Hizmetçiler oyununda size / bize huzur yok!

Fransız yazar, düşünür Jean-Paul Sartre’ın, “Jean Genet edebiyatının kusursuz bir örneğidir” diye tariflediği “Hizmetçiler” bu defa Moda Sahnesi yorumuyla huzurlarımızda! Biz de oyunun yaratıcıları; yönetmen Kemal Aydoğan, oyuncular Yılmaz Sütçü, Kerem Fırtına ve Dilan Düzgüner ile “Hizmetçiler”in kadrajında, Solange, Claire ve Hanımefendi üçgeninde tadında bir röportaj gerçekleştirdik…
“Duyguların özgürleşmesiyle herkes mutlu olmuştu” der 1910 ve 1986 yılları arasında bu dünyayı şereflendirmiş olan Fransız düşünür; oyun, deneme ve roman yazarı, şair, politika aktivisti Jean Genet… Giriş taksimimizden de anlaşılacağı üzere bugünkü öznemiz, üstadın “Gülmemiz lazım. (Kahkahalarla gülerler.) Yoksa bu korkunç havaya kulak asarsak kendimizi pencereden almak zorunda kalacağız” diyerek inceden reveransını verdiği -ilk defa 1947’de sahnelenen- “Hizmetçiler”… Genet, oyunu 1933’te Fransa’nın kuzeyinde yer alan Le Mans bölgesinde yaşanan bir cinayetten esinlenerek kaleme alıyor. (İç ses: O dönem, Sartre ve Lacan gibi entelektüeller de bu cinayetin sürecinden etkilenerek eser çıkaranlar arasında.) Christine ve Lea Papin Kardeşler vakası olarak anılan bu cinayette, biri 22, diğeri 26 yaşında iki kız kardeş, yedi yıldır çalıştıkları evin hanımını ve kızını parçalayarak öldürüyor. Kız kardeşlere dair herhangi bir “anormallik” göstergesine rastlanmaması olayın etkisini daha da artırıyor. Hatta o dönem hizmetçilik kurumunun sorgulanmasına neden oluyor.
Moda Sahnesi’nin, Ocak 2025’te merhabasını verdiği yeni oyunu “Hizmetçiler”… Bugüne kadar devlet ve özel tiyatrolar başta olmak üzere pek çok kez sahnede seyrettiğimiz bu oyunu, şimdi Moda Sahnesi’nin incelikli yorumu ve detaylı sahnelemesi çerçevesinde dikize yattığım mesaimde, kendi adıma diyebileceğim (uyarlamasından anlatımına, dekorundan ışık ve kostüm tasarımına ve üç oyuncunun “oynadıkça” daha da çoğalttığı anlatımına değin) muazzam işlerden biri olmuş… “Oyun” içinde “oyun”u üşenmez de -kısasından- hatırlarsak: “Uzun yıllardır Hanımefendi’nin emrinde çalışan Solange ve Claire, yaşama tutundukları “oyunun” son dakikalarını yaşamaktadır. Taparcasına sevdikleri, saygıda kusur etmedikleri, varlıklarını borçlu oldukları Hanımefendi’yi öldürmeye karar vermişlerdir. Bir cinayetin işleneceği bu gece, dizginlenemeyen arzuların iktidarı devralışına, değişen rollerin kaosuna, aynaların kırılmasına, şiddetin salıverilmesine, kurtuluşa yıkımda ulaşanların zaferine sahne olacaktır.”
Üstat Kemal Aydoğan’ın yönettiği, Ayberk Erkay’ın çevirdiği oyunun, -nazarımda her oyuna işçiliğiyle ayrı bir boyut katan- sahne tasarımını Bengi Günay, ışık tasarımını ise İrfan Varlı üstleniyor. Tiyatro mesaimde seyrine düşmekten mesut olduğum bu hikâyenin oyuncularına bir kez daha (Yılmaz Sütçü, Kerem Fırtına ve Dilan Düzgüner’e) temizinden saygılar! “Bu hayatı sürdürmekten, oyuna yeniden başlamaktan başka çaremiz yok” diyen “Hizmetçiler”i, yönetmen ve oyuncularıyla kısaca, yaratıcı ekibiyle konuştuk. Gündemin yoğunluğu ve yorgunluğunun ötesinde, ortaya karışık ahvalimizin fotoğrafında ise
Genet’ye selamımızı vererek geliyorum bu buluşmadan sizin payınıza düşenleri sıralamaya. (Erken içimden geldi notu: Genet’nin 1950’de yönettiği, diyalogsuz, 26 dakikalık, tek filmi “Bir Aşk Şarkısı”nı yeniden izleme hanesine alma zamanı! / Es notu: Oyun fotoğrafları Orçun Kaya, yönetmen Aydoğan’ın fotoğrafı ise Hadiye Cangökçe imzalı.)
