hourSON DAKİKA
left-arrowright-arrow
weather
İstanbul
down-arrowup-arrow

    Açık bir davet: “Yarın Belki de”

    Açık bir davet: “Yarın Belki de”
    expand
    KAYNAKBetül Memiş / Cnnturk.com

    Prömiyerini 25 Ocak’ta, Beykoz Kundura’da yapan, adıyla ve sahneleme biçimiyle şahsına münhasır bir “oyun” olan “Yarın Belki de”yi yönetmeni Ayşe Draz şöyle tarif ediyor: “Enfes iki oyuncunun, sesleri, bedenleri, o küçücük alanda yarattıkları, canlı kıldıkları imgeler ve paylaştıkları fikirlerle bizleri yani seyircilerini, birlikte ‘bir saatten biraz fazla’ vakit geçirmeye ve beraber hayal kurmaya, eğlenmeye davet eden bir iş. Ne fazlası ne azı, sadece o kadar.” Biz de bu tarifin peşine düştük ve oyunun yaratıcılarıyla bir araya geldik…

     

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    Yarın Belki de” çağdaş tiyatro sahnesinin önemli topluluklarından biri olan ve ortaklaşa üretim (devising) yönteminin öncülerinden kabul edilen Forced Entertainment’ın “Tomorrow’s Parties” adlı oyununun bugüne ve bugünün Türkiye’sine uyarlaması. Renkli panayır ışıklarıyla çerçevelenmiş sade bir sahnede âşık atışması gibi söz yarıştıran iki kişi, geleceğe yönelik olasılıklar üzerine düşünce sektirirken içinde bulunduğumuz döneme eleştirel, ironik ve gülümseten bir bakış açısı getiriyorlar.

    Yönetmenliğini (“Yangın Yeri”, “Nuh’un Gemisini Aramak”, “N’olcak Bu Yusuf Umut’un Hali” gibi oyunlardan us’a aldığımız) Ayşe Draz’ın üstlendiği, usta tiyatrocular (son olarak “Aramızdaki Sarmaşık”, “Taş” ve “Öbür: Sonsuza Kadar”da oyunculuğunu dikize yattığımız) Aslı İçözü ile (“Vanya, Sonya, Maşa ve Spike” ile Afife Tiyatro Ödülleri’nde “Yılın En Başarılı Erkek Oyuncusu” ve “Baba” ile Direklerarası Tiyatro Ödülleri’nde “Erkek Oyuncu” ödüllerini alan) Şerif Erol’u aynı sahnede buluşturan “Yarın Belki de”, mümkün ve imkânsız gelecek ihtimallerine eğlenceli, dokunaklı, yer yer hayalperest hatta çılgın bir bakış sunuyor. Oyun, geleceğin neler getirebileceğine dair bugünün umut ve korkularını açığa çıkaran spekülasyonlardan ütopik ve distopik fallara, bilim kurgu senaryolarına, politik kabuslara ve absürt fantezilere doğru ilerleyen oyuncuların rehberliğinde, seyirciyi meraklandırıyor, güldürüyor, heyecanlandırıyor ve düşündürüyor…

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    Semih Fırıncıoğlu’nun çevirdiği, Özlem Hemiş’in dramaturgisini, Berfin Tolmaç’ın yönetmen yardımcılığını, Bora Aksu’nun yardımcı yönetmenliğini üstlendiği, tek perdelik / 60 dakikalık “Yarın Belki de”yi uyarlayanlar Bora Aksu, Ayşe Draz, Şerif Erol, Özlem Hemiş ve Aslı İçözü. Yapımcılığını Lita House of Production, Beykoz Kundura ve Forced Entertainment’ın yürüttüğü oyunun ışık operatörü Umut Rışvanlı, Hüseyin Ege Kök, ses - efekt operatörü ise Ayça Özkan. (İç ses: Oyunu, 8 ve 22 Mart’ta Beykoz Kundura’da; 11 Mart’ta ise ENKA Oditoryumu’nda dikize yatabilirsiniz.)

