Kandinsky, soyut sanatı duyularla kavranamayan tinsel varlık, tinselliğin yansıması olarak yorumlar. Eser, sanatçının duygularının kaynağıdır ve izleyicide adlandırılmamış duyguları uyandırmalıdır. Sanatçı, eserlerinde tinselliği yakalamak adına ilk olarak kendi ruhunu beslemelidir. Eserlerin ruha hitap etmesi, sanatçının ruhsal zenginliğe sahip olmasını gerektirir. Sanatçı, sözcüklerin ve nesnelliğin ötesinde bir boyut sunmalıdır. Nesnel dünyanın dışına çıkıp, kendi ruhunu yansıtan yeni bir biçim dünyası yaratmalıdır. Eser, renk ve biçimleri ile göze değil, ruha hitap etmelidir.
Kandinsky, kendi eserlerinde geometrik şekillere yer vermiştir. Sanatçı, ruhun yaşamını bir üçgene benzetir. Üçgenin en üst noktası bugündür ve bugün, dün ve yarın ile birbirlerine bağlıdır. İç içe geçen daireler ben-merkez anlayışının kesişimine referans gösterir. Dairelerin başı ya da sonu, çizgilerin ise hangi ucunun başlangıç noktası olduğu belirsizdir. Renklerin ise ruha etkisi geçici ve yüzeysel bir etkisi olduğunu savunur. Fakat duyarlı ve beslenmiş bir ruh, rengi daha derin algılar. Kandinsky’e göre beyaz, doğumdan önceki hiçlik ve tüm renklerin kaybıdır, siyah ise sondur, sonun zeminini hazırlar. Mavi insanlarda denizi ya da açık gökyüzünü andırır, dinginliktir, kırmızı ise akan kanı çağrıştırır, heyecandır. Renkler, izleyiciyi form ve kompozisyon kadar etkiler. Yanlış renk, yanlış etkiyi oluşturur. Bir araya gelen renkler, kendi frekansları (çağrışım) ile bir ritim oluşturur.
Nesnel gerçekliğin ön planda tutulduğu eserler, bir çerçeve içerisine sıkışmıştır. Oysa ki soyut form gizemini korur ve merak uyandırması dolayısıyla çekicidir. Ayrıca soyut formlar, ruhu harekete geçirir, hayal gücünü besler. Her ruh birbirinden farklıdır ve her renk insanlara farklı bir çağrışım yapar. Bu durum, soyut resim izleyicilerine deneysel bir izleme deneyimi sunar. Eser, kişiye özgü hissiyatlar uyandırır, kişiye özgüdür. Nesnelliği baz alan eserlerde sanatçı, gördüğü ile tuval arasına sıkışıp kalmıştır. Direkt bir aktarım vardır ve neredeyse yoruma kapalıdır. Sanatçının ruhunu esere aktarma oranı, el becerisi, deneyimden bağımsız hareket edemez. Soyut sanat, aynı Kandinsky’nin daireleri gibidir, sonu yoktur ve her dönüşte farklı deneyimlere açık hale gelir.
"Görsel algı, görme duyusundan farklıdır."
Kandinsky, soyut sanatı duyularla kavranamayan tinsel varlık, tinselliğin yansıması olarak yorumlar. Eser, sanatçının duygularının kaynağıdır ve izleyicide adlandırılmamış duyguları uyandırmalıdır. Sanatçı, eserlerinde tinselliği yakalamak adına ilk olarak kendi ruhunu beslemelidir. Eserlerin ruha hitap etmesi, sanatçının ruhsal zenginliğe sahip olmasını gerektirir. Sanatçı, sözcüklerin ve nesnelliğin ötesinde bir boyut sunmalıdır. Nesnel dünyanın dışına çıkıp, kendi ruhunu yansıtan yeni bir biçim dünyası yaratmalıdır. Eser, renk ve biçimleri ile göze değil, ruha hitap etmelidir.
Kandinsky, kendi eserlerinde geometrik şekillere yer vermiştir. Sanatçı, ruhun yaşamını bir üçgene benzetir. Üçgenin en üst noktası bugündür ve bugün, dün ve yarın ile birbirlerine bağlıdır. İç içe geçen daireler ben-merkez anlayışının kesişimine referans gösterir. Dairelerin başı ya da sonu, çizgilerin ise hangi ucunun başlangıç noktası olduğu belirsizdir. Renklerin ise ruha etkisi geçici ve yüzeysel bir etkisi olduğunu savunur. Fakat duyarlı ve beslenmiş bir ruh, rengi daha derin algılar. Kandinsky’e göre beyaz, doğumdan önceki hiçlik ve tüm renklerin kaybıdır, siyah ise sondur, sonun zeminini hazırlar. Mavi insanlarda denizi ya da açık gökyüzünü andırır, dinginliktir, kırmızı ise akan kanı çağrıştırır, heyecandır. Renkler, izleyiciyi form ve kompozisyon kadar etkiler. Yanlış renk, yanlış etkiyi oluşturur. Bir araya gelen renkler, kendi frekansları (çağrışım) ile bir ritim oluşturur.
Nesnel gerçekliğin ön planda tutulduğu eserler, bir çerçeve içerisine sıkışmıştır. Oysa ki soyut form gizemini korur ve merak uyandırması dolayısıyla çekicidir. Ayrıca soyut formlar, ruhu harekete geçirir, hayal gücünü besler. Her ruh birbirinden farklıdır ve her renk insanlara farklı bir çağrışım yapar. Bu durum, soyut resim izleyicilerine deneysel bir izleme deneyimi sunar. Eser, kişiye özgü hissiyatlar uyandırır, kişiye özgüdür. Nesnelliği baz alan eserlerde sanatçı, gördüğü ile tuval arasına sıkışıp kalmıştır. Direkt bir aktarım vardır ve neredeyse yoruma kapalıdır. Sanatçının ruhunu esere aktarma oranı, el becerisi, deneyimden bağımsız hareket edemez. Soyut sanat, aynı Kandinsky’nin daireleri gibidir, sonu yoktur ve her dönüşte farklı deneyimlere açık hale gelir.
"Görsel algı, görme duyusundan farklıdır."