Ümraniye'de bir gecekonduda bulunan el bombalarıyla başlayan sürecin bugünlerde bir genel / kısmî af tartışmasına taşındığını görenler muhtemelen "bir yaşıma daha girdim" diyordur herhalde. Nasıl demesin ki, "burası Türkiye" vecizesiyle tanımlanan absürdlüklerin bile kat kat üstüne çıkan bir durumla karşı karşıyayız. Şöyle bir hatırlayalım dilerseniz; Ergenekon şemsiyesi altında o günden bu yana, Balyoz Darbe Planı Davası, Askeri Casusluk Davası, Oda TV Davası, Devrimci Karargah Davası, 28 Şubat Davası, Bülent Arınç'a suikast girişimi iddiası ve benzeri onlarca konu Türkiye'nin gündemini belirledi.
O günlerde bu davaları hem esas hem de usûl açısından değerlendiren isimler temelde şunları söylüyordu:
1- Bu davalar hukuki değil siyasi davadır.
2- Bu davalar Gülen Cemaati eliyle yürütülen intikam operasyonudur
3- Delillerin önemli bir kısmı sahte ya da fabrikasyondur
4- Mahkemeler adil yargılama yapmıyor
5- Birbirini hiç görmemiş hatta tanımayan insanların örgüt olduğu iddia ediliyor
Genel çerçevesini bu şekilde çizebileceğimiz itirazlara o dönem iktidardan yana tavır aldığını açıkça ortaya koyan kesimlerden gelen eleştirilerse farklı cümlelerle ifade edilse de aslında şöyle bir çerçeveye oturuyordu:
"Vesayetçi, Ergenekoncu, elitist, dış mihrak piyonu..."
İktidar ise bu dönemde soruşturmaların ve davaları sahiplenip, önünü alabildiğine açmış ve bu tutum bizzat başbakanın "ben Ergenekon'un savcısıyım" sözleriyle kristalleşmişti.
Neyse; buraya kadar olan kısmı hepimiz biliyoruz.
Bu davalarda verilen yüzyıllık cezaları da...
Fakat Gülen Cemaati ile AKP arasında başlayan iktidar mücadelesi bir anda tüm dengeleri değiştirdi.
Bu dengelerin değişmesi sonucu ise rüyada bile görsek inanamayacağımız gelişmeler yaşanmaya başladı.
AKP Ankara Milletvekili ve Başbakanın Siyasi Başdanışmanı Yalçın Akdoğan'ın, Star Gazetesinde kendi adıyla, Yeni Şafak'ta ise Yasin Doğan takma adıyla yazdığı iki ayrı yazıda MİT, Halkbank ve hatta bizzat başbakana komplo kurulduğunu söyledi. Fakat bunları söylediği cümlesinin giriş kısmında bir ibare vardı ki adete bir işaret fişeği görevi gördü: "Kendi ordusuna kumpas kuranlar" sözleriyle başlıyordu "kumpas" açıklaması...
Akdoğan sonrasında "ben genel konuştum" dese de o yazıdan itibaren iktidara yakın kalemler yeniden yargılama olanakları tartışmasıyla başlayan ve bugün denetimli serbestlik, kısmî af hatta genel affa kadar giden seçenekleri pazarlamaya başladı.
Tabii bu pazarlamayı yaparken yakın geçmişte, nerdeyse dün hatta, ağızlarından salyalar saçarak darbecilikle suçladıkları isimlerin argümanlarını hiçbir utanma belirtisi göstermeden kullanmaya başladılar. Dahası Hizmet Hareketi'ne yönelik eleştiri ve aleni suçlamalarındaki seviye ve uslup da eskiyi aratmıyor.
Peki bu seçeneklerden hangisi daha uygulanabilir, yeniden yargılama mı, kısmi af mı, yoksa denetimli serbestlik mi?
Çok uzatmadan söyleyelim. 2014 Türkiye için bir af yılı olacak. Bu af muhtemelen kısmi bir af olarak uygulamaya girecek. Devlet bu çerçevede sadece kendisine yönelik suçları affedecek. Şahsa karşı suçlarda ise af sözkonusu olmayacak . Bunu net olarak söyleyebiliyoruz çünkü bizzat başbakan geçmişte olduğu gibi yakın zamanda katıldığı bir TV programında da devletin bireye karşı işlenen suçları affetmesine sıcak bakmadığını söylemişti.
Af olmazsa da yeni ve kademeli bir denetimli serbestlik sözkonusu olabilir. Bunu da Abdülkadir Selvi'nin verdiği bilgilere dayanarak söyleyebiliyoruz. Selvi 2 Ocak 2014 tarihli yazısında bu yönde bir çalışma yapıldığını söylüyor.
Peki tüm şaibeleri ortadan kaldıracak, Türkiye'nin hem darbelerle hesaplaşmasını hem de adaletin tesis edilmesini sağlayacak olan "yeniden yargılama" neden tercih edilmiyor? Yasal eksiklik varsa hükümetin anında ihtiyaca binaen yasa çıkarttığını defalarca gördük. O zaman neden?
Yanıtı başbakanın sözleriyle verelim:
Çünkü (hükümet, cemaat, emniyet, MİT, iktidar basını v.d.) hepsi oradaydı be!
