Kanatları kulakları olan bir çocuğun hikâyesi

Apsolit kulak: “Diğer bir adıyla mutlak kulak çok az kişide bulunan, doğuştan gelen bir özellik. Bir notayı referans verilmeden tespit edebilme veya yeniden oluşturabilme yeteneği… Ludwig van Beethoven, Michael Jackson, Jimi Hendrix ve İdil Biret bu özelliğe sahip isimler.” Müzikologlar bu şekilde tanımlıyor “apsolit”i… 2021 menşeili Strandom Arthouse’un tiyatro oyunu “Apsolit”in başkarakteri İsmail de bu yeteneğe sahip biri. Fakat gariptir, hayat adeta bu yetenekle sınıyor İsmail’i…
“Bir göç hikâyesi ve devamında kent yaşamına ayak uydurmaya çalışırken kanatları diye tabir ettiği kulaklarıyla bu yeni şehrin üzerinde uçan bir çocuğun hikâyesi. İsmail bir toplayıcı aslında; kendi topraklarının sesleriyle, şehrin fırtınasını harmanlayan…” diyor İsmail karakterine hayat verdiği “Apsolit”in yazarı, oyuncusu İbrahim Barulay…
“En basit hali ile bir yüzleşme. Yazılan her bir bölüm sonunda bir yüzleşmeye çıkıyor. Ana temamız çocuk hakları, yan temamız da insan hakları” olarak tarifleyense yönetmeni Onur Yalçınkaya… Strandom Art House yapımı oyun, sınır köylerden birinde yaşayan bir ailenin ele avuca sığmaz, hayat dolu çocuğu İsmail’in, Doğu Anadolu’dan büyükşehrin sokaklarına uzanan hikâyesini ele alıyor. İsmail çocukluğundan beri duyduğu seslerin kendi içerisinde nasıl bir ahenk ile dolaştığını henüz bilmiyordu. Ta ki, sınırda var olan ve durmak bilmeyen politik şiddetin içerisinde yaşanan gerilim ile ailesinin büyük şehre göç etmesine kadar. Şehri, sokakları, yaşamı tutkuyla keşfeden İsmail, şehre gelince tüm hayatı birden değişir. Sesleri daha farklı duymaya, binaları daha farklı görmeye başlar. Okuldaki müzik öğretmeni sayesinde apsolit olduğunu öğrenen İsmail, artık çok daha güçlüdür. İsmail’in müziğe olan bu olağanüstü yeteneği ise ailesinde bir deprem etkisi yaratır. Uğultular şeklinde gelen yaşama inadı. Bu inat kimin insafına bırakılır?”
Ben de bu sorunun peşinde “Apsolit”in meramını dinleyeme, yazarı (aynı zamanda oyuncusu, müziklerinin de tasarımcısı olan) İ. Barulay ve yönetmeni O. Yalçınkaya ile bir röportaj gerçekleştirdim. İlk yazarlık ve ilk yönetmenlik hemhalinde gençlerin kelamı mühim! Zira gelecekteki tiyatro mesaisi, onların ışığından / algısından rotasını şenlendirecek! Röportaja geçmeden evvel, sahne arkası emekçilerine de selamımızı verip sözü, Apsolit İsmail’in yaratıcılarına bırakalım! Dramaturgisini Anıl Yıldız, yardımcı yönetmenliğini Enes Yavuz, metin düzenlemesini Burcu Çıtlak, hareket danışmanlığını Ceyda Özcan, ses / efekt tasarımını Yunus Emre, sahne tasarımını İbrahim Barulay, Onur Yalçınkaya, Ferhat Kaya, kostüm tasarımını Ferhat Kaya, müzik danışmanlığını Fatih Seyirdalı ve Yağmur Uçaner’in üstlendiği oyunun fotoğrafları ise Ayten Çelik imzalı…
“Meddahlık ve orta oyunu ile birleşti”
İzninizle sondan başlamak isterim. Alman filozof, kültür tarihçisi ve estetik kuramcısı Walter Benjamin, “Hiçbir uygarlık eseri yoktur ki aynı zamanda barbarlık eseri olmasın” der ve ekler: “Gerçek bir hikâye anlatıcısı, yaşamının derslerini dinleyicisine miras bırakandır.” Üstadın tarifinden yola çıkarak sizin hem kişisel hem de tiyatro hayatınızın kadrajından 2024 yılı “Z raporu”ndan ortaya nasıl bir fotoğraf çıkar? Ve 2025’i karşıladığımız şu günlerde, uzun ve kısa vadede dünya insanlarına ve tiyatroya karşı öngörünüz ne olur?
Onur Yalçınkaya: Walter Benjamin haklı, bana kalırsa hiçbir uygarlık yoktur ki uygarlığının inşasında barbarlık ve vahşet saçmasın. Bu da bizlere birçok trajedi olarak geri dönmüştü. Trajedi hayatın tam da kendisidir. Bu bağlamda “Gerçek bir hikâye anlatıcısı, yaşamının derslerini dinleyicine bırakandır” sözü mesleki mottom ile paralellik taşıyor. Oyunumuz “Apsolit”i de bu doğrultuda tasarladık. Yaşamın ayrıntılarını, henüz eşelenmemiş klişeleri ortaya bir dökmek istedik. Dünya insanları veya tiyatronun ne olacağı öngörüsü için bir masa etrafında oturup saatlerce tartışmamız gerektiğini düşünüyorum. Bu konuda birçok fikrimiz var, görüşümüz var. 2024 penceresinden bakılınca, bu mesleği hakkıyla yapabilmek, doğru yoldan şaşmamak gerçekten çok zor, doğru olan yol taşlarla dikenlerle örülü. Fakat umudum büyük, jenerasyonumun farkındalığı yüksek, gelecek adına heyecan duyuyorum.
