Dinlemek… Hiç konuşmadan, söz kesmeden, telefonu ele alıp Instagram’daki çok mühim selfie’leri çift tıkla kalplemeden, sağa bakmadan, sola bakmadan, sıkılmadan. İnsanımıza, “Birini dikkatlice dinlemek mi? Kör kuyularda merdivensiz kalmak mı?” diye sorun, koşarak kör kuyulara atlayıp oradan bir Uber çağıracaktır.
Dinlemeye ve dinlenmeye aşırı önem verdiğimi yıllar içerisinde anladım. Sanıyordum ki, herkes böyle. Hiç öyle bir şey yokmuş. Bana bir şey anlatıldığında kılı kırk yaran sorularımla karşımdakini ya da masadakileri çıldırtır, zaman zaman da alaylara maruz kalırdım. Bir konuyu ince detaylarıyla anlattığımda, “Uzatma” tepkisi alınca anlamaya başladım, çoğunluğun kafasında elbisenin renginin, sokağın görüntüsünün, hangi mimiklerle neye sevinildiğinin hiç var olmadığını. İnsanlar hızlıca neticeye gelmek istiyordu, haticeye değil. Ve neticeye gelirken de bol bol söz kesmek, hatta sözü alıp başka bir yere getirmek ve hatta lafın ortasındayken kafasını yanındakine çevirip bambaşka bir sohbete başlamak.
Hayatımda olağanüstü kötü dinleyiciler tanıdım. Gayri ihtiyari bu tip ortamlarda daha sessiz kalma, minimumda konuşma refleksi geliştirdim. Çeke çeke söz almak çok yorucu bir mesaiydi. YıIlar önce Van depremzedelerine destek olmak amacıyla düzenlediğimiz Van İçin Rock konserini anlatmak üzere Okan Bayülgen’in programına katılmıştık birkaç müzisyenle birlikte. Sınırlı vakitte anlatabileceğimiz bir yardım kampanyası hakkında sarf ettiğim birkaç cümlenin bile yanımda oturan ünlü bir oyuncu tarafından mütemadiyen nasıl baltayla ortadan ikiye bölündüğünü, lafı kendine çevirmek için nasıl dört döndüğünü hayretler içerisinde izlemiştim. Tahammülsüz dinleyicilerin giderek daha da arttığı bir ülkede olması gerekeni iyice abartarak uyguladım. İşte olanlar…
Bir arkadaşımın doğum günü için pasta ısmarlayacağım. Mekanı arıyorum, nasıl bir şey istediğimi anlatıyorum, fiyat almaya çalışıyorum. Korkunç baştan savma ve ukala bir tavırla yanıt veren bir kadın var karşımda. Sakince derdimi anlatmaya çalışıyorum, beni hiç dinlemeden (sinirlendikçe “hanımcım” takısını iliştiriveren türden) “Bakın Melis Hanımcım…” diye bağıra bağıra makineli tüfek gibi konuşuyor. Gıkımı çıkarmadan dinliyorum, arada sadece “aa-ıı-ee” gibi bebecik kelimeleri edebiliyorum. Sonunda dayanamadım, “Ama siz beni hiç dinlemiyorsunuz ki Mehveş Hanım! Müsaade ederseniz ben de konuşayım mı?” dedim. Yani bir baktım Şirin Payzın’ın programında yakamı paçamı çekiştire çekiştire söz kapmaya çalışan konuklardan biriyim. Üç gün başım ağrıdı sonra sinirden, kadını ses etmeden dinleyip öyle yanıt vereceğim diye.