“Tiyatroda kendimi güvende hissediyorum”
· İzninizle sondan başlamak isterim. Sevdiğim Litvanya kökenli Fransız filozof Emmanuel Levinas, “İnsan öyle bir varlıktır ki, varlığının kendisinde varlığı sorun konusudur, kendi varlığını kavramak zorundadır” der ve ekler: “Hiçlikten korkmanın karşısına, olmaktan korkmayı koyuyoruz… Bekleyiş, hiçbir şeyi beklememektedir.” Üstadın kelamından yola çıkarak hem kişisel hem de tiyatro hayatınızın kadrajından 2024 yılı “Z Raporu”nuzdan ortaya nasıl bir fotoğraf çıkar? Ve 2025’i karşıladığımız şu günlerde, uzun ve kısa vadede dünya insanlarına ve tiyatroya karşı öngörünüz ne olur?
Dilan Düzgüner: Kişisel olarak “Z raporu”mdan çıkan; -aslında çoğu yıllarda da hissettiğim- varoluşçu filozofların dediği gibi, dünyaya fırlatılmışlık hissini çok fazla yaşadığım bir yıldı 2024. Tiyatronun yapılış koşullarıyla alakalı (içime sinen işler olmadığından) uzun bir zamandır tiyatro yapmıyordum. “Hizmetçiler” ile yeni bir oyuna başlıyor olmak, birçok şeyi yeniden hatırlattı bana; “Niye bu mesleği seçmiştim, ben kimdim, neyden hoşlanıyordum gibi”… Yani o anlamda sanatla, psikolojiyle çok yoğun geçirdiğim kısaca, kendimi hatırladığım bir süreç oldu diyebilirim. Tiyatroya dair de günümüzde yapılan oyunların geneline baktığımda, çok da suya sabuna dokunulmadığını düşünüyorum. Fakat 2025 yılı için biraz daha cesaret edebilirse tiyatro açısından çok daha sözü olan, iyi işler yapılabileceğine inanıyorum.
Yılmaz Sütçü: 2024’te, (Shakespeare’in yazdığı, Moda Sahnesi’nin yorumladığı) “Othello” oyununu yaptık. Yılın sonunda da “Hizmetçiler” ortaya çıktı. Sanatla dolu dolu geçen bir yıl oldu benim için. Evet, bu aynı zamanda bir iş ama ben, bunu iş olarak görmüyorum. Sanat var olduğumu hissettiren bir şey. Yıl içinde çok kötü şey yaşamadık mı? Yaşadık! Dünya tarihine bakınca da gördüğümüz ne yazık ki bence, gelecek / yeni yıllar daha kötü şeylere de gebe… Umutsuz değilim, fakat dünyaya bakınca giderek artan bir faşizm dozu var. Çünkü ABD başta olmak üzere dünyada işler değişti. Benim baş etme yöntemim de kendi varlığıma tutunarak oluyor -bencillikten bahsetmiyorum- yaşayan bu bedene hakkını vererek yaşamaktan bahsediyorum. Her röportajda da dile getiriyorum, böyle bir evrende, böyle bir gezegen diziliminde, bu organizma var oluyorsa buna hakkını vereceksin! Bu kadar değerli bir şey ki; konuşabilen bir organizma bu, diğer organizmalarla ilişki kurabiliyor, sosyal bir varlık haline gelebiliyor ve sürekli olarak bedenen ve zihnen evrim geçiriyor. Bu çok mucizevi bir şey! Kısaca, “insan kendinden başlamalı” diye düşünüyorum. Bildiğimiz dünya ve insanlık tarihi bize gösteriyor ki her zaman inişler, çıkışlar olmuş, olmaya da devam edecek, fakat her zaman dünya -gün sonunda- iyi bir yere evrilmiş. Tüm bunlara karşın, dünyanın çok umurunda mıyız? Bence değiliz!
Kerem Fırtına: Kendime döndüğüm, önceki yılların değerlendirmelerini yaptığım ve daha dar bir alanda, küçük bir çevreyle yaşadığım bir yıldı 2024. Sonrasında da Kemal Hoca ve Jean Genet ile buluşma gerçekleşti; diyebilirim ki 2024’ün finali fevkalade özel oldu. 2025 yılı için de -genel olarak ben beklentileri olan bir değilim- öngörü kısmında da diyebileceğim, bu coğrafyada pek çok mevzu gibi sanatın / tiyatronun da öngörülemez olduğunu düşünüyorum şu an itibarıyla. Zira öngürebilmesi için belirli bir disiplin içinde ve ilkelerle ilerleyen bir işleyişin olması lazım. Bu söylediğimi daha da genişletebiliriz; her alanda bu böyle bence tiyatroda, sinemada, politikada, sağlıkta, eğitimde, her şey 180 derece değişmeye açık. Dolayısıyla herhangi birinin öngörüsünü de dikkate alacağımı zannetmiyorum! O yüzden de daha çok karşıma çıkabilecek olaylara karşı kendimi hazırlamakla ilgileniyorum. Kendim için söylersem de entelektüel açıdan donanımımı arttırmaya gayret ediyor ve antrenman yapıyorum. Ondan sonra da önüme gelenlere bakıyorum. Akılcılığı ön planda tutmaya çalışarak her geçen gün duygusallığımı geri plana atmaya çalışıyorum, çünkü yaşadığımız dünyada, bu duygusallığın alacağımız her kararda bize zarar vereceğini düşünüyorum. Bu sebeple akılcılığı ön planda tutarak, duygularla sürüklenmek yerine soğukkanlı ilerlemeye gayret ediyorum.