İbrahim Barulay: Çağımız dijital dönüşüm çağı, hal böyle olunca da tiyatro da bundan çok fazla etkileniyor. Tiyatroya hizmet eden müzik, ışık ve diğer ögeleri güçlü tasarımlarla buluşturabiliyor. Bu yenilikçi gibi duyulsa da riskli ve biraz ürpertici geliyor bana. Bu da tiyatroyu bir alana hapsediyor. Ben hikâyenin her yerde kendini var edebilmesinden yanayım.
Gelelim, “Uğultular şeklinde gelen yaşama inadı. Bu inat kimin insafına bırakılır? Yoktan var, vardan yok bir hikâye. Maddeler halinde alt alta dizildiğinde ağırlaşan çocuk haklarının enkazından gelen bir ses” diyerek selamınızı çaktığınız “Apsolit”e… Öncelikle bu hikâye nasıl doğdu? Sahnede görmeye heves ettiren meramınız neydi?
İbrahim Barulay: Strandom Arthouse’u ilk kurduğumuzda makam üzerine bir söz söyleme gayesiyle çıktık yola. Resitatif müzik yapmak istiyorduk. Melodiyle harmanlanan sözel bir hikâye anlatımı peşindeydik aslında. Bu arayışlar sürecinde, Yağmur bir blues riffini gelişi güzel çaldı bir gün. Bu melodi bana çok oyunsu geldi ve birden oyunun giriş parçası olan “Ray Charles Çığlığı” doğdu. “Yeryüzünde Ray Charles çığlığını atabilen yalnızca iki insan evladı vardır. Biri elin oğlu diğeri bizim Selim’in oğlu” diye başlıyor parça. Ben de bu çığlığın peşine düştüm ve ortaya hikâyemizin baş kahramanı İsmail çıktı.
Onur Yalçınkaya: Apsolit İsmail, İbrahim ve benden birçok gerçek parça taşıyor. Hal böyleyken başlangıçta bu hikâyeye yönetmen aradığımız zamanlarda bu oyunu, yani bize ait olan bu hikâyeyi, tam da bizim ele almamız gerektiğini düşündüm. İkimiz de yıllardır hem şahsi hem mesleki olarak tanışız. İsmail ekseninde anlatmak istediğimiz temalara, derdimiz olan ve de anlatılması elzem konulara eğildik. Toplumsal olarak gerçekçi şekilde ele alınmamış, ertelenmiş ve iyice eşelenmemiş klişe konuları da dürttük. Bu zaten hali hazırda mental anlamda patlama noktasında bulunan bizleri en çok heyecanlandırandı. Acılarımızı, uğradığımız haksızlıkları, gözlemlediğimiz ve sesleri duyulmayan insanları ve konuşmaya yüz çevrilen konuları sahnede anlatma şansına sahip olma fikri bizi çıldırttı diyebilirim. Bu öyle bir duygu ki, gördüğümüz her bir kişiye bu hikâyeyi aktarabilmek için yanıp tutuşuyoruz.
Oyunu sahneleme aşamasında hangi tür enstrümanları masaya yatırdınız? Süreçte sahnelerken öncelikleriniz veya dikkat kesildiğiniz nelerdi?
Onur Yalçınkaya: Oyunu sahnelerken hikâyenin elzem olduğu gerçeğine yaslanarak bu hikâyeyi Türkiye’nin en ücra noktasına da ulaştırabilmek en büyük amacımız oldu. Her şehirde veya ilçede sahne imkânı olmuyor. Yeri geliyor bir meydanda yeri geliyor bir ilkokul müsamere salonunda hikâyeyi anlatmak gerekiyor. Bu da bizim oyunu en basit haliyle tasarlamamız gerektiği fikrini ortaya çıkardı. İbrahim oyun öncesinde de klasik gitara başlamıştı, oyunla bu konuda ustalaşması gerektiğini anladık. Yanına birkaç oyuncak ve de bir mikrofon koyduk. Velhasıl, hikâye ve anlatıcılığın merkezde olduğu bir biçim tercih ettik. 85 dakikalık bir yazım hikâyesini sahnelerken klasik meddah anlatıcılığının dinleyiciyi yorabileceğini, yer yer hikâyeden koparabileceğini öngördük ve klasik meddahı modern fiziksel tiyatro biçimiyle harmanladık. Boşluğa, uzama tüm hikâyeyi resmettik. Bu da benim en sevdiğim, kendimi en rahat hissettiğim basit bir anlatı biçimiydi. Böyle bir hikâyeyi var edebildiğimiz için çok sevinçliyim.
İbrahim Barulay: Sahnedeki boşluğu doldurmak, her yeri boyamak ve çizmek ancak fiziksel tiyatroyla mümkündü. Onur ve benim, bu biçimi benimsememiz, meddahlık ve orta oyunu ile birleşti. Öte yandan içinde yetiştiğim Kürt kültüründe var olan dengbejliğin de bu hikâyeye çok iyi hizmet ettiğini prova sürecinde fark ettik ve hepsini bir araya getirmeye çalıştık.