    Ben de oyunun yaratıcılarından Aslı İçözü, Şerif Erol ve Ayşe Draz ile “yarın belki de” tonunda, fakat tiyatronun kadrajında tadında bir röportaj gerçekleştirdim. Hazırsanız başlıyoruz, fakat okuma öncesi hem fonumuzu şereflendirir hem de “Yarın Belki de”ye selam olur niyetine The Beatles’ın -1969 menşeili- “Across the Universe” şarkısına yüklenebiliriz! (Es notu: Röportaj fotoğrafları Saygın Serdaroğlu)

     Açık bir davet: “Yarın Belki de”

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

     

    “Biz bir avuç deliyiz herhalde”

    İzninizle sondan başlamak isterim. Fransız düşünür, sosyolog Jean Baudrillard, (Yapı Kredi Yay. Bahadır Gülmez çev.) “Tam Ekran” adlı kitabında: “Bugün, biz sanal olanı düşünmüyoruz, sanal olan bizi düşünüyor. Bizi gerçeklikten kesin bir biçimde ayıran bu algılanması olanaksız şeffaflık, bir sineğin pencere camına çarpması ve çarpınca, kendisini dış dünyadan ayıran şeyin ne olduğunu bilmemesi kadar akla sığmayacak bir şey…” der ve ekler: “İmgeleyemiyoruz, çünkü sanallığın özelliği, yalnızca gerçekliğe son vermek değil, aynı zamanda gerçek olanın, siyasal olanın, toplumsal olanın imgelenmesine de son vermektir- yalnızca zamanın gerçekliğinin değil, geçmişin ve geleceğin de imgelenmesine de son verir. Biz, buna, bir tür kara mizahi adlandırmayla ‘gerçek zaman’ diyoruz.” Üstadın kelamından yola çıkarak sizin, kişisel ve sanat / tiyatro hayatınızın kadrajından 2024 yılı “Z Raporu”ndan ortaya nasıl bir fotoğraf çıkar? Ve 2025 için uzun ve kısa vadede dünyaya ve tiyatroya karşı öngörünüz ne olur?

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    Ayşe Draz: Dünyada olup bitenlere bakınca, geleceği biraz karanlık görüyorum. Daha çok distopik senaryoların ve korktuğumuz şeylerin başımıza geldiği bir yıl olacak gibi geliyor bana. Toplumsal ve siyasal mevzuların yanında, küresel ısınma gibi klişelerden de söz ederek söyleyeceğim ama 2024’ten sonra 2025’te de mevcut krizlere bir çözüm öneren veya umut veren herhangi bir yenilik henüz pek olmadığı için, yokuş aşağı gitmeye devam edecek gibi her şey. Hissiyatım bu maalesef. Tiyatro kadrajından baktığımda da insanlar tiyatro yapmaya devam ediyorlar. Neden tiyatro yapmaya devam edildiğini de hakikaten merak ediyorum ve sık sık kendime de bunu soruyorum. Belki de bunun basit ve tek bir cevabı olsa, yapmayı bırakırdık diyorum. Tek tek tiyatro yapan insanlarla oturup konuşmak istiyorum, “Biz bir avuç deliyiz herhalde” demek istiyorum onlara. Bu yüzden tiyatro yapmaya devam eden insanlara en başından bir sempatiyle yaklaşıyorum. Tabii Türkiye’de veya dünyanın başka yerlerinde tiyatro yapmak -hepsi kendi koşulları ve bağlamlarında- hem benzer hem de farklı durumları ifade ediyorlar. O yüzden de genel bir cevap vermek çok zor benim için.

