“Kısık Ateşte Düdüklü Tencere”

“Kısık Ateşte Düdüklü Tencere’yi sahnede görmek istememin temel sebebi, Bekir’in oyun boyunca sorguladığı meselelerdi. Birey olmak ve aile kaderi üzerine kendi içimdeki tüm soruları kâğıda döktüm” diyen yazarı Emir Taha Sarı ve “Hikâyenin yanında bizi ortak noktada buluşturan şey ise mutfağın kaosuydu. Aslında günlük hayatımıza çok paralel bir işleyişi var mutfağın…” sözlerinin sahibi yönetmen İrem Kalaycıoğlu ile konuştuk…
Dördüncü dönemine devam eden PSM Atölye’nin üçüncü sezonunda sahnelenen özgün oyunlardan biri olan “Kısık Ateşte Düdüklü Tencere” Şubat başında prömiyerini gerçekleştirdi. İlk üç yıl içinde toplam 69 mezun veren ve 26 özgün tiyatro oyununu sahneye taşıyan Zorlu PSM Atölye, dramatik yazarlık, tiyatro yönetmenliği ve tiyatro yapımcılığı alanlarında dersler sunarak ortaya çıkardığı projelerden biri olan “Kısık Ateşte Düdüklü Tencere”, profesyonel anlamda seyirciyle buluşan ilk PSM Prodüksiyonu… Bir diğer detay ise, yazarın da yönetmenin de ilk yazarlık-yönetmenlik mesaisi olması. Bu bakımdan da bu atölyeyi, gelecek projelerde gençlere alan açmak adına kıymetli buluyorum.
Emir Taha Sarı’nın kaleme aldığı, İrem Kalaycıoğlu’nun yönettiği ve Ezgi Yazıcı’nın yönetmen yardımcılığını yaptığı oyunun süpervizör / dramaturgisini Aylin Alıveren gerçekleştiriyor. Oyuncu kadrosunda, Emre Yıldızlar, İlyas Özçakır, Gül Doğa Selvi, Ferhat Teymur, Onur Akbay ve Yusuf Sarıaslan’ın yer aldığı oyunun, kostüm tasarımını ki aynı zamanda Doğukan Taylan Vargün’le birlikte dekor tasarımını da üstlenen Kayra Belen Yardımcı; ışık tasarımında Ammar Özçelik, ses / efekt tasarımında Yusuf Tan Demirel, müzik tasarımında ise Göksu Işık ve Gökhan Öcal imzası bulunuyor.
Anlaşılacağı üzere hikâye mutfakta geçiyor. Zamansa bir yemek pişimi veya taşımı veyahut tadımı kadar kısa; ama tüm nesnelerin sesleriyle ve eşlikçisi kokularıyla geçmişi ve bugünü araladığını düşünün! Ya da çocukluğunuza dair mutfaktaki bir fotoğrafı veya bir kokuyu düşünün! Şimdi özet geçeceğim bu hikâyeyi kafanızda biraz tahayyül etmeye çalışın ve üç günlük dünya hemhalinde kendinize bir güzellik yapın ve ajandanıza “Kısık Ateşte Düdüklü Tencere”nin tarihlerinden biri ekleyin; pişman olmayacaksınız, benden söylemesi! 30 metrelik dev bir yumurta Üsküdar’dan çıkıp Bekir şefi kovalamaya başlıyor. O sırada dostlarıyla zaferini kutlayan Beyefendi siparişini bekliyor. İçerisi giderek ısınıyor. Duvarlar eriyor, bina sallanıyor. Tüm bu kaosun ortasında, yumurtayı pişirmesi gereken Bekir ise fokurdamaya başlıyor. Bıçak olan şefler, kafasını kuma gömen kuşlar ve Kurt Cobain... Hepsi bu hikâyenin bir parçası. Kader aileden gelen bir miras mıdır? Sonsuz bir uyku insanı dinlendirir mi? Hiç kafanızı kaybettiniz mi? İnsan hiç tanımadığı bir kişiye benzer mi? Zaman ilerliyor, Beyefendi sabırsızlıkla yumurtasını bekliyor. Bekir, yumurta hazır mı?
Seyrine düşmekten mesut olduğum oyunlardan biri olarak us’umda temizinden yerini alan “Kısık Ateşte Düdüklü Tencere”nin yazarı ve yönetmeni ile bir röportaj gerçekleştirdik. (İç ses: Adından mütevellit “mutfağı” alana / dünyaya / hayata dönüştüren hikâyenin efsunu kesinlikle düdüklü tencere; şu kısacak ömrümüzde kimin daha uzun yaş mesaisi var ki; bi’vakit bir düdüklü tencerenin ıslığıyla biz de hamdık, piştik, olduk demeyecek miyiz!) Hep dediğim gibi geleceğin tiyatrosunda onların / gençlerin sesleri var; o sebeple de tüm emekçi gençlere selam olsun diyerek ve fonumuzu da eksik etmeyerek Tom Waits’in (2006 çıkışlı) “Orphans: Brawlers, Bawlers & Bastards” albümünü düşebiliriz… (Es notu: Oyun fotoğrafları Cem Gültepe.)