“Hikâye en basit haliyle bir yüzleşme”
“Her sokağın bir hikâyesi var muhakkak. İsmail’in hikâyesi de uğultular şeklinde bir çağrıya dönüşüyor. Kendini gerçekleştiren bir rivayete bürünüp kanatlarını açmak istiyor” dediğiniz rotadan oyununun derdi, meramı nedir; sürprizi kaçmadan siz yaratıcılarının kadrajından dinlemek isteriz?
İbrahim Barulay: Bütün meseleyi tasarlarken en büyük amacımız; sadece seyircinin kulağını memnun etmek değil, mutlak kulak vermesi gereken bir meseleye misafir etmek. “Apsolit” bir göç hikâyesi ve devamında kent yaşamına ayak uydurmaya çalışırken kanatları diye tabir ettiği kulaklarıyla bu yeni şehrin üzerinde uçan bir çocuğun hikâyesi. İsmail bir toplayıcı aslında; kendi topraklarının sesleriyle, şehrin fırtınasını harmanlayan…
Onur Yalçınkaya: Bu hikâye en basit hali ile bir yüzleşme. Yazılan her bir bölüm sonunda bir yüzleşmeye çıkıyor. Ana temamız çocuk hakları evet, yan temamız da insan hakları. Bu topraklarda yaşanılan, reva görülen hayatı kabullenmeyip kendi istekleri arzuları peşinden koşmayı hak eden milyonlarca insan, çocuk var. İsmail, yaşadığı kırılmalardan sonra vazgeçmeyi, yıkmayı ve dağıtmayı değil, tam tersi yaşamı kucaklamayı seçiyor. Bizlere temas etmeyi, neye dikkat kesilmemiz gerektiğini söylemek için yaşıyor. Bu sebeple sokak sokak gezip hoparlörünün sesini ansızın hakikat için köklüyor. Ben yandım çocuklar yanmasın, aman ha diyor.
Bugünün, günümüz “Apsolit” karakter(ler)i kimlerdir sizce? Sisteme eleştirisini hangi tondan ve renkten yapmaktadır?
Onur Yalçınkaya: Bu konuda birçok isim sıralayabilirdim, fakat son birkaç yıldır hayatımıza öyle bir “Apsolit” girdi ki, o bir canavar: Fiziksel Tiyatro Araştırmaları kurucularından Güray Dinçol. Bizim mesleki olarak da en sıkışık ve en çetrefilli dönemimizde yolumuzu son anda şekillendiren aydınlatan kişi, o bir üstat. Onun hayata, olaylara karşı duruşu, tavrı, çözümleri, kırılgan naif yapısı, duyarlılığı, insanlık ve mesleği adına gerçekleştirdiği atılımlar, onu bizim dünyamızda ve jenerasyonumuzda bir “Apsolit”e dönüştürüyor. Ondan çok şey öğrendik, öğreneceğiz ve hatta birlikte daha da büyüyeceğiz. Güray sisteme eleştirisini hangi ton, hangi renk kullanmayı gerektirirse, onu bulur ve yapar. Bu kırmadan, dökmeden yapılan, estetik bir eleştiridir. Bir de Strandom Arthouse kolektifimiz için önemli yeri olan sevgili Ferhan Şensoy’u da eklemek isterim. Bu insanlar hayatı kavrama biçimleri ile ellerindekini ortaya koyma biçimleriyle birer “Apsolit” bizim için. Var olsunlar!
Metni prova ve sahneleme aşamasında yaşadığınız, ilginç, absürt veya “bu da varmış” dediğiniz neleri tecrübe ve yeniden teyit ettiniz; ya da şu an aklınıza gelen, tebessüm ettiren neler oldu bu süreçte?