Kemal Aydoğan: Dört tane prömiyer yaptık 2024’te: “Othello”, “Caligula Suikastı”, “Macbeth”, “Dıkşın: Büyük Şans” ve “Hizmetçiler”in de provasına başladık. Buradan bakınca bence, çok verimli bir tiyatro hayatı… 2024’te çok çalıştık, 2025’te de böyle olacak gibi duruyor. Burada / tiyatroda kendimi güvende hissediyorum ve kimseye bulaşmadan yaşayabiliyorum. Kimsenin de bana bulaşmasına izin vermiyorum. Dolayısıyla burası hafif bir koza gibi. Çünkü dışarıya çıktığında olacak ihtimaller ortada, tahammül edilecek bir dünya yok aslında ne özgürlükler ne de tiyatro yaşantısı bağlamında. Tüm bunları kerteriz alırsam da 2025’e dair öngörüm; Türkiye’de ticari tiyatronun bu kadar büyüyor olması bir handikap. Eğer böyle giderse de yani hem seyirci hem de sektörün tüm birimleri buna itibar etmeye başlarsa ve referanslarını oradan alırsa bence, 2030-2035’te sanat anlamında büyük bir hezimet bizleri bekliyor. Ve bu da bir mevzi kaybı…
· Araya girip biraz açalım bağlamında, son yıllarda daha da ‘şenlenen’ “yapımcı” ve “proje” tiyatroları bazında mı bu hezimeti düşünüyorsunuz?
Kemal Aydoğan: Kumpanya demek; “aynı görüşü paylaşan, aynı eylemi yapan kimseler topluluğu”, yani aslında işte burada / Moda Sahnesi’nde dördümüz oturduk “Hizmetçiler” oyunu bağlamında bir araya geldiğimiz bir süreçte, hem insan hem de fikir olarak birbirimizi bağladığımız bir dünya perspektifi içindeyiz. Bu da bir mevzi demek. Biz gönül rahatlığıyla bazı haksız uygulamalara itirazımızı Moda Sahnesi birliği içinden yapıyoruz. Ama bu davranış biçimi gider de yerine projecilik gelirse, bir süre sonra birbirimizin risklerini taşımak veya almak da istemeyeceğiz. Oysa burada, biz her halimizle, her türlü politik kimliğimiz, açmazlarımız ve paradoksumuzla bir aradayız. Bu projecilik insanın / kapitalizmin doğurduğu çok “iyi form”lardan biri; insanları birbirinden ayıran, sanki bir araya geldiğinde bir şeymiş ama ayrıldığında kimsenin kimseyi hatırlamadığı, hatırlamayacağı, dolayısıyla sürecin de hatırlanmayacağı; sürecin insan üzerine etkisinin de aslında olmayacağı gibi bir gerçekliğe doğru gidiyoruz, görünen bu! Bence, Kültür Bakanlığı da daha yüzer gezer tiyatro anlamında / sanatsal varlıklara ya da sermayenin tiyatrosuna yatırım yapıyor. Sermayenin tiyatrosu da bir sürü prodüksiyon üretiyor ama biz biliyoruz ki onların bir araya gelme nedenleri para kazanmak ve vb. Mesela, para kazanmak istiyor o tiyatrocu / oyuncu tamam, bu anlaşılabilir. Ben de diyorum ki sistemi değiştirelim. Mesela, Kültür Bakanlığının özellikli tiyatrolara verdiği desteği başka türlü bir modelle herkese dağıtılacak biçimde yapalım, yapılandıralım. Sonuçta, o paraları hepimiz kazanalım… Bir arkadaşım demişti, Moda Sahnesi yaptığı işlerden öte kendi, “sanatsal” ve bir “sanat ürünü” diye. Moda Sahnesi, en küçük çabadan en büyük çabaya kadar herkesin desteklediği bir sanat ürünü, bir perspektif. Görünen o ki sanki bu durum ortadan kalkacak, çünkü Türkiye’ye çok yeni geldi yapımcı-prodüksiyon tiyatro mevzuları ve tiyatrocular da tuz alıp koşturuyorlar. Çok net bir politik okuma eksikliği bu.
“Kemal Aydoğan ile Genet’nin müthiş buluşması”
· Gelelim, çağdaş tiyatro geleneğini derinden etkileyen Jean Genet’nin, “Papin Kardeşler Olayı” / iki kardeşin yaşanmış hikâyesinden esinlenerek kaleme aldığı “Hizmetçiler”e. Bu hikâyeyi size sahnede endam ettiren heves neydi?