“Bekir bir cevap arıyor ama ben aramadım”
İzninizle sondan başlamak isterim. ABD’li bilimkurgu yazarı Philip K. Dick, “Gerçeklik, ona inanmayı bıraktığınızda bile kaybolmayan şeydir” der ve ekler: “Gerçekliğe verilecek en uygun tepki bazen delirmek olur.” Üstadın tarifinden yola çıkarak sizin kişisel ve tiyatro hayatınızın kadrajından 2024 yılı “Z Raporu”ndan ortaya nasıl bir fotoğraf çıkar? Ve 2025 yılı için kısa ve uzun vadede dünyaya ve tiyatroya karşı öngörünüz ne olur?
Emir Taha Sarı: 2024 yılı bir fotoğraf olsaydı, o fotoğrafın pek de iç açıcı olmayacağını düşünüyorum. Geçtiğimiz yıl itibariyle ülkece zor dönemlerden geçtik. Yılın başından sonuna kadar üzüldüğümüz, yıprandığımız ve anlamakta güçlük çektiğimiz pek çok olay yaşadık. Bence sanat, bulunduğu ülkenin koşullarından ve ruh halinden bağımsız olamaz, olmamalı da. Bu yüzden, 2024 yılı sanatın iyileştirici gücünü daha güçlü hissettiğimiz bir yıl oldu. Kişisel açıdan, geçen yıl benim için tiyatro adına umut veren gelişmelerin habercisiydi. Ancak büyük ölçüde daha çok çalışmak ve beklemekle geçti. 2025’e geldiğimizde ise, oyunumun sahnelenmesiyle birlikte belirsiz ama içinde olmaktan mutluluk duyduğum bir durumdayım. Bu açıdan baktığımda, kendime “keyfim yerinde” demek biraz haksızlık olur! Dünya için ne düşündüğümü sorarsanız ne yazık ki pek umut dolu bir tablo çizemem. Dünya, tarihin her döneminde, aklın gölgede kaldığı ve delilerin söz sahibi olduğu bir yer oldu. Bizler çimen misali ezilen taraf olduk. Ancak zamanla görüyoruz ki, fillerin sayısı giderek artıyor. Şimdi ise neredeyse tam anlamıyla bir “delilik çağı”na geçmiş gibiyiz. Hayatlarımızı Chuck Palahniuk romanlarının karakterleri gibi yaşıyoruz. Dilerim ki bu yıl, deliliklerin yarattığı zararlarla en az hasarla baş edebileceğimiz bir yıl olur. Dilerim ki dünyanın hiçbir yerinde insanlar, sırf özgürlüklerini savundukları için hayatlarını kaybetmesin. Ve umarım dünya herkes için aynı hızla döner. Çünkü birileri için zaman geçip giderken, aynı dünyada yaşayan bazılarımız için ne yazık ki duruyor. Evet, dünya hakkındaki düşüncelerim pek iç açıcı değil. Ancak öfkem diri, umudum var ve iyiliğe olan inancım hâlâ ayakta. Daha ne olsun?
İrem Kalaycıoğlu: Dünya bize çocukken anlatılan yer değil artık. 2024’e baktığımda hem kişisel hem toplumsal hem de sanatsal açıdan karmaşık, karamsar ve değişimlerin yaşandığı bir dönem görüyorum. Tiyatro tüm bunlara rağmen kendi gerçeğini anlatmaya devam ediyor. Kişisel olarak, sanatı bir kaçış değil, aksine gerçekliği keşfetmek ve onunla yüzleşmek için bir araç olarak görmeye çalışıyorum. Aslında hepimiz yaptığımız işlerde bu karmaşık gerçekliklere yeni pencereler açmaya çalışıyoruz. Belki de bu yüzden üretmeye çalışırken dilimizde “deli işi bu” cümlesi sürekli yer ediyor. Tiyatro, ona olan inancımızdan bağımsız olarak ayakta kalan ve sürekli evrilen bir gerçeklik. Dolayısıyla tüm bu değişimle / dönüşümle mücadele ederken sanatı ve tiyatroyu bir sığınak, bir yol gösterici olarak görmeye ve hatta buna ihtiyaç duymaya da hep devam edeceğimizi düşünüyorum.
Gelelim adıyla şenlikli ve bir o kadar da manidar “Kısık Ateşte Düdüklü Tencere”ye… Perde arkasını sizden dinlemek isteriz, hikâye nasıl ortaya çıktı, yaratımı nasıl oluştu? Sahnede görmeye heves ettiren meramınız neydi?