Onur Yalçınkaya: Gerçekten çok absürt durumlar yaşadık ve hangisini seçeceğimizi bilmiyoruz. Ama şu trajik olayı ve yansımasını anlatabilirim. Biz metni yazıp yana yakıla prova yaptığımız dönemlerde her şey gümbür gümbür giderken, 6 Şubat Kahramanmaraş depremi gerçekleşti. Her şey gibi biz de durduk, darmadağın olduk. Bir anda hayatımızın yıkıldığını hissettik. Oyunu ve işlerimizi bir kenara bıraktık ve bölgeler için neler yapabiliriz diye çalışmalara başladık. Büyük kaos tabii her yer. İbrahim, Ece, Buğra ve Cem ile para toplayıp bir araç kiralayıp, Hacivat-Karagöz perdemizi alıp, ayaklarımızın altında sayısız su şişesi, sıkış tepiş Hatay’a vardık. Her şey yok olmuştu. Gördüklerimiz, yaşadıklarımız karşısında kendimizi zor da olsa ayakta tutup birçok mahalleye birçok yıkıma gidip gösteriler, atölyeler yaptık. Sayısız insana, çocuğa ulaştık, acılarımızı paylaştık. Sonra İstanbul’a döndük ve Güray Dinçol ve Sabine Choucair önderliğinde, tüm sanatçılara açık bir çağrı yapıldı ve profesyonel anlamda birçok çalışma yürütüldü. Sürecin sonunda “Sosyal Oyun Sokakta ve Sokak Sanatları (S.O.S)” oyun derneğini kurduk. Sosyal Clown biçimini merkeze alarak, pedagojik oyunlar yazıp, birçok atölyeler gerçekleştirip, bu konuda eğitimler aldık, oyunlarımızı prova edip, önce Tarlabaşı’na ve çeşitli sokaklara, daha sonra da deprem bölgelerine, dezavantajlı bölgelere oyunlar götürmeye başladık. Velhasıl tüm bu süreç, bizim “Apsolit” provalarına yaklaşık 4-5 ay ara vermemize sebep oldu. Geri döndüğümüzde bambaşka insanlar idik. Bence, hikâyeye bakışımız da değişmişti. Bu yaşadığımız deprem süreci provalar boyunca bizle yaşamaya devam etti ve nihayetinde oyun karakterlerinden İllegal Yusuf, tüm seyircinin gözünün içine bakarak bu konuda birkaç cümle kurdu. Bu cümleyi ilk provada dile getirdiğinde oyuncu; içimin parçalandığını, ellerimin titrediğini hatırlıyorum. Az önce yaşadığımız gerçek yıkımın biraz sonra hikâyemize bulaşması bizi, bir yaş daha büyüttü. Yaşadığımız en absürt şeylerden sadece bir tanesi bu. Bu süreç geçeli hayli oldu ama hâlâ etkisinde olduğuma eminim. Mesleğimin olanaklarına gerçekten şaşırıyor ve çok şanslı hissediyorum.
“Çocukluğun özgürlüğü var dilinde”
“Apsolit”in öznesine aldığı “çocuk” ve “yetişkin” İsmail ama fonuna yasladığı göç, toplumsal eşitsizlik, dil, adalet, kentsel dönüşüm konuları; yani bir coğrafya fotoğrafı. Ve benim gibi tevellüdü eski olanlar için çok tanıdık bir hikâye. O kadar çok farklı hemhalde fotoğrafı çekildi ki bu hikâyenin, bu defa seyirci olarak ayarıma ilişen, sizin de tanıtım metninde altını çizdiğiniz üzere “oyunun temelini çocukların özgürce yaşama ve düşünme hakkına sahip olması gerektiği fikri”… Tüm bunları kerteriz aldığımızda sizin, toplayınca ortaya çıkan hissiyatınız, düşünceleriniz nelerdir?
İbrahim Barulay: Benzer hikâyeleri yaşadığımız coğrafyada fazlasıyla işittik. Bu gök kubbe altında söylenmemiş bir söz yoktur ama asıl önemli olan senin bağrında nasıl çöreklendiğidir. Tamamen saf bir şekilde dünyayı gözünü açan kimi çocukları bu maddeler maalesef ki koruyamıyor. İsmail de o çocuklardan biri ve özel bir çocuk. On bin de bir görülen bir yeteneğe sahip. Tüm sesleri hiçbir referans olmadan duyabiliyor. Yeteneği sayesinde bu rant dolu şehri diğerlerinin hiç denemediği bir yoldan keşfetmeye çalışıyor ve hikâyesini buradan anlatıyor. İsmail’in okul arkadaşlarının deyimiyle, “Şiir gibi anlatıyor her şeyi.” Dinlerin, ırkların ve coğrafyaların gölgesine takılmadan, sadece çocukluğun özgürlüğü var dilinde.
Onur Yalçınkaya: Bu konunun yelpazesi çok geniş. Birçok noktadan ele almak gerekiyor. Sınıfsal ayrımların yıkıcı gerçeklikleri. Yokluk, yoksunluk, ırkçılık, savaş, etnik kimliklere ve azınlıklara duyulan nefret ve vahşet. Dünyanın bir ucunda çocuk haklarının uygulanması yanı sıra, hayvan haklarına da önem verilmekte. Bazı bölgelerde kedilerin hakları var. Diğer taraftan dünyanın başka bir köşesine baktığınızda ne çocuk ne kadın ne hayvan bırakın haklarına erişebilmeyi ve gerçekleştirebilmeyi, yarın nefes alacaklar mı emin değiliz. Evet her kadın, her bir çocuk, her cins özgürce yaşama ve düşünme hakkına sahip olmalıdır, özür dilemeyerek altını çizmek durumundayız; her çocuk! Benim çocuğumun hakkı var da berikinin çocuğunun sadece ismi mi Hakkı? Bir diğer yandan çocuk haklarına karşı yapılan bu ihlallerin göç, toplumsal eşitsizlik, dil, adalet kentsel dönüşüm ve daha birçok kavramla ilişkili olduğu çıkarımı güçlü benim için.
Oyun sonrası us’umda beliren, “19. yüzyılda çocuk, aile ekonomisine katkıda bulunan bir üretici olarak görülürdü. 20. yüzyılda ise çocuk, ekonomik bir yük haline gelirken, duygusal olarak paha biçilemez bir varlığa dönüştü” diyen Arjantinli sosyolog Viviana Zelizer’in, çocukların tarih boyunca ekonomik ve duygusal değerlerinin nasıl değiştiğini inceleyen “Paha Biçilemez Çocuğun Fiyatlandırılması: Çocukların Sosyal Değerinin Değişimi” adlı kitabıydı. Sorum, oyunu yaratım ve provalar boyunca, sizin fonunuzda veyahut kafanızda sürekli dönüp dolaşan neydi?
