunuzdan, büyümek için yeterli suyu, toprağı, havayı alabilecek durumda olduğunuzdan emin olmanız lazım. Sonra isteseniz de büyütmez yaşam sizi. Çiçek verecek yerlerinizden budar sürekli. Sizin gibi büyümeye hevesli olanlar etrafınızda olmadıkça da geleceğin sonsuz ihtimallerle dolu bilinmezliğinden güç almak yerine güçsüzlük almaya başlarsınız. Basit bir denklem.
Oysa Graf’ın küratörlüğünü üstlendiği sergi, gerçek bir yüzleşmenin beraberinde eliminasyonu da mutlaka getirmekte olduğunu ve artık süresi geçtiği için sizi zehirleyecek olan her şeyden uzaklaşmanız gerektiğini ancak önce sizi zehirlemekte olduğunu kabul etmeniz gerektiğini farklı bir dille hatırlatıyor bize. Gerçekten sergi metninde de yazdığı gibi “sanatçılar ve tasarımcılar dünya ile eserleri aracılığıyla yüzleşiyor. Bizler de bu eserler aracılığıyla dünyayla yüzleşme ve onu alışılmadık açılardan yeniden keşfetme fırsatını yakalıyoruz.”
Çünkü sanatçılar bize aslında sürekli aşılabilecek olan sınırları gösteriyorlar, artık aşılması gereken sınırlara geldiğimizi ve eğer çok istersek de sınırları aşabileceğimizi. Bu aynı şuna benziyor, biliyorsunuz bir tırtıl kelebek olmadan önce kendisini sindirebilmek durumunda. Metamorfozun anlamı bu. O nedenle her tırtıl kelebek olmuyor. Kelebek ancak ölmeyi değil de varolmayı seçen hücrelerin fazla olduğu bir eşiğe ulaşırsa kelebek olabiliyor. Çünkü o kelebekler kendi DNA’larında bir değişim yaparak kendilerinde hayali bir hücre yaratarak kendilerini bir sürüngenden kanatlı bir hayvana dönüştürebileceklerine inanmayı seçiyor. (Prof Dr. Türker Kılıç’ın “Bağlantısal Bütünlük” Bilimi ve yaratmakta olduğu yeni kültür, YouTube.)
O nedenle kendine ve imkansız olana inanmayı seçenleri gelecekte güzellikler bekliyor. Koşu bandında yol aldığını zannedenlerle beraber koşulacak bir yer değil orası. Ormanın içi, doğanın içi düz bir çizgiden oluşmuyor. Belki güvenli değil daha riskli ama gerçek. Gelecekte. İleride. Görünenin ötesinde. Kendimizi dönüştüreceğimiz en iyi halimizde ulaşacağımız yer orası. Şu anki bilindik hikaye, şu anki yalnızca koşu bandı.
Dolayısıyla bu yüzleşme bakış açısıyla yaşamın bize her gün günün neredeyse her saatinde hiç durmadan her insan için kendimizden bir duygu veriyor ve karşılığında da başka bir duygu almakta olduğumuzu görmemiz gerekiyor. Her gün kimlerle nelerle beslenip beslenemediğimizi bilmemiz gerekiyor. O nedenle de bu anlamda bencil olmamız gerekiyor. Bizi en iyi halimize dönüştürmeye yardımcı olan şeyleri yanımıza alıp, bize engel olanları da geride bırakmamız gerekiyor. Bizi ağırlaştıran, bize taşımak istemediğimiz duygular veren insanlar, yedikten sonra iyi hissettirmeyen yemekler ve bize yerinde sayan düşünceler veren sıradan döngüler o nedenle bize iyi gelmiyor. Çünkü bizim artık bir şeyleri geride bırakarak bir balon gibi kolaylıkla, hafiflikle hep yukarı doğru uçmamız gerekiyor.
Sergideki iki eserin bendeki çağrışımları..(Pek çok eser için yazacağım çok şey var ancak yerim sınırlı olduğu için burada yalnızca ikisine yer verebiliyorum.)