Taksiye bindim. Bir yere telefon ediyorum, “Merhaba ben Melis” dememden şoför bey ismimi duydu, kapatınca, “İsminiz Melis değil mi? Ne kadar eski, nadir bulunan bir isim, şimdikiler bilmez…” dedi. Ben de dikiz aynasına hayretle -benim yaşlarımda olduğunu tahmin ettiğim- adama bakıyorum dalga mı geçiyor diye. Lisede yıllarca okuldaki tek Melis olmuşum, üniversiteyi bizim fakültedeki tek Melis olarak bitirmişim, insanlar senelerce bu "yeni" adı anlamamış, "Melih" diyenler olmuş, adam ismime "Şaziment" muamelesi yapıyor. “Nadir mi? Artık bütün dizilerdeki kızlar Melis. Eski de bir isim değil ki, sonradan iyice popüler oldu..” demeye kalkıyordum ki, “Yok yok bu isim çok eskidir, kimse bilmez,” dedi. Ve süper emin olduğu değerli fikirlerini bir bir anlatmaya başladı. Kafamı sallaya sallaya dinledim. Sonra, “Sizin isminiz nedir?” dedim, “Cihat!” dedi. “Ne güzel,” dedim.
Biri bir şey anlatırken (hele bir de önemli, canının sıkkın olduğu bir konuysa) karşısındakinin sözünü…
-Dur dur!
-Hayır hayır!
-Dinle dinle!
diyerek, son dönem ikilemeli Türkçe pop şarkıları gibi kesmesine dayanamıyorum. “Yahu bir sus!” diye bağırasım geliyor. Herkes sazı eline alıp kendi hayatından örnekler vermek, sürekli kendi düşüncelerini anlatmak ve konunun ana kahramanı olmak istiyor. Geçen gün bir masadayken arkadaşlarımdan biri bunu yaptı bir diğer arkadaşıma. Bilinçli vatandaş olarak hemen uyardım kendisini. “Ay bırak da konuşsun!” diyerek. Hemen sustu neyse ki.
Yakın kız arkadaş grubumun çok iyi dinleyicilerden müteşekkil olduğunu fark ettim bu deneyi yaparken. Dinliyorlar, değerlendiriyorlar ve nokta atışı yorumlar yapıyorlar. Sizi seviyorum.
Yaklaşık 20 senedir röportaj yapıyorum. Hayatta şarkı söylemek kadar sevdiğim bir şey röportaj yapmak. Bir insanın hayat bahçesine adım atmak, içinde renkli, solmuş, köklü, kurumuş ne düşünceler, hikayeler varsa onları görmek, o insanın kim olduğunu anlamaya çalışmak… Gerçekten dinlemeyi bilirseniz bu hayatta herkesin hikayesinin ilginç olduğunu anlıyorsunuz. Son röportajım Manga’ylaydı. Deneyi de vesile bilip iyice dinledim kendilerini. Sonra kayda bir baktım, maşallah. Hiç kesmeyeyim derken epey konuşmuşuz. Ama pek de güzel bir iş çıktı ortaya.
Geçen gün bir mekanda eski bir tanıdığımla karşılaştık, hal hatır faslını geçer geçmez bana aşırı özel, belki en yakın dostuna anlatacağı şeyleri anlatmaya başladı. Ben de sessizce dinledim. Önce çok samimi olmamamıza rağmen niye bunları bana anlattığını düşündüm ama sonra baktım ki, ihtiyacı var. İnsanlar sanırım o kadar az "dinleniyor" ki, fırsatını bulunca içinde ne varsa ortaya döküyor.
Bu deneyi yaparken tartışma programlarına değinmeden olmaz. Allah o moderatörlere de, konuklara da, kameramanlara da, rejiye de, seyirciye de kolaylık versin. Orada mağdur olmayan yok. Dinleme-dinletme-delirme meydan muharebesi.
Deneyimi sonlandırırken bağıra bağıra, traktörle ezer gibi destursuz konuşanlara, “Helal olsun kendini hiç ezdirmedi!” susup da sakince dinlemeye kalkanlara ise, “Kappaakk oldu bu sannaaa!” denilen bir ülkede bu saatten sonra işimizin çok zor olduğunu belirtmek istiyorum. Kimsenin bir başkasına ayıracak uzun vakti yok. Dinlediklerini algılayıp sebep-sonuç ilişkisi kurup adam akıllı cevap vermek ise temmuz ayında kar. Yine de biraz kendimizi zorlayalım, uğraşalım dostlar, ne dersiniz? Hakiki bir diyalog, güzel bir sohbet kadar insanın içini açan az şey var hayatta. Hepinize hakkıyla dinlediğiniz ve dinlendiğiniz günler diliyorum.