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    Aslı İçözü: Dünyanın gündemi çok hızlı değişti, her gün değişmeye de devam ediyor. Oyunumuzun metni de, sanki dünden ama tam da bugünden ve yarın olabileceklerden konuşuyor. Artık dünya gündemi gün be gün değişiyor. Yetmemize, yetişmemize imkân bırakmayacak kadar hızlı. Bazen ütopik bazen distopik bazen de çok güncel, günümüzden bir hikâye olarak anlatılan “Yarın Belki de” -benim de repliğimde söylediğim gibi- “Gelecekte savaş eğlence gibi bir şey olacak ya da bir spor müsabakası.” Günümüz dünyasına bakınca da hakikaten savaş artık neredeyse bu replikteki cümleye döndü. Büyük ülkeler arasındaki bir eğlence, “Bir tür vekalet savaşı”. Uzunca bir süredir çok tuhaf bir yere gitmiyor muyuz? Bilgi çağı, yapay zekâ, pandemi, salgınlar, zorunlu göçler, yerinden edilişler, kayan zeminler… Ama ben açıkçası bütün bu olan biten, değişen, dönüşen ve maruz kalınanlar karşısında hâlâ pozitif bir yerde durup, “Evet, bizim bir şey yapmamız, yapmaya devam etmemiz gerekiyor” diyorum. Çünkü tek bildiğim bu. 1964 doğumluyum, dünyanın oluş tarihine bakınca bir kelebeğin ömrü ve etkisi kadar belki bu 60 sene. Şimdilik dünyanın bu kadarını paylaştım. Yaşadığım süreçte siyasi mücadeleler (grevler, mitingler, yok yere öldürülen insanlar…) ve darbeler oldu ki ben iki tanesini gördüm. Savaşlar oldu, olmaya da devam ediyor. Şimdi zaman hızlandı, geçmişte yıllara yayılan mücadeleler, maruz kalışlar ve gündem değişiklikleri, bu zamanda bir güne düştü. Gözümüzün önünde bu hızla olanlara tanıklık etmek, yaşamak, hıza yetişemeyip refleks bile geliştiremeden, tavrı/nı bile sorgulayamadan “sanki bir kıyametin” içinde olma hali çok zor ve tuhaf geliyor. O zaman da en iyi bildiğimiz işimize yani sanatın, yaratmanın gücüne sığınıyoruz. Daha çok konuşmaya, yazmaya, üretmeye, çoğalmaya ve paylaşmaya ihtiyaç duyuyoruz. Sanatın her alanında ve tiyatro kadrajında durum bu. “Belki de işimiz gereği duyarlılıklarımız çok geliştiğinden, duyarsız olma becerisi gösteremediğimizden.” Görüyorum ki dünyada ve Türkiye’de sanat anlamında üretimin sayısı arttı. Daha çok proje üretmeye, daha çok sergi, film, oyun, performans yapmaya alan açmaya / bulmaya çalışılıyor. Çünkü ihtiyacımız daha da arttı. Bu maliyetlerle hem de. Neredeyse bulup buluşturarak bağımsız filmler, oyunlar yapılıyor. İnsanlar para kazanmadan, arkadaşlarından, ailelerinden aldıkları paralarla işlerini yapmaya çalışıyorlar. Belki kulağa çok acayip geliyor ama ben kesinlikle bu üretimleri çok ilham verici ve olumlu buluyorum.

    Araya girerek sorayım o vakit, son yıllarda bu üretimlerin artmasına nicelik / nitelik tartışması yönünde bakanlar da var: Gelecekte elenecektir diyenler veya zeitgeist / zamanın ruhu ile yolunu bulacaktır diyenler…

    Aslı İçözü: Kime göre, neye göre bu tanımlar / tanımlamalar! Yaptığımız iş, bir araştırma ve deneyimleme özünde. Ben, iyiyi, kötüyü, güzeli, çirkini konuşmamaya çalışıyorum… Sanırım tartışılabilirlik ve paylaşılabilirlik beni ilgilendiriyor. Deneyim ve deneyimlenebilir olması benim için kıymetli ve cesaret verici… Daha çok olsun. Elbette bu deneyimler, başka biçimleri başka arayışları getirecek / kazandıracak veya vazgeçişler olacak beraberinde, bunca sıkışmışlığın içinde yapabildiğimiz, kendimizi ifade etmek ve yeni arayışlarda bulunmak oluyor. Ve bu arayışların doğrusunu, yanlışını, güzelini, çirkinini de tartışmaya, araştırmaya, ifade etmeye ve sonrasında da paylaşmaya ihtiyacımız var. Bizim kanalımız da burası.

    Şerif Erol: 2024’ün “Z raporu” deyince, uzun bir zamandır benzer yılların, benzer “Z raporları”nı alıyoruz ve bu iyi bir rapor olarak görünmüyor hiç. Yani toplum olarak depresif olduğumuzu… Örneğin, okulda öğrencilerimde gördüğüm, depresif ve üzgün oldukları, motivasyon zorluğu çektikleri… Dolayısıyla buradan 2025’e bakınca, iyi bir “Z raporu” alabilecekmişiz gibi gelmiyor. Ben iyimser bir yerden konuşamayacağım. Öyle hissetmiyorum çünkü. Öte yandan tiyatroya bakınca, ciddi bir üretim var. İnsanlar var olmaya, söz söylemeye, kendilerini ifade etmeye çalışıyorlar. Nitelik, nicelik sorunları, ağırlıklı olarak nitelik sorunları her zaman var ve her zaman olacaktır da. Ama neyin - sahiden - nitelikli olup olmadığına, bütün kalbimle inanarak söylüyorum ki sadece ve sadece tarih karar verebilir. Bugün insanların konuşmak ve hikâyelerini anlatmak istemeleri ve neredeyse imkânsız koşullarda bunu hayata geçirmeye çalışmaları benim için çok çok kıymetli. Tiyatronun ayırt edici özelliği günümüzde canlı performans olması gibi geliyor bana. Bu koşullarda bunu yapmaya çalışan insanları, ben naçizane bütün kalbimle tebrik ediyorum. İyisi, kötüsü zaman içinde görünür nasıl olsa.