İbrahim Barulay: Kendi çocukluğumun ezgileri ve sesleriydi.
Onur Yalçınkaya: 90’lar doğumlu, çocukluğunun büyük kısmını Varto’da, gençliğini ise İzmit’te geçirmiş biri olarak; ben, hem 19. yüzyıl hem 20. yüzyıl çocuğu tanımına giriyorum. Aile ekonomisine katkıda bulunan çocukken, İzmit’e gelişimle ekonomik bir yük haline gelen birine dönüştüm. Çocukken her şeyin iyiye gitmesini beklersiniz değil mi? Neticede, Doğu’dan Batı’ya neden göçer bir insan veya bir çocuk? Her şey daha da kötüye gitti tabii, öyle veya böyle direne direne hayatın içerisinde onurumuzla kendi yolumuzu bulduk. Oyunun yaratım ve provaları boyunca geçmişten günümüze, günümüzden geleceğe her olmuşu, olanı, olacak olanı kafamda sürekli çevirdim. O kadar çok düşündüm ki her bir anı, her şeyi tek tek hatırlayarak ve unutmayarak ilerledim. İbrahim’in de dediği gibi, kendi çocukluğumuzun ezgileri, sesleri ve yaşanılanlarıydı sürekli dönen şey.
Oyunda en sevdiğiniz bölüm veya replik hangisi ve neden?
İbrahim Barulay: İsmail karakteriyle birlikte ben de büyüdüm. Bu dağların ardında ne var diye diye buralara kadar geldim. Kent yaşamı İsmail gibi, beni de şaşırttı. Oyundaki “değişik” ve “bulandım” replikleri günlük hayatta da çok sık kullandığım kelimeler. Seyircide de bu iki kelimenin yansımasını görmem bana, kendimi yalnız hissettirmiyor.
Onur Yalçınkaya: En sevdiğim söz, “Okusun gerekirse ceketimi satarım dediğiniz kimi çocuklar, bir ceket kadar yaşamadılar bu ülkede.” Çok severim, çünkü gerçek bir bilgi ve de yüzleşmedir. En sevdiğim bölüm ise, “Haliç” ve finalde de “Süleyman’ın Destanı” parçalarının çalındığı bölümler, gerçekten bambaşka oluyorum. Çok ağlıyor, çok farklı şeyler hissediyorum. Bir katarsis benim için.
“Hikâyeyi bir ucundan omuzlayıp taşıyoruz”
Tesadüf bu ya, oyundaki karakter(ler)le aynı mahalle ya da apartmanda tanışsınız. Hayat hikâyelerini de bir şekilde biliyorsunuz. Ve bir vakit de aynı masalarda kelama düşmüşünüz. Onlara bir cümleniz olsa, bu ne olurdu?
İbrahim Barulay: Bakkal Bayram’la tanıştığım ilk an dükkanından alışveriş yapmayı bırakırdım mesela! Şaka bir yana oyundaki çoğu karakterle hayatımın bir bölümünde rast geldim zaten. Örneğin, Madam İrini komşum ve gerçekten şimdilerde yalnız yaşıyor. Tek işi kocası Filip Amca’dan kalan kedileri beslemek. Bu kişilerden bazılarına söylemek istediklerimi söyledim, söyleyemediğim şeylerden “Apsolit” çıktı ve şehrin muhtelif sokaklarında benim yerime İsmail söylüyor zaten.
Onur Yalçınkaya: Anne karakteri ile karşılaşmak sımsıkı sarılmak ve ellerinden öpmek isterdim ve sonunda ona derdim ki; “Ana seni görüyorum, duyuyorum ve de anlıyorum. Hadi gel, seni İsmail’e götüreyim” derdim. Bir de Metin’le çok takılmak isterdim ya; bizim evi göstermek isterdim!
İlk yazarlık ve ilk yönetmenlik mesainiz, hem de çok gençsiniz. Yazar ve yönetmenlik kadrajından baktığınızda bu yarattığınız hikâye, tiyatro güzergâhınızda nerede durmakta ve hayatınıza düşen ifadesi nedir? Bu bağlamda biraz da kendinizden bahsetmenizi isteyeceğim, tiyatroya düşen hemhaliniz nedir? Ayrıca ikinizin Strandom Arthouse hemhalinde buluşması nasıl oldu?
İbrahim Barulay: Çocukluğumdan beri bir aktarıcı olmak istedim. Anlatmanın çokça yolunu aradım ve kendimi tiyatroda buldum. Pandemiyle birlikte sahneden uzak kalmamla müzikle hemhal olmaya başladım. 2017’de Fener’e, karargâh adını verdiğimiz beş oda bir tencere evimize taşındım. 2021’de Strandom Arthouse’u kurduk. Fatih, Yağmur ve Yunus bildikleri her şeyi bana öğrettiler. Hafızamdaki ezgiler şekillendi, kendine bir metin buldu aslında. Onur bu metne çok inandı. Biz çok kalabalık bir ekibiz aslında ve bu ekibin her bir üyesi kendi meramını farklı bir yoldan anlatma derdinde. Yolculuğumuz boyunca “derdi olan” çok güzel insanlar da bize katıldı. Her birimiz hikâyeyi bir ucundan omuzlayıp taşıyoruz.