Dinlemek… Hiç konuşmadan, söz kesmeden, telefonu ele alıp Instagram’daki çok mühim selfie’leri çift tıkla kalplemeden, sağa bakmadan, sola bakmadan, sıkılmadan. İnsanımıza, “Birini dikkatlice dinlemek mi? Kör kuyularda merdivensiz kalmak mı?” diye sorun, koşarak kör kuyulara atlayıp oradan bir Uber çağıracaktır.
Dinlemeye ve dinlenmeye aşırı önem verdiğimi yıllar içerisinde anladım. Sanıyordum ki, herkes böyle. Hiç öyle bir şey yokmuş. Bana bir şey anlatıldığında kılı kırk yaran sorularımla karşımdakini ya da masadakileri çıldırtır, zaman zaman da alaylara maruz kalırdım. Bir konuyu ince detaylarıyla anlattığımda, “Uzatma” tepkisi alınca anlamaya başladım, çoğunluğun kafasında elbisenin renginin, sokağın görüntüsünün, hangi mimiklerle neye sevinildiğinin hiç var olmadığını. İnsanlar hızlıca neticeye gelmek istiyordu, haticeye değil. Ve neticeye gelirken de bol bol söz kesmek, hatta sözü alıp başka bir yere getirmek ve hatta lafın ortasındayken kafasını yanındakine çevirip bambaşka bir sohbete başlamak.
Hayatımda olağanüstü kötü dinleyiciler tanıdım. Gayri ihtiyari bu tip ortamlarda daha sessiz kalma, minimumda konuşma refleksi geliştirdim. Çeke çeke söz almak çok yorucu bir mesaiydi. YıIlar önce Van depremzedelerine destek olmak amacıyla düzenlediğimiz Van İçin Rock konserini anlatmak üzere Okan Bayülgen’in programına katılmıştık birkaç müzisyenle birlikte. Sınırlı vakitte anlatabileceğimiz bir yardım kampanyası hakkında sarf ettiğim birkaç cümlenin bile yanımda oturan ünlü bir oyuncu tarafından mütemadiyen nasıl baltayla ortadan ikiye bölündüğünü, lafı kendine çevirmek için nasıl dört döndüğünü hayretler içerisinde izlemiştim. Tahammülsüz dinleyicilerin giderek daha da arttığı bir ülkede olması gerekeni iyice abartarak uyguladım. İşte olanlar…
Bir arkadaşımın doğum günü için pasta ısmarlayacağım. Mekanı arıyorum, nasıl bir şey istediğimi anlatıyorum, fiyat almaya çalışıyorum. Korkunç baştan savma ve ukala bir tavırla yanıt veren bir kadın var karşımda. Sakince derdimi anlatmaya çalışıyorum, beni hiç dinlemeden (sinirlendikçe “hanımcım” takısını iliştiriveren türden) “Bakın Melis Hanımcım…” diye bağıra bağıra makineli tüfek gibi konuşuyor. Gıkımı çıkarmadan dinliyorum, arada sadece “aa-ıı-ee” gibi bebecik kelimeleri edebiliyorum. Sonunda dayanamadım, “Ama siz beni hiç dinlemiyorsunuz ki Mehveş Hanım! Müsaade ederseniz ben de konuşayım mı?” dedim. Yani bir baktım Şirin Payzın’ın programında yakamı paçamı çekiştire çekiştire söz kapmaya çalışan konuklardan biriyim. Üç gün başım ağrıdı sonra sinirden, kadını ses etmeden dinleyip öyle yanıt vereceğim diye.