     Açık bir davet: “Yarın Belki de”

     

    “Az konuşmak, çok şey söylemek…”

    Gelelim, öznesi “gelecek” olan, bir tür “doğaçlama oyun” gibi hissettirecek bir şekilde kurgulanmış, hem mümkün hem de imkansız geleceklere yönelik eğlenceli, dokunaklı ve zaman zaman çılgınca bir bakış; muhtemel, muhtemel olmayan, taslak olası geleceklere de dalmadan önce “veya” diye cevap veren; ütopik ve distopik vizyonlardan bilimkurgu senaryolarına, politik kabuslardan absürt fantezilere kadar geleceğin neler getirebileceği üzerine spekülasyonlar yaparken umut ve korkuların düşündürücü bir incelemesini sunan Forced Entertainment’ın hikâyesi “Yarın Belki de”ye…

    Ayşe Draz: Öncelikle Forced Entertainment’ın yaklaşımından söz ederek başlayayım. Aslında “hikâye” demek çok doğru bir tanımlama olmayacak. Çünkü Forced Entertainment işlerinde ve bu eser özelinde de altını çize çize “Biz, pek de hikâyelerle ilgilenmiyoruz” diyorlar. Dolayısıyla belki öncelikle “Yarın Belki de”yi bir hikâye olarak tanımlamamakta yarar var. Forced Entertainment tiyatronun canlı icra edilen bir sanat oluşu ve o canlılık unsuruyla çok fazla ilgilenen bir topluluk. 40 yıllık serüvenleri içinde ön plana çıkardıkları bir unsur “canlılık”. Hatta İngiltere’de tiyatro kurumlarının, enstitülerinin veya vakıflarının yanı sıra devlet destekli bir de “canlılık ajansı” kuruluyor ve topluluk orada da başı çekiyor. Dramaturgumuz Özlem Hemiş’in de dediği gibi, topluluğun adını Türkçeye çevirirsek karşılığı: “Zorlama eğlence”. Her zaman seyirci ve sahne arasında karşılıklı bir akit mevcuttur ve Forced Entertainment, ironik bir şekilde de olsa bu akde referans vererek istesin istemesin seyircisini “eğlendireceğini” söylüyor. Bu oyun kapsamında bizimle atölye gerçekleştiren Robin Arthur, metni doğaçlayarak oluşturduklarını aktarmıştı. Herhangi bir işe başladıklarında “oyun” yani “game” anlamında “oyun” yapılarını kullanıyorlar. “Yarın Belki de” de işlettikleri doğaçlama süreci… Ancak ortaya çıkan doğaçlamayı, “hadi, bunu olduğu gibi sahneye koyalım” diyerek değil de sahne dinamiğini, seyirciyle sahne arasındaki doğru tansiyonu tutturmayı ve muhakkak ki hep altını çizdikleri gibi seyirciyi hakikaten eğlendirmeyi gözeterek, uzun yıllardır birlikte çalışıp üretmenin getirdiği deneyim ve birikimi de devreye sokarak nihai tasarımın içine yerleştiriyorlar…

    Sizin bu hikâyeyi seçme sebebiniz ve sahnede görmeye heves ettiren meramınız neydi? Oyunun yaratım aşamasından bahseder misiniz?

