İstanbul, ortak kabulle, dünyanın en güzel kentlerinden biri.
Bilinen ilk ismi Byzantion,
MÖ 667'de Megaralı Yunan yerleşimciler tarafından bir koloni olarak kurulmuş…
Megeralılar kurdukları yerleşime kralları Byzas veya Byzantas’ın şerefine Byzantion adını vermişler.
Byzantium, kentin adının 1. yüzyılda, kenti Romalılar ele geçirince, onlar tarafından Latinceleştirilmiş hâli.
Kent sonrasında da tarihinin farklı dönemlerine göre değişik isimler almış…
Augusta Antonina, Nova Roma, Konstantinopolis, Kostantiniyye, İslambol ve nihayetinde İstanbul.
Bu isimler dönemsel dedik ya, işte buna göre düşünürsek şimdiki İstanbul’un altında 6 kat farklı “medeniyet” dönemi var demek bir yandan da bu.
Üstünde oturduğumuza göre hepsini sahipleniyor olmalıyız değil mi? Başka kime böyle bir miras nasip olur?
Sorunun cevabı aslında gündelik hayatımızda yerleşik olsa da malesef İstanbul’un sahipsiz kalmış, harabeye dönmüş tüm Bizans yapılarında yüzümüze bir tokat gibi çarpıyor.
Balık halindeki geleneklerden oynadığımız tavladaki terimlere, sofraya koyduğumuz yemeklere kadar bu miras içimizde yaşıyor olsa da iş görünürdekine gelince şase yapıyoruz.
Sadece restorasyon projeleri üzerinden bir değerlendirmeyle Osmanlı’dan kalan camileri bile sahiplendiğimiz çok söylenemezken diğerlerini sahiplenmekle ilgili derdimiz aşikar.
Daha ilginci, üzerinde oturduğumuz hazineyi değerlendirmek, araştırmakla ilgili yoğun bir çabamız da yok.
Bu mirası dünyaya üstünde oturandan başkası kazandırabilir mi?
Kent en azından 6 değişik dönem üzerinden bir açık hava müzesine dönebilecekken ve bu paraya çevrilebilir bir durumken bunu yapmaktan neden geri duruyoruz?
Önümüzde örnek de var.
Bakın tarihi yarımadaya.
Sadece Ayasofya, Sultanahmet Camii ve Topkapı mı ziyaret ediliyor?
Milyon Taşı’ndan, Yılanlı Sütun’a, Yerebatan’a “açıkta” olan tüm “tarihimizi” sergileyebiliyoruz.
Kültür Bakanlığı, Fatih Belediyesi ve Büyükşehir’in bu alandaki çabası takdire şayan.
Hangi tarihi eserin yanına gitseniz hemen bitişiğinde tarihini anlatan bir tabela bulabiliyorsunuz.
Sadece o tabelaları okuduğunuzda aldığınız izlenimse bu üstünde oturduğumuz mirasın “bizim” bu topraklardaki varlığımızın bırakacağı mirastan şimdilik daha fazla olduğu.
İstanbul hep “başkent” olduğu için özellikli belki ama sadece İstanbul’da mı?
Sanırım tüm Anadolu için bu değerlendirmenin geçerli olacağı tartışılamaz.
Daha geriye gitmeye gerek yok.
Hemen bizden önce tüm coğrafyaya yayılan 1100 yılı aşkın bir Bizans medeniyetinden bahsediyoruz.
Geçtiğimiz hafta sonu işte bu mirasın araştırılması ve ortaya çıkarılması için yeni bir çaba hayata geçti.
Koç Üniversitesi ve Stavros Niarchos Vakfı işbirliğiyle “Geç Antik Çağ ve Bizans Araştırmaları Merkezi" (GABAM) kuruldu.
Merkez çalışmalarını Koç Üniversitesi’nin Rumeli Feneri kampüsünde sürdürecek.
Açılış töreninde üniversitenin rektörü Prof. Dr. Umran İnan’ın söylediği birşey çok dikkatimi çekti.
İnan çok özetle “GABAM, Türkiye ve Yunanistan arasında akademik ve kültürel bir köprü olacak. Küresel bilginin genişlemesi, kültürel mirasın korunmasına yarayacak. Bir bütün olarak toplumun iyileştirilmesi için çok yararlı olacak” dedi.
Başta da konuştuğumuz gibi, bu sadece Türkiye’nin kültür zenginliğini açığa çıkarmak, buna katkıda bulunmak değil; o mirasın sahiplenilmesiyle de alakalı.