Onur Yalçınkaya: Kazanmak için uğruna varını, yoğunu ortaya koyan ve kazandıktan sonra maddi sebeplerle konservatuvar eğitimini yarıda bırakıp İstanbul sokaklarına yolu düşen bir oyuncu olarak bu oyun benim, okul ve yaşam mücadelesi mezuniyetimdir. Bu hikâye benim ilk başlangıç noktamın son düzlüğüdür. Biriktirdiğim, tasarladığım mesleki hayatımın, amacımın bir yansımasıdır. Bu hikâyeyi ortaya koyabilme becerisi benim için yepyeni bir başlangıçtır. Bundan sonraki hikâyeler için kendime olan teminatımdır. İstanbul’a, 2012 Haziran’ında okulumu yarıda bırakıp geldim. Bir süre sokaklarda seyyah gibi dolaşık yaşam tecrübemden sonra Tansu Biçer aracılığıyla Ağustos ayında Semaver Kumpanya’ya çırak olarak girdim. Orada 10 dolu yıl emek vererek, tiyatroyu yakından inceleme ve bir parçası olma şansı yakaladım. 2014 sezonunda, İbrahim, Semaver Kumpanya’ya “Kuşlar” oyunuyla katıldı. İçeri girer girmez ilk tanış olan biz olduk. O gün bugündür dostluğumuz devam etmekte. 2017 sonlarında, İbrahim, Semaver Kumpanya’dan ayrılmak durumunda kaldı. Biz, Strandom Arthouse’un şimdiki mekânı olan yerde birlikte eve çıktık. Tarihi surlara sırtını dayamış, mükemmel bir bahçe içerisinde, bu oluşuma ilk adımımızı atmış olduk. Sonraki süreçte sırasıyla Burcu, Fatih, Yağmur, Ömer, Volkan ile bu bahçeli ve hepimize bir kat odası olan efsunlu, şirin yerde zaman geçirmeye, yaşamaya, tellere, hikâyelere dokunmaya başladık. Her birimiz, kendi alanında çok yetenekli ve ateş taşıyan bir canavar gibiydik. Bu birliktelik, buluşmalar kendini üretimlere doğru akıtmaya başladı. Pandemi süreciyle birlikte ben de Semaver Kumpanya’dan ayrıldım. Birlikte oluşturduğumuz bu oluşumun bizde yarattığı üretim coşkusuna tutunduk ve bugün buradayız.
Yerli metin sıkıntısını yıllardır dile getiren Türkiye tiyatrosu için, açıkçası sizin gibi gençlerin kadrajından çıkmış böylesi bir hikâye ile hemhal olmak; aklıma, ne yetenekler var da fırsat verilmiyor ihtimal ve ustalar kolayını seçiyor bilindik metinler üzerinden meram anlatmak daha risksiz olabilir düşüncesini getiriyor / pekiştiriyor. Peki, sizler bugünün tiyatro yazarlığı ve yerli metin ahvalini nasıl gözlemliyorsunuz?
Onur Yalçınkaya: “Fırsat verilmiyor”dan ziyade, o fırsat çoğu zaman hiç gelmiyor. Gelse de bir şekilde anlamsız bir delik açılıyor ve tüm emekler hop çöp oluyor. İnsanın kendisinin koparması gerekiyor. Şahsen, yerli metin, yerli oyuncu, yerli yönetmen sıkıntısı olduğunu düşünmüyorum. Bence en büyük sıkıntı niteliksiz, amaçsız, sanattan ve hayattan, toplumunun gerçeklerinden, trajedilerinden nasiplenememiş usta görünümlü, lümpen erkekler topluluğu ve onların kapladığı alanlar. Sıkıntı, var olan pırlanta gibi yazar, oyuncu ve yönetmen adaylarının, kendilerine usta diyen bu lümpen erkek sisteminin altında eziliyor olmaları. Bu ezilme öyle bir şey yarattı ki, hiç kimse kendinde, ruhunda ve çevresinde dönen sözleri hikâyeleri göremiyor. Görse de artık onu harekete geçirecek öz saygıyı yitirmiş oluyor. Baskılanmış, ezilmiş, en iyi bildiği şeyi artık bilemez, göremez, bulamaz olmuş. Bu da her bir kişiyi oradan oraya sürükleyen bir toz tanesine dönüştürüyor. Bu köhnemiş ve çürümüş sistemde bağımsızlık kovalamak zorunda bırakılıyoruz. Bağımsızlık kulağa hoş gelen ama biz alt sınıf sanatçılar için yaşaması hiç de kolay olmayan bir cehennem çukuru gibi. Çünkü sistem bağımsızdan nefret eder; dışlar ve dışarda amansız bir mücadelenin tam ortasına iter. Bu çukurdan herkes çıkamayabiliyor. Hele hele hiçbir güvencemizin olmadığı bu çağda. Biz birbirimize sımsıkı tutunmuş şanslı bir kolektifiz. Buna rağmen bu çukurdan çıkabilecek miyiz, meçhul. Ya tutunamayanlar? Tüm bunların sonucunda yazmak, oynamak, yönetmek kocaman bir derde dönüşüyor. Bu öyle bir dert ki; insan benliğini kaybeder. Hal böyleyken, üretimden bahsedemeyiz. Jenerasyonumun üzerine düşen yük her zaman fazlaydı, bizden öncekilerin tercihlerinin bedellerini doya doya ödeyerek geçti hayatımız. Şimdi geldiğimiz noktada işimiz çok daha zor. Ama en güçlü umudumuz bizim üretimimiz. Yaşama olan bağlılığımız. Varoluşçuluğumuz. Bizler ürettikçe, birbirimizi gözettikçe, omuz omuza verdikçe bu yozlaşmayı bir toza çevireceğimizden eminim. Velhasıl çok çok çok yetenekli bir sürü insan, genç var bu ülkede. Muhabbet onları görmeyen, bir sinek muamelesi yapan erkek sisteminin her yere sirayet etmesi. Özel ve köklü tiyatroları yakından gözlemlerseniz, çok daha net anlayabilirsiniz.