    Ayşe Draz: Bugün bizim tiyatromuzda anlatılan, aktarılan çok “hikâye” mevcut. Hepimiz kendimizi ifade etmeye çalışıyoruz ve ben de bu kendini ifade etme ihtiyacını hatta açlığını, son yıllarda sahnelerde denk geldiğimiz tek kişilik veya yarı - otobiyografik oyunlarda gözlemliyorum. Öte yandan, tiyatronun canlılık unsurunun ve seyir yeri ile sahne arasındaki karşılıklı “sözleşmenin”, sizin de ilk sorunuzda değindiğiniz gibi sanal gerçekliğin daha ön plana çıktığı bir bağlamda, önemle vurgulanması gerektiğini düşünüyorum. Mesela, bugün sinemaya gitmiyor insanlar, ama tiyatrolarda bir araya geliyorlar. Tiyatronun kökeninde yatan ritüel, bir araya gelmeyi, aynı yerde nefes alıp vermeyi, farklı duyularla birbirinin varlığının farkına varıldığı bir mekânda belli bir zamanı beraber geçirmeyi içeriyor. Ve gösteri sanatlarında seyirciler canlı bir iş izlediklerinde, bazen de baştan sona mükemmel bir akışa değil, gerçekleşebilecek hatalara şahitlik etmeyi umarak, yani bir ip cambazının ip üstünde yürümesini izlermişçesine “ha düştü, düşecek” diyerek, “acaba düşerse ne olur?”u bekleyerek izliyorlar sahneyi. Topluluktan Tim Etchells’ın altını çizdiği “başarısızlık, yenilgi, bir şeyin yolunda gitmemesi” unsuru canlılığın temelinde yatıyor. Bakın ne kadar paradoksal ki, bir sürecin ne kadar mükemmel ilerleyeceği değil, bir şeylerin mükemmel gitmeme olasılığı, canlılığı çok daha değerli kılıyor. En başta, İstanbul’da saatlerini trafikte harcadıktan ve kim bilir ne kadar yol parası verip tiyatro biletini de aldıktan sonra, bir oyun izlemek için bir yerlerde toplanıp bir / iki saatini “bizimle” beraber geçiren seyirciye “zorla da olsa” (muzipçe bir zorlama bu elbet) eğlence borçlu olduğumuzu düşünüyorum. Ardından, Aslı ve Şerif gibi müthiş iki oyuncunun, dilin sınırlarını kullanarak aktardıkları ama küçücük bir “sahnede” adeta görünür kıldıkları imgelerle dolu, sıradan ama geleceğe dair paylaştığımız senaryoların, seyircinin kendi heybesinde biriktirdiklerini, deneyimlerini, izlediklerini ve okuduklarını tetiklemesini, paylaştığımız fikirlerin içinde kendi korkuları ve umutlarını bularak aslında yalnız olmadığını hissetmesini umuyorum, umuyoruz. Bir yandan da aktardığı hikâyeden çok, tiyatronun canlılığını ön plana çıkaran tasarımıyla “Yarın Belki de”yi Türkiye’deki seyirciyle ve özellikle yeni nesillerle bir araya getirmeyi kendime borçlu olduğumu, bu işin ayrıca kendi içinde bugünün sanallığına karşı küçük bir direniş olduğunu düşünüyorum.

    Şerif Erol: Ben başta yadırgamıştım metni; sonra çalıştıkça, içine girdikçe, neler söylediğini, nasıl söylediğini fark ettikçe bunu daha çok hissettim. Çok, çok, çok konuşulan bir döneme geldik, o kadar çok gürültü var ki iletişim ortamında. İnsanlar kendilerini anlatamayacaklar endişesiyle ilave cümleler ve kelimeler kullanıyorlar. Benim biraz önce “çok çok çok” olarak kullanmam gibi mesela! Hani bir türlü ne kadar söylersem / söylesem yetmeyeceğiz duygusu ile. Hep böyle bir şey var. Ben de bu durumdan bir süredir, bayağı bir muzdariptim. Sonra bu oyunda gördüm ki şu arzuma hitap ediyor: Az konuşmak, çok şey söylemek istiyorum ve bunu, rol denen bir şeyin içinde ne kadar az olabilirsem, o kadar az olarak yapmak istiyorum. Baktım ki oyun “cuk” oturdu benim bu arzuma; çok heyecanlanmamın sebebi bu oldu oyuna dair.

    Açık bir davet: “Yarın Belki de”

    “Boşluk bırakmak ve seyirciyi dâhil etmek”

    Forced Entertainment, 1984’ten beri birlikte olan altı sanatçıdan oluşan bir grup ve sanat yönetmeni (1962) Tim Etchells. Grup, tiyatronun günümüz dünyası için anlamını inceledikleri çeşitli projeler yaratıyor. Her zaman izleyiciyle açık bir diyalog, bir tür sohbet veya müzakere biçiminde oyunlar hazırlıyor; tiyatronun, performansın sınırlarını ve modern insana yansımalarını araştırdıklarını vurguluyorlar. Ekibin bu tiyatro algısından hareketle “Yarın Belki de”nin meramı deneysel / absürt tiyatro kadrajında yerini almış oluyor. Peki, yaratıcıları olarak sizler, “post-dramatik tiyatro avangardının mekanizmalarına müdahale eden” bu oyunu nasıl tarifliyor ve tanımlıyorsunuz?