Taksiye bindim. Bir yere telefon ediyorum, “Merhaba ben Melis” dememden şoför bey ismimi duydu, kapatınca, “İsminiz Melis değil mi? Ne kadar eski, nadir bulunan bir isim, şimdikiler bilmez…” dedi. Ben de dikiz aynasına hayretle -benim yaşlarımda olduğunu tahmin ettiğim- adama bakıyorum dalga mı geçiyor diye. Lisede yıllarca okuldaki tek Melis olmuşum, üniversiteyi bizim fakültedeki tek Melis olarak bitirmişim, insanlar senelerce bu "yeni" adı anlamamış, "Melih" diyenler olmuş, adam ismime "Şaziment" muamelesi yapıyor. “Nadir mi? Artık bütün dizilerdeki kızlar Melis. Eski de bir isim değil ki, sonradan iyice popüler oldu..” demeye kalkıyordum ki, “Yok yok bu isim çok eskidir, kimse bilmez,” dedi. Ve süper emin olduğu değerli fikirlerini bir bir anlatmaya başladı. Kafamı sallaya sallaya dinledim. Sonra, “Sizin isminiz nedir?” dedim, “Cihat!” dedi. “Ne güzel,” dedim.
Biri bir şey anlatırken (hele bir de önemli, canının sıkkın olduğu bir konuysa) karşısındakinin sözünü…
-Dur dur!
-Hayır hayır!
-Dinle dinle!
diyerek, son dönem ikilemeli Türkçe pop şarkıları gibi kesmesine dayanamıyorum. “Yahu bir sus!” diye bağırasım geliyor. Herkes sazı eline alıp kendi hayatından örnekler vermek, sürekli kendi düşüncelerini anlatmak ve konunun ana kahramanı olmak istiyor. Geçen gün bir masadayken arkadaşlarımdan biri bunu yaptı bir diğer arkadaşıma. Bilinçli vatandaş olarak hemen uyardım kendisini. “Ay bırak da konuşsun!” diyerek. Hemen sustu neyse ki.
Yakın kız arkadaş grubumun çok iyi dinleyicilerden müteşekkil olduğunu fark ettim bu deneyi yaparken. Dinliyorlar, değerlendiriyorlar ve nokta atışı yorumlar yapıyorlar. Sizi seviyorum.
Yaklaşık 20 senedir röportaj yapıyorum. Hayatta şarkı söylemek kadar sevdiğim bir şey röportaj yapmak. Bir insanın hayat bahçesine adım atmak, içinde renkli, solmuş, köklü, kurumuş ne düşünceler, hikayeler varsa onları görmek, o insanın kim olduğunu anlamaya çalışmak… Gerçekten dinlemeyi bilirseniz bu hayatta herkesin hikayesinin ilginç olduğunu anlıyorsunuz. Son röportajım Manga’ylaydı. Deneyi de vesile bilip iyice dinledim kendilerini. Sonra kayda bir baktım, maşallah. Hiç kesmeyeyim derken epey konuşmuşuz. Ama pek de güzel bir iş çıktı ortaya.
Geçen gün bir mekanda eski bir tanıdığımla karşılaştık, hal hatır faslını geçer geçmez bana aşırı özel, belki en yakın dostuna anlatacağı şeyleri anlatmaya başladı. Ben de sessizce dinledim. Önce çok samimi olmamamıza rağmen niye bunları bana anlattığını düşündüm ama sonra baktım ki, ihtiyacı var. İnsanlar sanırım o kadar az "dinleniyor" ki, fırsatını bulunca içinde ne varsa ortaya döküyor.
Bu deneyi yaparken tartışma programlarına değinmeden olmaz. Allah o moderatörlere de, konuklara da, kameramanlara da, rejiye de, seyirciye de kolaylık versin. Orada mağdur olmayan yok. Dinleme-dinletme-delirme meydan muharebesi.
Deneyimi sonlandırırken bağıra bağıra, traktörle ezer gibi destursuz konuşanlara, “Helal olsun kendini hiç ezdirmedi!” susup da sakince dinlemeye kalkanlara ise, “Kappaakk oldu bu sannaaa!” denilen bir ülkede bu saatten sonra işimizin çok zor olduğunu belirtmek istiyorum. Kimsenin bir başkasına ayıracak uzun vakti yok. Dinlediklerini algılayıp sebep-sonuç ilişkisi kurup adam akıllı cevap vermek ise temmuz ayında kar. Yine de biraz kendimizi zorlayalım, uğraşalım dostlar, ne dersiniz? Hakiki bir diyalog, güzel bir sohbet kadar insanın içini açan az şey var hayatta. Hepinize hakkıyla dinlediğiniz ve dinlendiğiniz günler diliyorum.