Emir Taha Sarı: Bu projenin, atölyede dersler devam ederken yavaş yavaş şekillendiğini söylemek yanlış olmaz. Başlangıçta, belirlenen şartlara göre yazmaya başladığım metin, İrem’in rejisiyle birlikte ayakları yere daha sağlam basan bir forma dönüştü. Sürekli yaptığımız toplantılar, fikirlerin birbirine eklemlenmesi ve her taslağın ardından karşılıklı paylaşımlar, bizi birbirimizi anlayabildiğimiz güçlü bir noktaya taşıdı. Hem oyuncular hem de kreatif ekip, “Kısık Ateşte Düdüklü Tencereyi” en az bizim kadar sahiplendi. Bu süreçte fark ettim ki, bir işe duyulan güven ve inanç, o işin iyi olmasında gerçekten büyük bir etken. Bu hikâyeyi sahnede görmek istememin temel sebebi, Bekir’in oyun boyunca sorguladığı meselelerdi. Birey olmak ve aile kaderi üzerine kendi içimdeki tüm soruları kâğıda döktüm. Çevremde, “Beyefendiler” tarafında sıkışıp kalan insanları gözlemledim ve onlar hakkında hep merak ettiğim şeyleri anlamlandırmaya çalıştım. Aslında bu hikâyeyi seçmemin nedeni, yazmanın özündeki güce tutunma isteğimdi: anlamlandırmak. Kafamda dönen, içimi kemiren, beni boşlukta hissettiren tüm o soruları anlamak istedim. Cevaplar aramak ya da bulmak hiçbir zaman amacım olmadı. Bekir oyunda bir cevap arıyor; ama ben aramadım. Bekir üzerinden, kendi içimde bir şeyleri çözmeye ve anlamlandırmaya çalıştım.
İrem Kalaycıoğlu: Hikâye, PSM Atölye kapsamında bir kısa oyun olarak ortaya çıktı aslında. Geçen sezon atölye sürecinin sonunda 30 dakikalık bir versiyonla seyirciyle buluştu. Daha sonra hem ekip içi isteğimiz hem de aldığımız güzel tepkilerle oyunu çalışmaya devam ettik. Hikâyenin yanında Emir’le bizi ortak noktada buluşturan şey ise mutfağın kaosuydu diyebilirim. Aslında günlük hayatımıza çok paralel bir işleyişi var mutfağın. Korkularımız, kaçtıklarımız, baskılarımız farklı belki ama telaşımız aynı, sıkışıklığımız aynı. Bunları düşünmek benim için başından beri oldukça heyecan vericiydi. Tüm yaratım sürecinde de ekipçe en temelde bundan beslendik. Bir de tabi aynı dili konuşabilmenin ve aynı dilde tartışabilmenin çok önemli olduğunu düşünüyorum; yani ekip olabilmenin. Konu ne olursa olsun herkes aynı titizlikle çalışıp aynı şekilde işi sahiplendiğinde, bence ortaya kötü bir şey çıkması mümkün değil.
“30 metrelik dev bir yumurta Üsküdar’dan başlıyor Bekir şefi kovalamaya!” Bu fantastik tondan merhabasını veren, öncesinde kısa oyun, sonrasında 70 dakikalık bir alan / hayat kazanan bu hikâyeyi sahneleme aşamasında hangi tür enstrümanları masaya yatırdınız? Sahnelerken öncelikleriniz veya dikkat kesildiğiniz nelerdi?
İrem Kalaycıoğlu: Amacımız temelde metnin taşıdığı gerilimi ve absürt öğeleri doğru şekilde seyirciye aktarmaktı. Hikâyenin doğasında var olan belirsizlik ve absürtlük, sahneleme sürecinde bize sürekli olarak yeni yaratıcı çözümler ve bakış açıları sundu. Hem duygusal hem de fiziksel bir atmosfer yaratmak, mutfağın her an yaşayan bir mutfak olması önemliydi, dolayısıyla bu alanın matematiğini kurmaya öncelik verdik diyebilirim. Ve tabii dekor da bu noktada çok yol göstericiydi. Tasarımcılarımız Kayra ve Doğukan ile oyuna en iyi şekilde hizmet edecek dekoru oluşturma konusunda yaptığımız çalışmalar dünyayı oluşturmamızda çok yardımcı oldu.
“Hepimiz geçmişimizin gölgesinde büyüyoruz”
“Kader aileden gelen bir miras mıdır? Doğduktan sonra küçülebilir mi insan? Sonsuz bir uyku insanı dinlendirir mi? Hiç kafanızı kaybettiniz mi? İnsan hiç tanımadığı bir kişiye benzer mi? Balıklar da satranç oynar mı?” Oyunda tüm bu soruları kerteriz aldığınız rotadan, ben de siz yaratıcılarına sormak isterim; yorumunuz ne olur, hissiyatınızda ve düşünce dünyanızdaki karşılıkları nelerdir?