Kemal Aydoğan: Ayberk Erkay gibi yetkin birinin çevirisiyle karşılaşmamız ilk heveslendiren dinamiklerin başında geliyor. Ama elbette bugünün toplumsal koşulları, oyununun günümüze söylenmesi gereken sözlerle dolu oluşu da belirleyiciydi. Hiç eskimemiş ve formu taptaze bir metin “Hizmetçiler”. Ayberk 1,5 yıl önce yapmıştı bu çeviriyi. Uzun yıllar sonra oyunun farklı ilk çevirisi bu. Genet’nin Türkiye’de anlaşılmayan bir yazar olarak görülmesinde bence çevirinin de payı var. Ayberk çeviriyi bana gönderdiğinde inanamadım, çünkü Genet’nin dünyasını ortaya koymak konusunda çok maharetliydi. Bu çeviriyle birlikte ben de Genet’yi yeterince tanımadığımı, hatta tanıdığımdan, bildiğimden daha büyük bir yazar olduğunu da anlamış oldum. Ezen ezilen ilişkisinde, ezilenlerin hem güçlü hem güçsüz yanlarını ortaya koyması, koca bir devrim tarihini bir alegori haline getiriyor ve sürekli devrim fikrini işliyor olması benim için çok değerliydi. Ve Genet aracılığıyla ve tarzıyla bunları söylemek çok önemliydi. Ayrıca bir tiyatrocunun yönetmen olarak ilişkilenmek istediği yazarlardan bir tanesi. Mesela, ben hiç Brecht veya Çehov yönetmendim, yapmak istiyorum bir gün. Biraz da ya neden oyunsu bir tarafı olmasın ki bu tiyatro yapmanın? Dolayısıyla Genet’de de kendini görmenin nasıl bir şey olduğunu merak ediyor olabilir bir yönetmen. Benim için de öyle oldu… Ki 1998’de Tiyatro Stüdyosu’nda (Yönetmen Başar Sabuncu, Genet’nin 1956 basımlı tiyatro oyunu) “Balkon”da çalışmıştım. O zaman 33 yaşındaydım. Şimdi ise 59 yaşındaki Kemal nasıl anlar Genet’yi? O zaman tiyatro yöneticisiydim, şimdi yönetmen kafasıyla nasıl sahneler? Tüm bunlarla birlikte, “Hizmetçiler”in bizi, ekibi şaşırtan, bocalatan, krize sokan yanları oldu ve bütün bunlar bizi harekete geçirdi diyebilirim.
Yılmaz Sütçü: Oyun, sınıf bilgisine dair daha önce işlenmemiş bir taraftan da bakıyor. Ezilenin topografyasını göstermesi açısından oldukça değerli bir metin. Çoğunlukla ezileni ezilen olarak gösteren, hiçbir zaman iktidarın ya da efendinin yerine geçmek istemiyormuş gibi anlatan metinlerden farklı olarak, ezilenlerin duygu ve düşüncelerindeki değişimleri, zaman zaman yaşadıkları gel-gitler ve hezeyanlarla iktidar olma heveslerini de gündeme getirerek sınıf bilgisine farklı bir bakış açısı getiriyor. Her iki sınıfın da farklı yönleriyle topoğrafyasını çıkarıyor Genet. Sadece ezilenlerin değil, ezenlerin de resmini çiziyor. Diyebilirim ki Genet okumalarımızda bunlarla karşılaştık. Alt sınıfların egemenlere öykünmeleri ya da ezenlerin ezilenlere şefkat kisvesi altında yaklaşması gibi durumları da anlatıyor metinde. Genet’nin, ezilenlere, “siz, bir devrim yapmak istiyorsunuz ama kendinizi de bir gözden geçirmelisiniz” demek istediği de düşünülebilir.
· Oyun sonrası us’umda dönüp dolaşan, Brezilyalı aktivist Chico Mendes’in şu cümlesiydi: “Sınıf mücadelesi olmadan yapılan çevrecilik sadece bahçeciliktir.” Buradan hareketle sorum, öncesi ve sonrası Genet ile hemhaliniz nasıldı? Oyunu yaratım boyunca, his dünyanızda veya kafanızda sürekli dönüp dolaşan mesaiyi nasıl tariflersiniz?
Kerem Fırtına: Kendi adıma, aslında bu haliyle bu kadar yoğun bir hakimiyet kuracağımı hiç düşünmemiştim. Hatta oyunu ilk okuduğumda, bugünkü haline geleceğini de hiç düşünmemiştim. Okurken de “nasıl olacak?” diye düşünüyordum. Hep söylüyorum; Kemal Hoca ile Genet’nin müthiş bir buluşması! Ayberk’in çevirisi muazzam ki etkisinin olduğu da muhakkak ama metin yine de zor, yine de zor. O zorluğu, Kemal Hoca ile çok yoğun ve çok uzun çalışarak geçirdik. Bu metni / isyanı yapmakla ilgili karışıktı kafam. Genet’nin zaten hayatın kendisini, karşısına alarak bir öfkesi var, hayatın bizatihi kendisine... Bu metinde bu isyanı, bu öfkeyi bizatihi yaşayan biri -Genet sadece bir yazar olarak değerlendirmemeli- ve yaşamından mütevellit sahibi de bu öfkenin kendisi. Dolayısıyla sahibi olduğu öfkeyi kustuğu metinden, bizim onu alıp sahneden seyirciye aktarmakla ilgili -biz o hayatı yaşamadığımız için de- derin bir kaygım vardı. Buradaki tek rotam -yine söyleyeceğim- Kemal Hoca’ya güvenmek oldu. Buradan hareketle de bunun için ihtiyacım olan şeyin kendimce tamamen “teslim olmak” gerektiğiydi. Bütün bentleri kaldırıp tamamen teslim olman gerekiyordu ki o aradaki filtreler olmasın ve akışkan bir biçimde metindeki öfke veyahut neyse o, gelen rejiyle birlikte seyirciye geçirme aracı olabileyim. O yüzden de ilk koşulum, kendi frenlerimi kaldırıp tam teslimiyetti.