Tam da Prof. İnan’ın dikkat çektiği üzere bu mirası “biz” çok sahiplenmesek de sahiplenen bir komşumuz var.
Aslında kendilerini mirasın “doğal sahibi” olarak görüyorlar.
E doğru da.
Bu ortak miras üzerindeki “ortak çalışma” ise belki biraz daha “ortaklaşmayı” sağlayacağı için umut verici.
Aslında bu alandaki ilk bilimsel çalışmalar Osmanlı dönemine kadar uzanıyor ancak, Türkiye'de Bizans sanatı tarihi ve arkeolojisi konusundaki çalışmalar özellikle 2000'li yıllarda bir ivme kazandı.
1940'lı yıllarda ilk defa İstanbul Üniversitesi'nde okutulmaya başlayan Bizans sanatı tarihi dersleri, bugün sanat tarihi bölümü olan bütün üniversitelerin müfredatına girmiş durumda. Türkiye’deki akademisyenlerin yürütmekte olduğu alan çalışmaları günümüzde bu bilim dalına kayda değer katkı sağlıyor.
İşte GABAM yapacağı yeni çalışmalarla Türkiye’nin kültürel varlığında önemli bir açığı kapatacak.
Ötesinde geç antik çağ ve Bizans sanatı ve arkeolojisi alanında bilimsel çalışmaları teşvik edecek.
Bizans dönemine ait kültürel varlığın incelenmesi ve belgelenmesine katkı sağlayacak.
Umarım ki koruma bilincinin gelişmesi ve koruma politikalarının oluşturulmasında da pay sahibi olacak.
Anlatılana göre uygun görülen koruma ve konservasyon projelerini de bilimsel teknik ve mali açıdan da destekleyecek.
Bunun ötesinde, bu alanda çalışan bilim insanları ve araştırmacıları destekleneceğinden yeni araştırmalarla uluslararası bilimsel literatüre katkı sağlanacak.
E umarım Koç Üniversitesi Yayınları da yapılan her çalışmayı kitaplaştıracak ve akademi dışındaki bizim gibi meraklılara ulaştıracak.
Bence 21. yüzyıla yaraşır, dev hizmet.
Şimdiden hepimize hayırlı olsun.
İstanbul, ortak kabulle, dünyanın en güzel kentlerinden biri.
Bilinen ilk ismi Byzantion,
MÖ 667'de Megaralı Yunan yerleşimciler tarafından bir koloni olarak kurulmuş…
Megeralılar kurdukları yerleşime kralları Byzas veya Byzantas’ın şerefine Byzantion adını vermişler.
Byzantium, kentin adının 1. yüzyılda, kenti Romalılar ele geçirince, onlar tarafından Latinceleştirilmiş hâli.
Kent sonrasında da tarihinin farklı dönemlerine göre değişik isimler almış…
Augusta Antonina, Nova Roma, Konstantinopolis, Kostantiniyye, İslambol ve nihayetinde İstanbul.
Bu isimler dönemsel dedik ya, işte buna göre düşünürsek şimdiki İstanbul’un altında 6 kat farklı “medeniyet” dönemi var demek bir yandan da bu.
Üstünde oturduğumuza göre hepsini sahipleniyor olmalıyız değil mi? Başka kime böyle bir miras nasip olur?
Sorunun cevabı aslında gündelik hayatımızda yerleşik olsa da malesef İstanbul’un sahipsiz kalmış, harabeye dönmüş tüm Bizans yapılarında yüzümüze bir tokat gibi çarpıyor.
Balık halindeki geleneklerden oynadığımız tavladaki terimlere, sofraya koyduğumuz yemeklere kadar bu miras içimizde yaşıyor olsa da iş görünürdekine gelince şase yapıyoruz.
Sadece restorasyon projeleri üzerinden bir değerlendirmeyle Osmanlı’dan kalan camileri bile sahiplendiğimiz çok söylenemezken diğerlerini sahiplenmekle ilgili derdimiz aşikar.
Daha ilginci, üzerinde oturduğumuz hazineyi değerlendirmek, araştırmakla ilgili yoğun bir çabamız da yok.
Bu mirası dünyaya üstünde oturandan başkası kazandırabilir mi?
Kent en azından 6 değişik dönem üzerinden bir açık hava müzesine dönebilecekken ve bu paraya çevrilebilir bir durumken bunu yapmaktan neden geri duruyoruz?
Önümüzde örnek de var.
Bakın tarihi yarımadaya.