Emir Taha Sarı: Belki kulağa biraz saçma gelebilir, ama hâlâ bu sorulara bir cevap bulabilmiş değilim! Sürekli didinip duruyorum. Bazen “Evet, aile, kaçamayacağın bir kader gibi hep peşinden gelir” diyorum. Ama bazen de “O zaman insan niye yaşıyor ya da yaşamaya çalışıyor ki? İnsan büyürken aileyi geride bıraka bıraka ilerliyor. Dostlarıyla yeni bir aile kuruyor. Eşiyle, çocuğuyla, hatta kedisiyle, köpeğiyle aile oluyor. Böylece miras aldığı kaderden kurtuluyor” diye düşünüyorum. Yine de hâlâ bu iki düşünce arasında gidip geliyorum. İçimde bir ses, hep bu ikisinin tam ortasında duran bir şeyler fısıldıyor. Sanki ne tam bir yanda ne de diğer yanda durabiliyor. (Ayrıca, balıkların satranç oynayabilmesini çok isterdim. Belki o zaman yaşanan her şeyi hatırlarlardı. Unutmak bu kadar kolay olmazdı. Çünkü̈ insanın bu kadar çabuk unutabilmesi, kendine yaptığı en büyük ihanet sanırım.)
İrem Kalaycıoğlu: Oyunun seyirciye yönelttiği tüm bu sorular, insanın hayatla, kimliğiyle ve çevresiyle kurduğu ilişkiyi, dünya ile kurduğu bağı sorguluyor. İnsan, sürekli değişen bir varlık; geçmişiyle, çevresiyle, kendisiyle ve bazen de bilinçaltıyla savaşıyor. Bu çekişmeler, bir yandan insanı sınırlarken, bir yandan da ona büyüme ve değişme fırsatı sunuyor. Bazen kendini kaybetme ya da bir süreliğine ortadan kaybolma ihtiyacını ortaya çıkarıyor. Ama kaybolmak, aslında yeniden bulma sürecinin de başlangıcı olabilir. Hepimiz geçmişimizin gölgesinde büyüyoruz. Bu bizi sınırlayabilir ama diğer yandan daha özgür bir birey olmaya da zorlayabilir. Mesele gölgelerin üstesinden nasıl gelmeye çalıştığımız belki de. Hepimiz bunun için uğraşıyoruz.
Oyunun derdi, meramı nedir; sürprizi kaçmadan biraz siz yaratıcılarının gözünden dinlemek isteriz? Nasıl bir hikâyedir sahnede dikkat kesildiğimiz?
Emir Taha Sarı: Oyun, babasının mesleğini olduğu kadar kaderini de sürdüren bir adamın yüzleşmelerle örülü hikâyesini anlatıyor. Bekir şefin hayatındaki sorulara bir cevap aradığı bu gece, yumurtalar, eriyen duvarlar, tartışmaya tutuşan şefler, tarifler ve “tepedekiler” eşliğinde kara komediyle seyirciye sunuluyor. Sanırım daha fazla bilgi spoiler olabilir!
İrem Kalaycıoğlu: Babasından miras mutfakta bir yandan kusursuz bir tarif peşinde koşarken, diğer yandan geçmişiyle yüzleşmek zorunda kalan Bekir şefin mutfaktaki bir gününü izliyoruz aslında. Tüm bunların arasında hem hayatı hem de mesleğiyle ilgili büyük bir sorgulamanın içine düşüyor. Devamı oyunda!
Bugünün / günümüz “Kısık Ateşte Düdüklü Tencere” karakterleri kimlerdir sizce? Sisteme eleştirisini hangi tondan ve renkten yapmaktadır?
Emir Taha Sarı: Bu noktada içindeki sıkışmışlığı patlayarak dışa vuran herkesi örnek gösterebilirim, özellikle de politik bir kimliğe sahip olanları… Hakkını savunan herkesi… Bizleri sürekli sıkıştıran “Beyefendiler” o kadar çok ki, takvimde mücadeleye ayrılacak bir gün bulmak hiç̧ de zor olmuyor. Gerekirse 12 ayın her bir günü̈ bir isimle anılır, bir hak uğruna mücadele edilir. Çünkü̈ dünya, ancak herkes için yaşanabilir olduğunda gerçekten güzel bir yer haline geliyor.
İrem Kalaycıoğlu: Belki biraz klişe olacak ama her birimiziz aslında. Modern hayatın içinde sıkışmış hem toplumsal baskılarla hem de kendi içsel çatışmalarıyla mücadele eden herkes. Bir yandan otoriteye uyum sağlamak zorunda hissederken ya da zorunda bırakılırken, bir yandan da kendi kimliğini ve yetkinliğini kanıtlama çabası içinde boğulan, aidiyet ve kabul arayan herkes. Sistemle olan ilişkimizde daimî bir bulanıklık, belirsizlik ve yetersizlik hissi var. Bunu oyunda Bekir şef ve tüm karakterler üzerinde görebildiğimizi düşünüyorum.