Ümraniye'de bir gecekonduda bulunan el bombalarıyla başlayan sürecin bugünlerde bir genel / kısmî af tartışmasına taşındığını görenler muhtemelen "bir yaşıma daha girdim" diyordur herhalde. Nasıl demesin ki, "burası Türkiye" vecizesiyle tanımlanan absürdlüklerin bile kat kat üstüne çıkan bir durumla karşı karşıyayız. Şöyle bir hatırlayalım dilerseniz; Ergenekon şemsiyesi altında o günden bu yana, Balyoz Darbe Planı Davası, Askeri Casusluk Davası, Oda TV Davası, Devrimci Karargah Davası, 28 Şubat Davası, Bülent Arınç'a suikast girişimi iddiası ve benzeri onlarca konu Türkiye'nin gündemini belirledi.
O günlerde bu davaları hem esas hem de usûl açısından değerlendiren isimler temelde şunları söylüyordu:
1- Bu davalar hukuki değil siyasi davadır.
2- Bu davalar Gülen Cemaati eliyle yürütülen intikam operasyonudur
3- Delillerin önemli bir kısmı sahte ya da fabrikasyondur
4- Mahkemeler adil yargılama yapmıyor
5- Birbirini hiç görmemiş hatta tanımayan insanların örgüt olduğu iddia ediliyor
Genel çerçevesini bu şekilde çizebileceğimiz itirazlara o dönem iktidardan yana tavır aldığını açıkça ortaya koyan kesimlerden gelen eleştirilerse farklı cümlelerle ifade edilse de aslında şöyle bir çerçeveye oturuyordu:
"Vesayetçi, Ergenekoncu, elitist, dış mihrak piyonu..."
İktidar ise bu dönemde soruşturmaların ve davaları sahiplenip, önünü alabildiğine açmış ve bu tutum bizzat başbakanın "ben Ergenekon'un savcısıyım" sözleriyle kristalleşmişti.
Neyse; buraya kadar olan kısmı hepimiz biliyoruz.
Bu davalarda verilen yüzyıllık cezaları da...
Fakat Gülen Cemaati ile AKP arasında başlayan iktidar mücadelesi bir anda tüm dengeleri değiştirdi.
Bu dengelerin değişmesi sonucu ise rüyada bile görsek inanamayacağımız gelişmeler yaşanmaya başladı.
AKP Ankara Milletvekili ve Başbakanın Siyasi Başdanışmanı Yalçın Akdoğan'ın, Star Gazetesinde kendi adıyla, Yeni Şafak'ta ise Yasin Doğan takma adıyla yazdığı iki ayrı yazıda MİT, Halkbank ve hatta bizzat başbakana komplo kurulduğunu söyledi. Fakat bunları söylediği cümlesinin giriş kısmında bir ibare vardı ki adete bir işaret fişeği görevi gördü: "Kendi ordusuna kumpas kuranlar" sözleriyle başlıyordu "kumpas" açıklaması...
Akdoğan sonrasında "ben genel konuştum" dese de o yazıdan itibaren iktidara yakın kalemler yeniden yargılama olanakları tartışmasıyla başlayan ve bugün denetimli serbestlik, kısmî af hatta genel affa kadar giden seçenekleri pazarlamaya başladı.
Tabii bu pazarlamayı yaparken yakın geçmişte, nerdeyse dün hatta, ağızlarından salyalar saçarak darbecilikle suçladıkları isimlerin argümanlarını hiçbir utanma belirtisi göstermeden kullanmaya başladılar. Dahası Hizmet Hareketi'ne yönelik eleştiri ve aleni suçlamalarındaki seviye ve uslup da eskiyi aratmıyor.
Peki bu seçeneklerden hangisi daha uygulanabilir, yeniden yargılama mı, kısmi af mı, yoksa denetimli serbestlik mi?
Çok uzatmadan söyleyelim. 2014 Türkiye için bir af yılı olacak. Bu af muhtemelen kısmi bir af olarak uygulamaya girecek. Devlet bu çerçevede sadece kendisine yönelik suçları affedecek. Şahsa karşı suçlarda ise af sözkonusu olmayacak . Bunu net olarak söyleyebiliyoruz çünkü bizzat başbakan geçmişte olduğu gibi yakın zamanda katıldığı bir TV programında da devletin bireye karşı işlenen suçları affetmesine sıcak bakmadığını söylemişti.
Af olmazsa da yeni ve kademeli bir denetimli serbestlik sözkonusu olabilir. Bunu da Abdülkadir Selvi'nin verdiği bilgilere dayanarak söyleyebiliyoruz. Selvi 2 Ocak 2014 tarihli yazısında bu yönde bir çalışma yapıldığını söylüyor.
Peki tüm şaibeleri ortadan kaldıracak, Türkiye'nin hem darbelerle hesaplaşmasını hem de adaletin tesis edilmesini sağlayacak olan "yeniden yargılama" neden tercih edilmiyor? Yasal eksiklik varsa hükümetin anında ihtiyaca binaen yasa çıkarttığını defalarca gördük. O zaman neden?
Yanıtı başbakanın sözleriyle verelim:
Çünkü (hükümet, cemaat, emniyet, MİT, iktidar basını v.d.) hepsi oradaydı be!