Sadece Ayasofya, Sultanahmet Camii ve Topkapı mı ziyaret ediliyor?
Milyon Taşı’ndan, Yılanlı Sütun’a, Yerebatan’a “açıkta” olan tüm “tarihimizi” sergileyebiliyoruz.
Kültür Bakanlığı, Fatih Belediyesi ve Büyükşehir’in bu alandaki çabası takdire şayan.
Hangi tarihi eserin yanına gitseniz hemen bitişiğinde tarihini anlatan bir tabela bulabiliyorsunuz.
Sadece o tabelaları okuduğunuzda aldığınız izlenimse bu üstünde oturduğumuz mirasın “bizim” bu topraklardaki varlığımızın bırakacağı mirastan şimdilik daha fazla olduğu.
İstanbul hep “başkent” olduğu için özellikli belki ama sadece İstanbul’da mı?
Sanırım tüm Anadolu için bu değerlendirmenin geçerli olacağı tartışılamaz.
Daha geriye gitmeye gerek yok.
Hemen bizden önce tüm coğrafyaya yayılan 1100 yılı aşkın bir Bizans medeniyetinden bahsediyoruz.
Geçtiğimiz hafta sonu işte bu mirasın araştırılması ve ortaya çıkarılması için yeni bir çaba hayata geçti.
Koç Üniversitesi ve Stavros Niarchos Vakfı işbirliğiyle “Geç Antik Çağ ve Bizans Araştırmaları Merkezi" (GABAM) kuruldu.
Merkez çalışmalarını Koç Üniversitesi’nin Rumeli Feneri kampüsünde sürdürecek.
Açılış töreninde üniversitenin rektörü Prof. Dr. Umran İnan’ın söylediği birşey çok dikkatimi çekti.
İnan çok özetle “GABAM, Türkiye ve Yunanistan arasında akademik ve kültürel bir köprü olacak. Küresel bilginin genişlemesi, kültürel mirasın korunmasına yarayacak. Bir bütün olarak toplumun iyileştirilmesi için çok yararlı olacak” dedi.
Başta da konuştuğumuz gibi, bu sadece Türkiye’nin kültür zenginliğini açığa çıkarmak, buna katkıda bulunmak değil; o mirasın sahiplenilmesiyle de alakalı.
Tam da Prof. İnan’ın dikkat çektiği üzere bu mirası “biz” çok sahiplenmesek de sahiplenen bir komşumuz var.
Aslında kendilerini mirasın “doğal sahibi” olarak görüyorlar.
E doğru da.
Bu ortak miras üzerindeki “ortak çalışma” ise belki biraz daha “ortaklaşmayı” sağlayacağı için umut verici.
Aslında bu alandaki ilk bilimsel çalışmalar Osmanlı dönemine kadar uzanıyor ancak, Türkiye'de Bizans sanatı tarihi ve arkeolojisi konusundaki çalışmalar özellikle 2000'li yıllarda bir ivme kazandı.
1940'lı yıllarda ilk defa İstanbul Üniversitesi'nde okutulmaya başlayan Bizans sanatı tarihi dersleri, bugün sanat tarihi bölümü olan bütün üniversitelerin müfredatına girmiş durumda. Türkiye’deki akademisyenlerin yürütmekte olduğu alan çalışmaları günümüzde bu bilim dalına kayda değer katkı sağlıyor.
İşte GABAM yapacağı yeni çalışmalarla Türkiye’nin kültürel varlığında önemli bir açığı kapatacak.
Ötesinde geç antik çağ ve Bizans sanatı ve arkeolojisi alanında bilimsel çalışmaları teşvik edecek.
Bizans dönemine ait kültürel varlığın incelenmesi ve belgelenmesine katkı sağlayacak.
Umarım ki koruma bilincinin gelişmesi ve koruma politikalarının oluşturulmasında da pay sahibi olacak.
Anlatılana göre uygun görülen koruma ve konservasyon projelerini de bilimsel teknik ve mali açıdan da destekleyecek.
Bunun ötesinde, bu alanda çalışan bilim insanları ve araştırmacıları destekleneceğinden yeni araştırmalarla uluslararası bilimsel literatüre katkı sağlanacak.
E umarım Koç Üniversitesi Yayınları da yapılan her çalışmayı kitaplaştıracak ve akademi dışındaki bizim gibi meraklılara ulaştıracak.
Bence 21. yüzyıla yaraşır, dev hizmet.
Şimdiden hepimize hayırlı olsun.