“Az soslu ağlama krizleri yolda”
Metni prova ve sahneleme aşamasında yaşadığınız, ilginç, absürt veya “bu da varmış” dediğiniz neleri tecrübe ve yeniden teyit ettiniz; ya da şu an aklınıza gelen, tebessüm ettiren neler oldu bu süreçte? Ayrıca oyunu yaratım ve provalar boyunca fonunuzda, kafanızda sürekli dönen dolaşan neydi?
İrem Kalaycıoğlu: Oyunların prova süreci bana hep çok sihirli geliyor. Birlikte üretme halini, birkaç saatliğine kafa kafaya verip, her şeyi dışarıda bırakıp o prova alanında bir arada olmayı çok seviyorum. Bulunan ufacık bir şeyin çözdüğü düğümleri görmek her seferinde etkileyici oluyor. Süreçte her şey hayal ederek başlıyor ve ilerliyor. Hayal ettiklerimin ne kadarını sahneye taşıyabileceğim konusunda kaygılarım vardı tabii ve bu da beni aslında sürekli kafamın içinde alternatif planlar döndürmeye itiyordu. Çok fazla şeyi tecrübe etme fırsatım oldu. Her prova farklı bir enerjiyle geçiyor ve her prova iyi geçmeyebiliyor mesela. Bununla barışmak oldukça zordu. Yönetmen yardımcımız Ezgi ile birbirimize bakıp, “Artık hiçbir şey göremiyorum” dediğimiz de oldu, birbirimizin gözü olduğumuz da. Günün sonunda tebessüm ettiren şeyler hep daha fazlaydı. Herkesin birbirine sarıldığı keyifli provalar geçirdik. “Tamam güldük eğlendik, hadi!” provalarda kurmayı en sevdiğim cümleydi.
İlk yazarlık ve ilk yönetmenlik mesainiz, hem de 20’li yaşlarda gençlersiniz. Üstüne şarkıların sözlerinde de emeğiniz var. Bu yarattığınız hikâye, tiyatro kariyerinizde / güzergâhınızda nerede duruyor -eminim- heyecanı bambaşkadır ama hayatınıza düşen ifadesini sizden dinlesek? Bu bağlamda biraz da kendinizden bahsetmenizi isteyeceğim?
Emir Taha Sarı: “Kısık Ateşte Düdüklü Tencere her zaman benim için özel bir noktada kalacak. Bunu işin iyi ya da kötü olmasından bağımsız bir şekilde söylüyorum. Tüm süreç boyunca, etrafımızdaki insanlardan bulunduğumuz yere kadar ne kadar şanslı olduğumuzun farkındaydık. Ancak bu şans bize “armut piş” misali gelmedi. İrem’le birlikte tırnaklarımızla kazıya kazıya, her yolu deneye deneye bu işi sahneye taşımaya çalıştığımız günleri hatırlıyorum. Necati ve Yasemin’le buluşup saatlerce onların başını şişirdiğimiz zamanlar oldu. Onlar da aynı özveriyle kafa patlatıp çözüm yolları aradılar. Mücadele edip bir şey kazanmak, insanın sıkça yaşadığı bir şey değil maalesef. Ama başardığınızda nasıl bir mutluluk verdiğini bu süreçte öğrendim. Lisede güzel sanatlar okuyup tiyatro serüvenime başladığımdan beri, hep işler yolunda gitmediğinde ne yapacağımız üzerinden konuşulurdu. Ancak kimse bana, bu ekipte karşılaştığım gibi hayran olunası insanlarla tanışacağımı söylememişti. Bugün, böyle bir ekibin parçası olmaktan dolayı gerçekten mutluyum. Bu oyun hem anlattıklarıyla hem de yaratım sürecindeki hikâyesiyle benim için çok özel bir yerde duruyor. Dilerim seyircilerimiz de oyunu izlerken eğlenir, güzel vakit geçirir ve keyif alır. Oyunun serüveninin uzun soluklu olması dileğiyle...
İrem Kalaycıoğlu: “Kısık Ateşte Düdüklü Tencere” benim için sadece bir yaratım süreci değil, aynı zamanda muhteşem bir ekiple geçirdiğim unutulmaz bir yolculuk oldu. Hayatımda birçok şeyi sorguladığım bir dönemde bana ışık tuttu. Başta sevgili Şevval Çakır olmak üzere, bu işin peşini bırakmayan herkese de buradan tekrar teşekkür etmek isterim bu vesileyle… Bir oyunu yönetme fikri içimde heyecanlandığım fakat cesaret edemediğim bir yerde duruyordu. Atölye ve tüm oyun ekibi olmasa bu fikir hâlâ oralarda bir yerlerde bekliyor olurdu muhtemelen. Birçok oyunun sahne arkası sürecine dahil olmuş olsam da deneyimlerim temelde oyunculuk üzerineydi. Oyun tüm bu deneyimlerin / gözlemlerin izini bu sefer sahne üzerinde değil de sahne arkasında gördüğüm bir oyun oldu. Başlarken de beni en heyecanlandıran şey buydu. Bu kadar zaman ne gözlemledim ne deneyimledim ne birikti? Biriktirdiklerimin yönetmen gözünden nasıl görüneceğini merak ediyordum. Şanslıyım ki ilk işimde bu kadar elimden tutan bir ekipleydim.