Yılmaz Sütçü: Yazara ve yaşadığı hayata hakkını teslim etmek de gerekiyordu. Yani bir hazreti Genet durumu da var. Herkesin tir tir titrediği, ki bence de titremesi gereken bir durum da var. Genet’yi biliyordum ama bu kadar bilmiyormuşum. Benim için -her yeni oyun süreci- şöyle oluyor; şimdi de Genet öğreneceğim. Şimdi kim bilir ne kitaplar okuyacağım. Şimdi kim bilir ne düşüncelere dalacağım. Mesela, ben bu oyuna kadar, oyunun baktığı bakış açılarından, “suçluların” tarafından diyeyim, düşünmeyi / bakmayı bırakın, denemek bile aklıma gelmemişti. Çok şaşırtıcı ve çok sürprizli bir oyunla karşılaşmak; o tarafa hiçbir suç işlemeden geçip orada kalabilmek ve tertemiz oradan çıkabilmek -yine söyleyeceğim- Genet aramızda değil, yaşamıyor belki ama bir noktada bir tokat atabilir. Öbür dünyadan da buraya yetişebilecek kadar güçlü bir karakter kendisi ki eserleri de aynı şekilde… Kısaca, tekinsiz bir arkadaşımız!
Dilan Düzgüner: Metni daha önce okumuştum, hatta mezuniyet oyunumdu, yönetecek ve oynayacaktım. Ama sonrası oyuncu arkadaşların yoğun temposu nedeniyle oyundan vazgeçmek zorunda kalıp başka bir oyun yapmıştım. Ama hep aklımdaydı bir gün oynamak-yönetmek. Daha sonra başka bir tiyatrodan yine “Hizmetçiler”de oynama teklifi geldi, yine bazı sorunlar çıktı ve sonuçta o da olmadı. Kemal Hoca’dan teklif geldiğinde çok mutlu oldum... Provalar başlayınca, metne dair merak ettiğim detaylar da yavaş yavaş dindi bu süreçte. Fark ise; benim çalıştığım dönemde bu kadar sınıf farkı ve suç üzerine yoğun hiç düşünmemiştim. Şimdi özü çıktı metnin ve zannettiğimden çok daha güçlü bir metinmiş… Yazara çalışırken özellikle “hınç” kavramı üzerinde durduk. “Sınıf” ve “hınç” kavramlarını birlikte ele aldık.
“Hayatı tamamen bir enstalasyon gibi”
· Moda Sahnesi’nin “prova günlüğü”nü takipteydim. “Bir Kemal Aydoğan klasiği” olarak oyuna hazırlık, aslında oyuncularını kitaplar hemhalinde çoğalttığı gibi, biz sade izlekleri de kendi algılarında çalıştırmasını seviyor. Notlarda “Hizmetçiler”in iskeletini masaya yatırdığımızda, Spinoza’nın arzu ve etik üzerine söyledikleri; Foucault’nun iktidar tespitleri; Lacan’ın ayna evresi gibi kısaca, derya deniz alt metin okumalarıyla hemhal oluyoruz! (İç ses: Hatta Lacan bu cinayetle ilgili, iki kardeşin psikolojik durumları açısından bir rapor hazırlamış. Yaşadıklarının bir deliryum olma ihtimali üzerinde durmuş, amaca ulaşıldıktan sonra bu deliryum halinin ortadan kalkmış olabileceğinden söz ediyor.) Ezcümle; 10. hafta sonunda seyirciye merhaba dediğiniz / oynadığınız bu metnin ağırlığı üstüne, yönetmeninin de sizi algısal ve psikolojik manada çalıştırdığı yerden şimdi ne söyleyebilirsiniz?
Yılmaz Sütçü: Öncelikle beni en çok etkileyen iki kitabı söyleyebilirim: (Sel Yayıncılık, Işık Ergüden çev.) Tahar Ben Jelloun / “Yüce Yalancı”; diğeri de (Metis Yayınları, Sosi Dolanoğlu çev.) “Açık Düşman / Jean Genet’den Seçme Yazılar ve Söyleşiler”. Altını çizmem gerekirse, Genet’nin tarif ettiği tiyatro biçimi beni çok etkiledi. Geldiğim bu süreç sonunda, Genet’nin bütün bir hayatını çok iyi bir şekilde anladım. 1964 - 1986 yılları arasında, edebi eserler vermekten vazgeçme kararı aldığı yirmi küsur yıllık dönemde, 68 Mayıs’ından Vietnam Savaşı’na, Kara Panterlerden Baader - Meinhof’a, Mağripli göçmen işçilerden Filistinli mücahitlere varana kadar, kurumlaşmadıkları sürece her başkaldırı hareketinin yanında, hatta ta içinde yer alıp çok sayıda siyasi yazı yayınlamış. Hayatı tamamen bir enstalasyon gibi bir sanat eseri gibi yaşamış. “Sen bu kafaya nasıl geldin? Deha mı doğdun?” diyesi geliyor insanın, ama bütün bunların sonucunda da bir noktadan sonra yazmayı bıraktığı / küstüğü / canı istemediği bir tiyatro da tarif etmiş ve tabii yine kendisine benzeyen asi ve elbette anarşist. Dönemi ve savaş sonrası, o dünya düzeni için şu andaki çağdaşlarıyla yarışabilecek evsafta ve o dönemden bize formu bozmayı tarif ediyor. Seyircinin oturma düzeninden oyuncuların sahnedeki davranışlarına, metni sahneleyiş / ele alış biçiminden yönetmene yazdığı notlara kadar, bambaşka bir tiyatro tarif ediyor. Hem de dramatik tiyatronun kalıplarını kıran bir durum içinde…
· Yönetmen olarak provalardan sonra tiyatro mesainizden size kalan neydi? Ya da süreçte sahnelerken dikkat kesildiğiniz nelerdi?