Leyla Emadi’nin “Hayat Dersler Getirir..” adını taşıyan eserinde “Life brings lessons into our lives that come with free will we can choose to be the victor or the victim.” cümlesi gümüş renkli harflerle serginin 5’nci katındaki girişinde yazıyordu. Bana hayatımın farklı dönemlerinde hangi dersleri kimler tarafından aldığımı, sınıfı geçip geçemediğimi, kimin öğrencisi, kimin ise öğretmeni olduğumu düşünmeme neden olan etkili bir eserdi. Kendimle yeniden bir muhakeme yapmama vesile oldu.
Gizem Candan’ın “An” adını taşıyan eseri, akrebi, yelkovanı ve saniyesi olan ancak çalışmayan, saat biçiminde olan bir eserdi. Rakamların yerinde ise bazı eylemler yazıyordu. 24 saatten oluşan bir günün her saatinde sanatçı çevresinden 24 kişiyi arayıp, “tam şu an ne yapıyorsun?” sorusunu sormuş ve aldığı yanıtı da o rakam yerine yazmış. Açıkçası bu saat döngüsü, durmuş zaman bende başka bir çağrışım yarattı. Bende uzun yıllar evvel kurumsal bir yaşamım olduğu günlerde 168 saatten oluşan bir haftanın, uyuma, yemek yeme, işe gitme, spora gitme ve trafik gibi zaman dilimlerini çıkardıktan sonra geriye kendime vakit ayırmak için, yazmak ve okumak için çok az vaktim kaldığını görünce kurumsal hayatı bırakma yoluna gittiğim günlerimi anımsattı. Ben de o günlerde aynı bu şekilde saatleri eylemlere ayırmıştım ancak ben aynı soruyu 24 farklı kişiye değil, 24 saatin 24’ünde de kendime sormuştum. Aldığım cevaplar sonrasında da kendimi kendimden özgürleştirmiştim. O nedenle bu eserin bendeki tesiri büyük oldu.
Yeditepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Öğrenci ve Mezunlarına ait yapıtların içinde yer aldığı, Dünyayla alternatif ve yenilikli bir “Yüzleşme” adını taşıyan sergi Pera Müzesi’nde 24 Ekim’e kadar sanatseverleri ağırlıyor olacak.
Yeditepe Üniversitesi Sanat ve Kültür Yönetimi Bölüm Başkanı Prof. Dr. Marcus Graf, dün sabah Pera Müzesi’ndeki basın toplantısında doğa-kent ve birey-toplum arasındaki ilişkileri tartışmaya açan bir sergi yapmaya çalıştıklarını anlatırken o Pazar’lardan birini düşünüyordum. Çünkü Graf, küratörlüğünü üstlenmiş olduğu “Yüzleşme” adını taşıyan sergi üzerine olan konuşmasını yaparken bize, ilişki içinde olduğumuz herkes ve her şey üzerine yeniden düşünmemiz gerektiğini hatırlatıyordu. Son dönemde hem dünya hem de ülke genelinde yaşadığımız çeşitli krizlerin bize durmadan bu mesajı vermekte olduğunu anlatıyordu.
Gitmeyen bir yol var ise ve o yolu değiştirmemiz gerektiğini de biliyorsak önce neyin gitmediğiyle hesaplaşmamız, yüzleşmemiz ve değişim için hevesli olmamız gerekiyordu. Bunun için de gerçeklere gözümüzü kapamadan, eleştirel bir gözle bakarak kendimizden kaçmamamız gerekiyordu. Bilime, sanata, kültüre o nedenle daha çok ihtiyacımız vardı. Çünkü buralar bize bilgi üretimi ve bilgi paylaşımı sunan sihirli alanlardı. Çünkü buralarda klişelerin ötesine geçebilen sanatçıları ve tasarımcıları görebiliyorduk. Bu sayede de yeni alternatif bilgiler, eski modası geçmiş bilgiler ile kolayca yer değiştirebiliyordu. Sergiye adını veren “Yüzleşme” kavramı işte o nedenle hem bireysel hem kurumsal hem de profesyonel olarak kişiyi bir adım ileri taşımak için gerekli alanı tutuyordu.