Oyunda en sevdiğiniz bölüm / replik hangisi ve neden?
Emir Taha Sarı: Ana rahmine dönüş̧ sahnesine bayılıyorum. Sevdiğim ve bana ait olduğunu hissettiğim mizahı yansıtıyor: pervasız, tezatlarla dolu ve fütursuz. Tam olarak ben! En sevdiğim replik ise kesinlikle şu: “Dün gece rüyamda 30 metrelik bir yumurta beni kovaladı.” Hem bendeki anısı hem de oyunun en sarkastik repliklerinden biri olmasıyla gönlümde ayrı bir yeri var.
İrem Kalaycıoğlu: Oyunun absürt dilini çok seviyorum, dolayısıyla metindeki gerçekliği kıran repliklerin hepsi diyebilirim aslında... “Az soslu ağlama krizleri yolda” olsun! Günlük konuşmalarımda kendisine fazlasıyla yer bulmuş bir replik. Ekip içi de provalarda birbirimize durum bildirirken kullanır olmuştuk. Şimdi böyle bakınca tüm süreci de özetliyor gibi!
Tesadüf bu ya, hayat verdiğiniz oyun içindeki karakter(ler)le aynı mahalle ya da apartmanda tanışsınız. Hayat hikâyelerini de bir şekilde biliyorsunuz. Ve bir vakit de aynı masalarda kelama düşmüşünüz, onlara bir cümleniz olsa, bu ne olurdu?
İrem Kalaycıoğlu: Pek bir şey söyleyemezdim ama her birine ayrı ayrı “yalnız değilsin” demek isterdim. Bir de konudan bağımsız Dilek karakteriyle mutfağı uzun uzun çekiştirebilirdim gibi hissediyorum!
Emir Taha Sarı: Bekir ile asla diyaloğa girmezdim, bunu gönül rahatlığıyla söyleyebilirim! Ama garson ve mutfak karakterleri, hayatlarını merak ettiğim, konuşmak istediğim ve empati kurmayı daha kolay bulduğum kişiler olurdu. Onlara ne söylerdim, inanın bilmiyorum. Çünkü̈ durumlarıyla kendi durumum arasında çok da bir fark yok. Eğer bir şey söyleyecek olsam, herhalde önce kendime söylerdim. Yine de onlar için tek bir dileğim var: O mutfaktan çıkmaları. Böylesine sıkışmış̧, patlamaya hazır bir mutfaktan kurtulup hayatlarının tadını çıkarabilecekleri başka bir mutfağı görmelerini umuyorum.
“Tiyatroyu bilenlerin seyrettiği bir sanat”
Uzun yıllardır Türkiye tiyatrosu güzergâhında yerli metin sıkıntısı olduğu dile getiriliyor. Fakat sade bir seyirci olarak yıllardır, sizin gibi gençlerin kadrajından çıkmış böylesi tadında hikâyelerle hemhal olmak aklıma, fırsat verilmiyor veya risk almamak adına kolayı seçiliyor düşüncesini getiriyor. Peki, siz bugün, tiyatro yazarlığı ve yerli metin sıkıntısı ifadelerinde ne düşünüyorsunuz?
Emir Taha Sarı: Yerli metin problemi gerçekten canımı sıkan en önemli unsurlardan biri. Bir oyuncu kimliğiyle de bu durum beni rahatsız ediyor. Çünkü̈ ben, oyuncu olarak bu ülkenin insanlarının dertlerini, sorunlarını temsil ederek oynamak istiyorum. Sahnede sadece güzel gözükmek için oynamanın zamanı çoktan geçti. Her şeyin bir amacı olmalı. Hem yazarlığımda hem de oyunculuğumda bu amacı öncelik olarak benimsedim. Bu memleketin insanlarının bildiği, anımsadığı ve empati kurabileceği şeyleri sahnede görmek istiyoruz İngilizlere bu konuda öyle bir özenim var ki! Kendi hikâyelerine duydukları saygı ve özen gerçekten takdire değer. Umarım, bu durumu hem ödenekli hem de ödeneksiz tiyatrolar fark eder. Yerli metinlerimizin ve yazarlarımızın sayısı artıyor, ama henüz çok yolun başındayız. Daha fazlasına ihtiyacımız var, çok daha fazlasına! Daha fazla renk, üslup, tarz ve çeşitliliğe… Çünkü̈ bu ülkede herkesin, hepimizin bir hikâyesi var. Hatta bu toprakların bile bir hikâyesi var! Bunlara sıkıca tutunmalı, bizim olanı daha da özenle yaşatmalı ve var etmeliyiz gibi geliyor bana. Dilerim, sahnelerde yerli metinlerin sıklığını gün geçtikçe daha fazla görürüz. Aksi takdirde tiyatro, sadece tiyatroyu bilenlerin seyrettiği bir sanat aracı olmaktan öteye geçemez. Oysa herkes, akşamını ayırıp keyifli bir vakit geçirmek isteyen her insan, tiyatroya gelmeli.