“Oyuncu tarafım kış uykusundan uyandı”
Türkiye ve belki de İstanbul tiyatrosu demeliyiz; nasıl gözlemliyorsunuz son yıllardaki yaratımları, oyunları, oyunculukları? Eksik gedik hemhalinde söyleyebileceğiniz veya beklentileriniz tiyatro ve ustalara veyahut yapılanlara / yaratılanlara dair neler?
İbrahim Barulay: Türkiye’de sadece tiyatroyla hayatta kalabilmek mümkün değil. Bu sebeple belki de çoğu meslektaşım gibi birçok farklı iş de yapmak durumunda kalıyorum. Tüm bu bölünmüşlüğün ortasında Güray Dinçol yönetmenliğiyle, atölyeleriyle ve anlayışıyla bana kılavuz oldu diyebilirim. Deprem zamanı, tam umudumu kaybettiğim bir zamanda Şiirsel Komedi atölyesine katıldım. O dönem, “Apsolit” yol katetmiş ama bir tıkanma dönemine girmişti. Güray Dinçol sayesinde tekrar yeşerdi, oyuncu tarafım kış uykusundan uyandı diyebilirim.
Onur Yalçınkaya: Bildiğiniz üzere pandemi sonrası üretimlerin biçimleri, şekilleri, var olma durumları koca bir dönüşüm geçirmekte. Eğlence dünyasında ve görsel sanatlar konusunda birçok dönüşüm yaşandı, yaşanmaya devam etmekte. Şimdilerde en popüler olan şey, tanımadığım, bugüne kadar tiyatro camiasında hiç görmediğim, rugan parlak ayakkabılı, büyük kabanlı zengin yapımcılar, oyuncular vs. bla bla. Kulislere girip oradan tiyatronun borsa hesaplarını yapıyorlar. Tiyatronun varoluşuna o kadar ters ki. Bu beni en çok öfkelendiren konulardan biri. Ünlü, tanınır oyuncuların başrollerde olduğu niteliksiz, ne olduğu belirsiz şeylere milyonlarca para harcanması da cabası. Senelerimizi verdiğimiz, her anına dikkat kesildiğimiz ve dirsek çürüttüğümüz hikâyelerimizi, oyunlarımızı açlık sınırında anlatıyoruz. Ama kafamızı yana çevirdiğimizde, sırf popüler olduğu için taş atmadan, yüksek kaşeler alan o zavallı oyuncu arkadaşlar! Bu anormal fiyatlandırma politikası sayesinde tiyatro görmeyen, bilmeyen milyonlarca insan! Yahu on bir deprem bölgesi var daha iki yıl oldu insanlar ve nice çocuklar çıplak ayaklarla çamurlu sularda yaşıyorlar, sanat dünyasının bazı insanlarının elinin tersiyle bir oyuna harcadığı rakam ise milyonlar! Eh be insaf. Milyonlar harcayıp ne anlatıyorsun peki seyirciye? Nedir bu o milyonluk cümle? Bu konuda masaya yatırılması gereken çok konu olduğunu düşünüyorum ve kesinlikle artık zamanıdır, bu konuda nitelikli meslektaşlarımın artık birkaç taş atması gerektiğini düşünüyorum. Tüm bu olumsuz iklim içerisinde bir de çiçek gibi açan bir şeyler var: Araştıran, dertlenen, bu işin asıl amacını gerçek yükümlülüklerini kavramış ve bu doğrultuda emek harcayan, kafa patlatan birçok jenerasyon arkadaşımız var ve inanın acayip yetenekliler. Bu insanların pandemi sonrası ha gayret üretimlerinden, bu üretimlerin niteliklerini gördükçe daha da güçleniyorum. Birbirimizi bulma konusunda da ustalaşıyoruz. Tartışıyoruz, eleştiriyoruz, bir konunun kavgasını günlere, aylara yayıyoruz. Bu kendi jenerasyonumda yakaladığım ve içimi gıdıklayan en önemli atılım.
Son aylarda sizi etkileyen veyahut iyi gelen performans, oyun, film, albüm / şarkı, sergi, kitap veyahut bir fotoğraf karesinden neler var; paylaşırsanız, bizler de nasiplenelim isterim?