Graf’ın tüm bu anlattıkları arasında benim kendi geçmişimde gittiğim yer belki de bu nedenle annemin ilaçları için yaptığı eleme anları oldu. Çünkü belki biz de o ilaçlardan ve o ilaçları yılın belli dönemlerinde elemek zorunda olan eczacılardan farklı değiliz aslında. Yalnızca çok azımız, süresi geçen ilaçları o koliye atmak için hevesli ya da daha doğrusu ilaçların son kullanma tarihinin geçmiş olduğunu görmeye isteksiz.
Bu ilaç metaforunun yerine istediğiniz her şeyi koyabilirsiniz o yüzden. İnsan, aşk, tatmin etmeyen işler.. İlişkiler, ağırlık yapan duygular, besleyip büyütmeyen çevreler.. Artık süresi geçtiği halde kullanımda tutmaya devam ettiğiniz her ne varsa..
Çünkü aslında basit bir kural var bu yaşamda. Bir şeyi sevmiyorsanız ve size iyi gelmiyorsa hayatınızda tutmamanız lazım. Dolayısıyla da bir şey sizi geliştirmiyorsa, ileri götürmüyorsa o şeyle fazla vakit harcamamanız lazım. Aynı şekilde bir şey dışarıdaki sizi içerideki siz gibi hissettirmiyorsa o şey için gereksiz enerji sarfetmemeniz lazım.
Onun yerine toplum bilincini yükseltmeye hizmet eden alanlara doğru gitmeniz lazım. Kendinizi iyi hissettirmeniz lazım. Ama tabi her şeyden önce kendi bilincinizi ileri taşıyacak doğru bir çevre içinde kök salmış olduğunuzdan, büyümek için yeterli suyu, toprağı, havayı alabilecek durumda olduğunuzdan emin olmanız lazım. Sonra isteseniz de büyütmez yaşam sizi. Çiçek verecek yerlerinizden budar sürekli. Sizin gibi büyümeye hevesli olanlar etrafınızda olmadıkça da geleceğin sonsuz ihtimallerle dolu bilinmezliğinden güç almak yerine güçsüzlük almaya başlarsınız. Basit bir denklem.
Oysa Graf’ın küratörlüğünü üstlendiği sergi, gerçek bir yüzleşmenin beraberinde eliminasyonu da mutlaka getirmekte olduğunu ve artık süresi geçtiği için sizi zehirleyecek olan her şeyden uzaklaşmanız gerektiğini ancak önce sizi zehirlemekte olduğunu kabul etmeniz gerektiğini farklı bir dille hatırlatıyor bize. Gerçekten sergi metninde de yazdığı gibi “sanatçılar ve tasarımcılar dünya ile eserleri aracılığıyla yüzleşiyor. Bizler de bu eserler aracılığıyla dünyayla yüzleşme ve onu alışılmadık açılardan yeniden keşfetme fırsatını yakalıyoruz.”
Çünkü sanatçılar bize aslında sürekli aşılabilecek olan sınırları gösteriyorlar, artık aşılması gereken sınırlara geldiğimizi ve eğer çok istersek de sınırları aşabileceğimizi. Bu aynı şuna benziyor, biliyorsunuz bir tırtıl kelebek olmadan önce kendisini sindirebilmek durumunda. Metamorfozun anlamı bu. O nedenle her tırtıl kelebek olmuyor. Kelebek ancak ölmeyi değil de varolmayı seçen hücrelerin fazla olduğu bir eşiğe ulaşırsa kelebek olabiliyor. Çünkü o kelebekler kendi DNA’larında bir değişim yaparak kendilerinde hayali bir hücre yaratarak kendilerini bir sürüngenden kanatlı bir hayvana dönüştürebileceklerine inanmayı seçiyor. (Prof Dr. Türker Kılıç’ın “Bağlantısal Bütünlük” Bilimi ve yaratmakta olduğu yeni kültür, YouTube.)