İrem Kalaycıoğlu: Yerli metin sıkıntısını biraz açmak gerektiğini düşünüyorum. Türkiye tiyatrosunda bu uzun süredir dile getiriliyor fakat bazen de yerli metin hiç yazılmıyormuş gibi konuşuluyor. Halbuki hayır. Maalesef yeni isimlerin kendilerini gösterebilecekleri alanlar yeterince oluşturulmuyor. Sahneler, yapımcılar tereddüt ediyor çünkü günün sonunda bu oyunun bilet satması gerekiyor. Böyle bir kısır döngüde sektörün her köşesinde aynı isimleri görüp duruyoruz biz de. Halbuki cesur adımlar atabilmek ve farklı seslere yer açmak, tiyatronun gelişimi için hayati önem taşıyor. Yerli metinler, içinde bulunduğumuz topluma dair daha derin ve özgün bir bakış açısı sunarken, maalesef bu alanda genç yazarlara fırsat verilmediğinde hem tiyatronun ilerleyişi yavaşlıyor hem de büyük bir potansiyel göz ardı ediliyor. Yeni metinler yazım ve sahneleme konusunda yeterli desteği bulamazken, bilindik metinler tercih ediliyor çünkü bu metinler daha güvenli bir alan sağlıyor. Risk almanın ve yeni bakış açıları getirmenin tiyatroda yenilikçi işler görmemizi sağlayacağına inanıyorum. Bir seyirci gözüyle ben de gittiğim oyunlarda bunu arıyorum.
Türkiye ve belki de İstanbul tiyatrosu demeliyiz; nasıl gözlemliyorsunuz son yıllardaki yaratımları / oyunları, oyunculukları? Beklentileriniz tiyatro ve ustalara veyahut yapılanlara dair nelerdir?
Emir Taha Sarı: Herkes bir şekilde ülkemizdeki tiyatroyu, küçük ya da büyük fark etmeksizin, ileri taşımaya çalışıyor. Ancak durum ve şartlar ortada. Bir ülkenin sanatı, bulunduğu yerden bağımsız olamaz, olamıyor. Şartlar zorlaştığında, bilerek engellendiğinde ve korkutulduğunda da sanat, direnebildiği kadar direniyor. Ama buna rağmen yine de ses çıkıyor. Dilerim, şartların iyileştiği zamanlarda, tiyatromuz sadece “İstanbul” tiyatrosu olmaktan çıkar ve her bir yana yayılan, farklı noktalara ulaşan bir yapıya bürünür. Bu, sektörümüzün büyüyüp genişlemesi ve güçlenmesi açısından çok önemli. Ayrıca, sanatın herkese ait olmadığını kim söyleyebilir? Eğer sanat herkes içindeyse, o zaman herkes ulaşabilmeli.
İrem Kalaycıoğlu: Ülke şartlarında tiyatronun gittiği noktayı çok olumlu göremiyorum. Zaten tam olarak bu sebepten maalesef bir İstanbul tiyatrosundan söz ediyoruz. Fakat tüm bunlara rağmen bir şekilde tiyatro kendini var ediyor ve ben de buna inandığım için hâlâ bu işi yapmaya devam ediyorum. Örneğin, bugün izlediğimiz işlerde farklı sahneleme teknikleri, alternatif mekanlar ve yeni anlatım biçimlerinin denendiğini görmek çok sevindirici. Fakat sanatın devamlılığı ve niteliği için hem maddi hem manevi destek şart. İstanbul gibi büyük bir şehirde bile yeterince sahne ve seyirci bulmak zor olabiliyor, bu da yaratıcı projelerin önünü tıkayabiliyor. Maddi kaygılardan hiç bahsetmiyorum bile. Türkiye’de tiyatro yapmak, birçok sanatçının yaratıcı gücünü ortaya koymak için verdiği büyük bir mücadeleye dönüşmüş durumda. Sistem, sanatın ve tiyatronun gelişmesi için gerekli olan temel destekleri sunmakta oldukça yetersiz kalıyor. Sonuç olarak, Türkiye’de tiyatro yapmak sadece bir sanat üretimi değil, aynı zamanda zorlu bir sistemin içinde hayatta kalmaya çalışmak anlamına geliyor. Ama tabi umut hep var!
Son aylarda sizi etkileyen veyahut iyi gelen performans, oyun, film, albüm / şarkı, sergi, kitap veyahut bir an’dan neler var; paylaşırsanız, bizler de nasiplenelim isterim?