Kemal Aydoğan: Genet’de hiçbir şey tek bir anlama sahip değil; bir şey iki ya da üç anlam kazanabiliyor. Provalarda da bizi en çok zorlayan şey bu oldu aslında. Dolayısıyla iki kardeş arasında hem rekabet hem de derin bir sevgi bağı var. Küçüklüklerinden beri beraberler ve birbirlerine baka baka kendilerinde birbirlerini görüyorlar. Claire’e Solange, Solange’a Claire de diyebiliriz bu anlamda. Kimin kimi yansıttığı bile karışıyor. Tek bir mutlak an var oyunda aslında: Claire’in zehri içmesi. Onun dışında hiçbir mutlak an yok, sürekli bir belirsizlik üretiyor metin. Böylece birden fazla yoruma, anlamaya kapı açıyor Genet.
“Genet’yi tanımlamayalım”
· Genet’nin yazımı için “uyumsuz / absürt tiyatro” diye niteledikleri tam da bu tarifler sanırım. Ya da Türkiye’de “absürt tiyatro” hep bu peşrevden veriyor meramını veyahut ortalama genel tiyatro bu kalıplar üzerinden yapıldığı için mi tarifi buraya düşüyor?
Yılmaz Sütçü: Biz Genet özelinde bu tanıma katılmıyoruz. Bu tanıma karşı olduğunuz veya sevmediğiniz için değil. Ama bizim bundan anladığımız şey, absürt tiyatro değil.
Kemal Aydoğan: Zira Genet, bu kalıplara girecek biri değil. Mesela, “uyumsuz tiyatro”nun önde gelen yazarlarından Eugène Ionesco tiyatrosunu düşünelim. Genet öyle değil, çok daha hayatın göbeğinde, neredeyse varoluşsal, ontolojik bir problemi, bir ezme, ezilme ilişkisini kökünden aldığı meramda, hiç de böyle bir takım şaşırtan metaforlar da kurmuyor zaten. Bence çok hakiki, hatta biraz evvel Kerem’in söylediği gibi “onun gerçekliğini” kavramak mesele aslında. Sırf tanımlayabilmek için Genet’yi o dönemde yazdıklarını o tarife koymak, sanki bir yanıyla zaten ona ihanet; dolayısıyla bu ihanet de absürt tiyatro olduğunu kabul etmekle başlıyordu. Biz şunu baştan kabul ettik: Genet’yi tanımlamayalım. Genet aslında yere atılmış bir civa gibi; her yere saçılabilir, ki saçılıyor da. Başında da dediğimiz, Genet’yi biz nasıl zapt edeceğiz, inanılmaz kuvvetli biri.
· Prova notlarınızda: “Özgür yaşa ya da öl! Provanın ilk günü stüdyodayız, herkes burada. Heyecan ve merak ile doluyuz. Belki Jean Genet hınç dolu olmamızı isterdi… Ama heyecan ve merak dolu hınç da olabilir bizimki. Zamanla keşfedeceğiz bunu…” diyorsunuz? Şimdi geldiğiniz bu yolculukta fotoğrafa düşen yansımada keşfettiğiniz neler?
Kerem Fırtına: Başından beri de konuştuğumuz sadece bir yazar olmadığı, bizatihi bu yaşamın sahibi olduğu… Ben normalde sloganlardan hoşlanmıyorum, kişisel hayatımda da kullanmıyorum. Böyle şeylerin romantizme edilmesini de sevmiyorum ama bu cümleyi -oyunun finali itibariyle de- yazarlığının ötesinde bunu taşıdığı için de çok gerçek buluyorum: “Vivre Libre Ou Mourir! / Özgür yaşa ya da öl! / onurlu yaşa ya da öl!” Bu mesela, sadece bir slogan değil işte, oyununda ve hayatında da var. Genet’de bu slogan olarak kalmıyor. Oyunu seyrettiğimizde çıkan yansıma bu oluyor.
· Tesadüf bu ya, yarattığınız karakter(ler)le aynı mahalle ya da apartmanda tanışsınız. Hayat hikâyelerini de bir şekilde biliyorsunuz. Ve bir vakit de aynı masalarda kelama düşmüşünüz. Onlara bir cümleniz olsa, bu ne olurdu?
Yılmaz Sütçü: Solange’a: “Biraz daha sessiz konuşur musunuz, çocuk uyuyor.”
Kerem Fırtına: Hanımefendi’ye bir şey demezdim, deseydim de “Çekil” derdim. Claire ve Solange’a da: “Bireysel kurtuluş yok. Planınızı gerçekleştirseniz de yok. Bu evden çıktığınızda aynı düzenin içine düşeceksiniz. Aynı ‘şey’lerin.”