İbrahim Barulay: Son yılların değil, tüm zamanların en sevdiğim oyunu (Volkan Çıkıntıoğlu’nın yazdığı, Güray Dinçol’un yönettiği, Tolga İskit’in oynadığı) “Kalabalık Duası”nın hissi hep benimle. Onun dışında her şeyi dinlerim aslında. Bir kulağım Gogo Penguin, diğeri Erdal Erzincan arasında mekik dokuyor. Yürümeyi çok seviyorum ve aslında yarattığım her şeyi yürüyerek şekillendiriyorum. (Yazar: Frederic Gros, çevirmen Albina Ulutaşlı, Kolektif Kitap) “Yürümenin Felsefesi”ni bu sebeple önerebilirim.
Onur Yalçınkaya: “Kalabalık Duası” beni derinden etkileyen bir dünyaya sahip, öyle bir etkilenme ki ilk oyundan sonra, oyunda işe girip çalışmaya başladım. Hâlâ ışığını opere ediyorum. Bunun dışında işin yazarlık, yönetmenlik, oyunculuk ve tasarım dünyasından çok etkilendiğim (yazarı Pınar Akkuzu ve Aslı Ekici; yönetmeni Güray Dinçol) “Haberci” oyunu var. Gerçekten bir ustalık eseri izlediğimi düşünmüştüm. Ayrıca Pınar Akkuzu’nun yazdığı, Güray Dinçol’un yönettiği İstanbul D.T.’nin “Kırmızı Küre” adlı çocuk oyunu var. İzlediğim en iyi çocuk oyunlarında zirvededir kendisi. Yine yakın dönemde izlediğim ve çok etkilendiğim (Salih Usta’nın yönettiği) “Parrhesia 2” var. (Ga Kolektif’ten) “Köprüden Önce Son Çıkış” ve (Şamil Yılmaz’ın yazdığı, Sezen Keser’in yönettiği) “9/8’lik Kıyamet” adlı oyunlar da ağzımı sulandırıyor. Bir de çok önemli bir gelişme! Gençleri merkeze alarak düşünen bir gençlik ekibi kuruldu: ACT Project İstanbul! Gençler için uluslararası bir fon ile atölyeler, araştırmalar yaptılar ve projenin sonunda “Of Ah Oh’’ adlı gençlik oyununu sahnelediler. Gerçekten beni çok heyecanlandıran dopdolu bir iş, genç arkadaşlar mutlaka denk gelmeli, askıda biletleri de var. Kitap olarak son dönemde en etkilendiğim, Fransız edebiyat eleştirmeni Rene Gerard’ın “Şiddet ve Kutsal”ını bayılarak okumuştum, şiddetin kökeni hususunda ufkumu açmıştı. Bir de Paulo Friere’den “Ezilenlerin Pedagojisi” başucu kitabım… Ne okursam okuyayım anlamayı en sevdiğim kitap ise Yaşar Kemal’in yazdığı “İnce Memed”. Bu topraklarda mücadele eden her bir bireyin anlamasını dilediğim bir eser. Müzik konusuna gelirsek, son dönemde tekrar eden bir iki parçayı paylaşabilirim; Piers Faccini - Dunya, Gogo Penguin - Don’t Go ve Raven, My Morning Jacket - Dondante. Bir de görmenizi, destek olmanızı dilediğim bir sergi var. Bu anlamlı sesleniş Hataylı depremzede gençlerin bir araya gelerek oluşturdukları “Biz Hâlâ Buradayız” adlı çalışma, Tophane’de Depo’da sergilenmekte. Bu harika sivil toplum derneğinin adı: “Talebeyiz Biz”. Sergi, 26 Nisan’a kadar görülebilecek.
Tiyatro maceranızda önümüzdeki günlerde bizleri neler bekliyor; masanızda veya kafanızda olan gelecek projelerinizden bahseder misiniz? İkinizin adını, yazar ve yönetmen kotasında daha çok duyacağımıza inancım tam; mesela, sizin hayaliniz nedir?
İbrahim Barulay: Strandom Arthouse olarak bizde hayalden bol bir şey yok, 4 yıl süren “Apsolit”le birlikte çok şey birikti. Sadece oyun değil, taslak halinde bekleyen birkaç şarkımız da var. Ete kemiğe bürünmeyi bekleyen fikirlerimizle birlikte yaşayıp göreceğiz.
Onur Yalçınkaya: Hem grup olarak hem bireysel anlamda yazmak, oynamak, çekmek ve çalıp söylemek istediğimiz birçok hikâye ve mesele var. Sabırla ve inatla bu hayalleri gerçekleştirmek için elimizden geleni yaptığımız bir süreç tasarlıyoruz. Biz de hem çok heyecanlıyız hem çok hevesliyiz. Bizim gibi bir hikâye için her şeyi yapan insanların çoğalması umuduyla…
SON DAKİKA
EN ÇOK OKUNANLAR
‘Osmanlı döneminin İstanbul’u, renkli illüstrasyonlarla gözler önüne seriliyor’
İşte Türkiye’nin Keşfedilmeyi Bekleyen 10 Müzesi
'KİM MİLYONER OLMAK İSTER?' SORUSU: Endaze nedir?
'KİM MİLYONER OLMAK İSTER?' SORUSU: Geçmişi 16. yüzyıla dek uzanan, Osmanlı mutfağında hangi adla da bilinen bir helva çeşidi vardır?
KİM MİLYONER OLMAK İSTER SORUSU! Sputnik 1 uydusunu 1957'de Dünya yörüngesine göndererek 'Uzay Yarışı'nda öne geçen hangisi olmuştur?