Emir Taha Sarı: Bu aralar çok sevdiğim iki albümü tekrar dinlemeye başladım: King Crimson’ın “In the Court of the Crimson King” ve Farazi V Kayra’nın “Hayalet Islığı”. Eğer klasik eserlerin sıkıcı olduğunu düşünüyorsanız, MUBİ’ye gelen “Grand Theft Hamlet”i kesinlikle öneririm. Gıptayla bakıp, aklıma nasıl gelmediğine üzüldüğüm bir iş. Bu sezon Kimiki Tiyatro’nun sahnelediği “Kaşık” ve harika bir yazar olduğuna inandığım, jenerasyonumun parlayan yazarı Aslı Ekici’nin “Aşalım Bunları” adlı oyunlarını bilmeyen herkese kesinlikle öneririm. Özellikle yerli yazar ve yerli metin üzerine konuştuktan sonra, Aslı gibi kendine has bir yazarın daha geniş̧ kitlelere yayılması gerektiğini düşünüyorum. (Kendisiyle tanışıklığım olmadığı için bu düşüncemi daha da samimi bir şekilde belirtiyorum.)
İrem Kalaycıoğlu: Yakın zamanda arkadaşlarımın önerisiyle iki film izleyip ikisinden de çok etkilendim. Biri içinde hiçbir diyalog olmayan animasyon (yönetmenliği Gints Zilbalodis tarafından gerçekleştirilen, senaryosu ise Zilbalodis ve Matīss Kaža tarafından yazılan 2024 çıkışlı bağımsız fantastik macera filmi) “Flow” diğeri de (2021, İtalya yapımı) Nanni Moretti’nin yönettiği “Üç Aile”si. Uzun zamandır bir şeyler izlemekte zorlanıyorum, fakat bu iki film tekrar heyecanlandırdı beni. Bir de prova sürecinde de hayatımda da dönüp dönüp dinlediğim bir “Gevende” var. “Kırınardı” ve “Sen Balık Değilsin ki” albümleri bana hayatımın farklı dönemlerinde hep çok iyi geldi. Şu sıralar kulağımda yine hep o şarkılar çalıyor. Ayrıca işlerini severek takip ettiğim ekiplerden de bahsetmek isterim. İçinde olduğumuz dönemde üretimi sürekli hale getirebilmek maddi manevi çok zor. Her şeye rağmen bunu yapabilen ekipler bana ve birçok insana umut aşılıyor. Reka Kolektif, Tiyatro Zip, Kimiki Tiyatro, Artalan Kolektif, benim de içinde olduğum Sarı Sandalye gibi daha birçok ekibi duymayan seyirciler duysun, araştırsın, izlesin, paylaşalım çoğalsın!
Tiyatro yolculuğunuzda / maceranızda önümüzdeki günlerde bizleri neler bekliyor; masanızda veya kafanızda gelecek proje ve programınızdan bahseder misiniz? Mesela, hayaliniz nedir?
Emir Taha Sarı: Oyunculuk kariyerime odaklanmamın yanı sıra yazarlıkla ilgili de kafamda pek çok şey var. Şu an üzerinde çalıştığım, bir sporcu ile bir genç kadının paralel akan hikâyesini anlatan bir proje var. Bu metnin seyirciyle buluşmasına daha çok zaman var. Hatta henüz taslak aşamasına bile gelmedim; fikri kafamda ve not defterlerimde döndürüyorum. Yazmak istediğim çok hikâye, fikir ve uyarlama var ama günler 24 saat, haftada sadece yedi gün var. Sırasıyla gitmek gerekiyor. Bir yandan da elbette hayatın tadını çıkarıp, gülüp eğlenmeliyim!
İrem Kalaycıoğlu: Yönetmenlik şu an benim için çok yeni ve oldukça heyecanlıyım. Bir yandan oyunculuğa devam ederken bir yandan da bir şeyler yönetme fikrinin artık kafamın içinde daha sesli tınlıyor olması hoşuma gidiyor. Bu zamana kadar besleneceğime inandığım her şeye evet demeye çalıştım, bundan sonra da böyle olacağını düşünüyorum.
SON DAKİKA
EN ÇOK OKUNANLAR
‘Osmanlı döneminin İstanbul’u, renkli illüstrasyonlarla gözler önüne seriliyor’
İşte Türkiye’nin Keşfedilmeyi Bekleyen 10 Müzesi
'KİM MİLYONER OLMAK İSTER?' SORUSU: Endaze nedir?
'KİM MİLYONER OLMAK İSTER?' SORUSU: Geçmişi 16. yüzyıla dek uzanan, Osmanlı mutfağında hangi adla da bilinen bir helva çeşidi vardır?
KİM MİLYONER OLMAK İSTER SORUSU! Sputnik 1 uydusunu 1957'de Dünya yörüngesine göndererek 'Uzay Yarışı'nda öne geçen hangisi olmuştur?