Dilan Düzgüner: Solange ve Claire’e: - Çok eğildikleri ve gücü karşı tarafa sundukları için -“Kendinize gelin!” derdim.
Kemal Aydoğan: Yazar Genet’ye: “İyi ki intihar etmedin de masamıza geldin, kelama düşebiliyoruz. -Adalet Ağaoğlu’nun- İntihar etmeyeceksek içelim bari…” cümlesini söylerdim. Tüm bunları yaşayan, yazan, söyleyen bir insan ama 76 yaşına kadar da uzun ve iyi yaşıyor. Ve yaşamına baktığımızda gördüğümüz; depresif fakat çok da renkli ve bir tarafıyla da acayip bir karakter. Tam da hikayesi bu aslında, yaşadıkları, hayatı ve yazdıkları...
“Okul müdürü gibi de davranıyor olabilir”
· Genet’ye göre, gerçek varoluş ve özgürlük ancak rolümüzü oynamayı reddetmemizle başlıyor. Sizce, “Hizmetçiler” bugün / günümüzde nereye denk düşmektedir?
Yılmaz Sütçü: Günümüzde herkese ve her yere denk düşüyor, ta ki pastadan en büyük payı alanlar hariç! Çünkü biz rolümüzü oynamaya devam ettiğimiz için ve gerçekte rolümüzün ne olduğunun farkına varamadığımız için, şu kısacık ömürde hâlâ var oluşumuzu ve “biz neyiz?”i konuşuyoruz. Bazı şeyleri çözüme kavuşturmak için bu kadar da uzun zamanlar gerekmiyor. Ekonomi, sağlık, barınma gibi tüm bu vatandaşlık haklarımızı, kısaca özlük / kendi yaşam hakkımızı savunmak için 50 yıla ihtiyacımız yok… Bir dakikada birlikte kararlar verilip uygulanır da. Bunun örnekleri de var dünyada. Ama “Hizmetçiler”de tersi oluyor; Genet diyor ki, “Hayır böyle bir şey olmayacak!” Tabii bu Genet’nin bir kışkırtması da olabilir. “Bugüne kadar hep size güzel tarifler verildi ve bu tarifler tutmadı, siz zaten bir şey yapamayacaktınız” diyen bir okul müdürü gibi de davranıyor olabilir.
Dilan Düzgüner: Hikâye ve karakterler her yere denk düşüyor. Ünlü bir markanın çalışanı veya bir mekândaki garson… Herkes ve hepimiz aslında. O yüzden de bu hikâye, hayatımızın tam içine denk düşüyor diyebiliriz.
Kerem Fırtına: Bence güncel bir metin ve biz bunu yorumlarken de “maalesef böyle” diye söyledik. Oyun sadece zengini / patronu / gücü elinde bulunduranı değil, bunun karşısına düşenleri de (sade vatandaş bizleri, çalışanları da) eleştiriyor. Halihazırda benim için, “Hanımefendi” karakteri holdinglerdir, “Hizmetçiler” de hizmet sektöründeki çalışanlardır.
Kemal Aydoğan: Sınıfsal ilişkileri gösteriyor ve aslında bugünkü kapitalizmin içinde var olan toplumsal bir yapıyı ve bu yapının arızalarını ve potansiyellerini de gösteriyor. Arızasını nasıl gösteriyor? İki hizmetçinin kendi arasında ortak bir dile ve ortak bir yönelime sahip olamayışı! Hatta oyun boyunca, daha agresif ve öfke sahibiymiş gibi duranın aslında daha atıl bir yere konumlanacağı; politik bilinç düzeyinin daha düşük gibi duranın da ‘efendi’ye daha çok hayranlık besleyeceği; aslında kendi enerjisini sönümlendirmek diyelim buna… Çünkü galiba yapamadığımız o! Enerjisiz olduğumuz sürece biz, kendi düşmanımızı, celladımızı, canavarımızı hep üretiyor olacağız zaten. Bu bir denklem ve belki de Genet’nin yaptığı bu; “farkında olun, hiç sizden bağımsız çalışmıyor bu sistem” diyor. (ABD’li yazar Herman Melville'in 1853’te kaleme aldığı) “Kâtip Bartleby”de dediği gibi: Bir şey yazmamayı / yapmamayı tercih edeceksin. Bu yapılmıyorsa, dönüşüm de yok! Dünya düzeni bu kârın üzerine kurulu olunca, “yapmamayı” tercih etmezsek ve üstüne hayatta kalmayla sınanıyorsak; biz de toplumsal bir varlık olarak değil, o kökteki / çıplak canlı / hayatta kalmaya çalışan o varlık olarak, kendimizi gördüğümüz yerde tabii ki her şeyi bir tarafa bırakıp hayatta kalmayı seçiyoruz ne olursa olsun! Galiba Genet’nin en alttan gelme ve bunu yazabilme gücü bu demek. “Bunu görmüyorsan da bu sistem devam edecek, benden sana huzur yok” diyor. Yani “Hizmetçiler” oyununda size huzur yok diyor.