O nedenle kendine ve imkansız olana inanmayı seçenleri gelecekte güzellikler bekliyor. Koşu bandında yol aldığını zannedenlerle beraber koşulacak bir yer değil orası. Ormanın içi, doğanın içi düz bir çizgiden oluşmuyor. Belki güvenli değil daha riskli ama gerçek. Gelecekte. İleride. Görünenin ötesinde. Kendimizi dönüştüreceğimiz en iyi halimizde ulaşacağımız yer orası. Şu anki bilindik hikaye, şu anki yalnızca koşu bandı.
Dolayısıyla bu yüzleşme bakış açısıyla yaşamın bize her gün günün neredeyse her saatinde hiç durmadan her insan için kendimizden bir duygu veriyor ve karşılığında da başka bir duygu almakta olduğumuzu görmemiz gerekiyor. Her gün kimlerle nelerle beslenip beslenemediğimizi bilmemiz gerekiyor. O nedenle de bu anlamda bencil olmamız gerekiyor. Bizi en iyi halimize dönüştürmeye yardımcı olan şeyleri yanımıza alıp, bize engel olanları da geride bırakmamız gerekiyor. Bizi ağırlaştıran, bize taşımak istemediğimiz duygular veren insanlar, yedikten sonra iyi hissettirmeyen yemekler ve bize yerinde sayan düşünceler veren sıradan döngüler o nedenle bize iyi gelmiyor. Çünkü bizim artık bir şeyleri geride bırakarak bir balon gibi kolaylıkla, hafiflikle hep yukarı doğru uçmamız gerekiyor.
Sergideki iki eserin bendeki çağrışımları..(Pek çok eser için yazacağım çok şey var ancak yerim sınırlı olduğu için burada yalnızca ikisine yer verebiliyorum.)
Leyla Emadi’nin “Hayat Dersler Getirir..” adını taşıyan eserinde “Life brings lessons into our lives that come with free will we can choose to be the victor or the victim.” cümlesi gümüş renkli harflerle serginin 5’nci katındaki girişinde yazıyordu. Bana hayatımın farklı dönemlerinde hangi dersleri kimler tarafından aldığımı, sınıfı geçip geçemediğimi, kimin öğrencisi, kimin ise öğretmeni olduğumu düşünmeme neden olan etkili bir eserdi. Kendimle yeniden bir muhakeme yapmama vesile oldu.
Gizem Candan’ın “An” adını taşıyan eseri, akrebi, yelkovanı ve saniyesi olan ancak çalışmayan, saat biçiminde olan bir eserdi. Rakamların yerinde ise bazı eylemler yazıyordu. 24 saatten oluşan bir günün her saatinde sanatçı çevresinden 24 kişiyi arayıp, “tam şu an ne yapıyorsun?” sorusunu sormuş ve aldığı yanıtı da o rakam yerine yazmış. Açıkçası bu saat döngüsü, durmuş zaman bende başka bir çağrışım yarattı. Bende uzun yıllar evvel kurumsal bir yaşamım olduğu günlerde 168 saatten oluşan bir haftanın, uyuma, yemek yeme, işe gitme, spora gitme ve trafik gibi zaman dilimlerini çıkardıktan sonra geriye kendime vakit ayırmak için, yazmak ve okumak için çok az vaktim kaldığını görünce kurumsal hayatı bırakma yoluna gittiğim günlerimi anımsattı. Ben de o günlerde aynı bu şekilde saatleri eylemlere ayırmıştım ancak ben aynı soruyu 24 farklı kişiye değil, 24 saatin 24’ünde de kendime sormuştum. Aldığım cevaplar sonrasında da kendimi kendimden özgürleştirmiştim. O nedenle bu eserin bendeki tesiri büyük oldu.
Yeditepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Öğrenci ve Mezunlarına ait yapıtların içinde yer aldığı, Dünyayla alternatif ve yenilikli bir “Yüzleşme” adını taşıyan sergi Pera Müzesi’nde 24 Ekim’e kadar sanatseverleri ağırlıyor olacak.