· Son zamanlarda sizi etkileyen veyahut iyi gelen performans, oyun, film, albüm / şarkı, sergi veyahut kitaplar aleminde neler var; paylaşırsanız, bizler de nasiplenelim isterim?
Dilan Düzgüner: Norveçli yazar Vigdis Hjorth’un yazdığı (Siren Yayınları, Dilek Başak çev.) “Miras”… (Norveç’te büyük ses getiren ve çok tartışılan bu roman, babanın ölümüyle başlıyor ve yaranın kökenine iniyor.)
Kemal Aydoğan: Fransız filozof ve sanat tarihçisi Georges Didi-Huberman’ın (Norgunk Yayıncılık, Halil Yiğit çev.) “Ateşböceklerinin Var Kalma Mücadelesi”. İnanılmaz bir kitap. Geleceğe dair umutla bakmak isteyen herkese hararetle tavsiye ediyorum. Tavsiye edebileceğim film ise; (1971 İtalya - Fransa - Batı Almanya ortak yapımı ve özgün adı Il Decameron olan film ABD’de The Decameron adıyla gösterime sunuldu) yönetmen Pire Paolo Pasolini / Decameron Hikâyeleri…
Kerem Fırtına: Bu ara Çinli yazar Yu Hua’nın, Jaguar Kitap’tan; “Yaşamak”, “Kanını Satan Adam” ve “On Sözcükte Çin” kitaplarını okuyorum.
Yılmaz Sütçü: Ali Abbasi’nin (senarist Gabriel Sherman) “The Apprentice - Trump’ın Hikâyesi” filmi çok iyi film. Tiyatro olarak Edouard Louis’in yazdığı, Moda Sahnesi yorumundan ve çok iyi oyunculuğuyla Onur Ünsal’ın oynadığı “Babamı Kim Öldürdü?” oyununu da sonsuza kadar seyredebilirim, çok iyi bir oyun. Bu aralar fonumda ise LVBEL C5’in “Hav Hav” şarkısı var.
“Sıkıntıları dert etmeden ‘gelecekte’ tiyatro fikri”
· Tiyatro maceranızda önümüzdeki günlerde bizleri neler bekliyor, gelecek proje ve programınızdan bahseder misiniz? Ayrıca “bu da var paylaşalım” dediğiniz mevzuyu da iliştirelim isterim.
Kerem Fırtına: “Hizmetçiler” henüz çok yeni. Öncelikle dolu dolu oynamaya devam etmek isterim. Sonrasına dair elbette fikirlerim var, fakat plan yapmıyorum. Ama bir konuda netim; kendileri de istediği sürece Moda Sahnesi’nde, Kemal Hoca ile yol almaya devam etmek istiyorum.
Yılmaz Sütçü: Bundan sonra “Hizmetçiler” ve “Othello” yoğun bir şekilde devam edecek gibi görünüyor. Farklı ve yeni projeler içinse pek fazla kopya vermeyeyim, olunca anlatırım!
Kemal Aydoğan: “Kozmik Korku ya da Brad Pitt’in Paranoyaya Kapıldığı Gün” oyununu çalışıyoruz şu an. Danimarkalı yazar Christian Lollike’in yazdığı oyunu Leyla Tamer çevirdi. Hakan Kargidanoğlu, Efsane Odağ ve Efe Taşdelen’in rollerini paylaştığı oyunun sahne tasarımını Bengi Günay, ışık tasarımını İrfan Varlı yapıyor, ben de yönetiyorum. Bunun dışında önümüzdeki sezon için oyun okuyorum. Ekonomik sıkıntıları dert etmeden “gelecekte” tiyatro fikrini ve pratiğini devam ettirmek çok mümkün değil bugünlerde. Doğru formülü bulmaya çalışıyoruz. Tiyatro yapmak ekonomik açıdan iyice zorlaştı. Devletin ve de belediyelerin desteği olmadan kamusal nitelikli özel tiyatroların “sanatsal” faaliyetlerini sürdürmeleri iyiden iyiye zorlaştı. Kamusal kimliğimizi bırakıp yola devam etmemizi istiyor bu kültür sanat planlayıcısı “kamu” kurum ve kuruluşları. Ticaret her insanca faaliyeti zehirleyip içini boşaltıyor. Tiyatro da bundan nasibini aldı tabii. Kamusal tiyatro faaliyetlerinin ülkenin dört bucağını sardığı günler çok uzakta değildir umarım.
SON DAKİKA
EN ÇOK OKUNANLAR
İşte Türkiye’nin Keşfedilmeyi Bekleyen 10 Müzesi
Osmanlı Padişahları sırası, padişahların tahtta kalma süreleri! Sırasıyla Osmanlı'da tahta çıkan padişahlar... Osmanlı'da dönemler: duraklama, gerileme dönemi
'KİM MİLYONER OLMAK İSTER?' SORUSU: Endaze nedir?
'KİM MİLYONER OLMAK İSTER?' SORUSU: Geçmişi 16. yüzyıla dek uzanan, Osmanlı mutfağında hangi adla da bilinen bir helva çeşidi vardır?
KİM MİLYONER OLMAK İSTER SORUSU! Sputnik 1 uydusunu 1957'de Dünya yörüngesine göndererek 'Uzay Yarışı'nda öne geçen hangisi olmuştur?