    Aslı İçözü: Aslında hikâyeyi anlatmak yerine “boşluk” bırakmaya çalışıyoruz. Metin absürdü de distopiği de ütopiği de barındırıyor. Ama galiba yapmaya çalıştığımız gerçekten “boşluk” bırakmak ve seyirciyi sürece dâhil etmek. Tabii biz de o sürecin bir parçasıyız her zaman. O yüzden aslında ne kadar çalışılmış bir oyun olsa da bizi sürekli endişeli olmaya dönüştüren; “acaba bitirebilecek miyiz, yapabilecek miyiz” duygusunun ön planda olduğu bir metin. Yani iyi bildiğimiz bir metni sahnede unutup, yeniden buluyoruz ve bu gerçekten bizi her seferinde yeniden düşünmeye, boşluğun içinden yeniden, yeni bir imajı / sözcüğü bulmaya zorluyor. Bulduk, provasını yaptık ve şimdi seyirciyle buluşuyoruz konforu hiç yok! Her seferinde yeni bir seyirlik sunuyoruz sanki. En azından bendeki duygusu bu. Ben ilk defa yaşıyorum bu kadarını... Hem bu metnin hem de bu derdin bir parçasıyız ve üstüne daha söyleyecek çok şeyimiz var “bugünden, şimdiden” ama söylemiyoruz, ki bazen de sahnede aklımıza geldiğinde vazgeçiyoruz. O da izleyenin süreci olsun, bizimle akıl yürütüp soru sorsun; belki de bir soru bırakmak istiyoruz… Dolayısıyla prova sürecinde, her gün yeni olan gündemden veya sözcüklerden vazgeçmek üzerine hareket ettik, boşluk yaratmak için.

    Şerif üstadın, “az konuşmak çok söylemek” ve Aslı Hocanın “boşluk yaratmak için sözcüklerden vazgeçtik” tarifleri günümüz hayat koşturmacasında manidar oldu! Zira yaşadığımız dünyada biz faniler, sürekli doldurmaya çalışan, hatta “boş” gördüğü(nü sandığı) alanı veyahut zamanı doldurma hevesindeyiz. Ezcümle, susmaya bile tahammülümüzün olmadığı ve her daim “boşluktan” muzdarip olanlar için güzel iki tarif / rota oldu. Bu minvalde seyirciler için oyuna dair bir cümleniz olsaydı…?

    Şerif Erol: Tüm bu tanımlar ve anlatımlarla birlikte oynadığımız oyun; çok anlaşılır ve çok kolay bir oyun, biliyor musunuz… İki kişi çıkıyorlar, gelecekte neler olabileceğine dair anlatıyorlar. Ve bu komik, hüzünlü ve eğlenceli. Bu kadar. Oyun bundan ibaret. Ve gene somut bilgi: Oyun, bir saatten biraz uzun sürüyor.

    Ayşe Draz: Bence, biz Türkiye’de bir şeyleri kategorize etmeye bayılıyoruz. Tabii bunun çok anlaşılır sebepleri var. Bize verilen eğitim ve kültürümüzden kaynaklanıyor. Eğer bir şeyin “doğru kategorisini” baştan bilirsek, sonunda beklentimizi ona göre şekillendirip, en nihayetinde de olumlanmak üzere hareket ediyoruz. Bence, sürekli karşı taraftan onay bekleyen, farklı sebeplerden ötürü kendine güveni oluşamamış, kendimizle yüzleşmekten de kaçındığımız için tamamlanamamış bir toplumuz. Dolayısıyla kategorilerle hareket etmek bizi rahatlatıyor. Ama Şerif’in de dediği gibi “Yarın Belki de” enfes iki oyuncunun, sesleri, bedenleri, o küçücük alanda yarattıkları, canlı kıldıkları imgeler ve paylaştıkları fikirlerle seyircilerini, birlikte “bir saatten biraz fazla” vakit geçirmeye ve “beraber hayal kurmaya, eğlenmeye davet eden bir iş”. Ne fazlası ne azı, sadece o kadar…

     Açık bir davet: “Yarın Belki de”

     

    “Ağırlıklı olarak Aslı ve Şerif’iz”

    Oyunu sahneleme aşamasında hangi tür enstrümanları masaya yatırdınız? Süreçte sahnelerken ve uyarlarken öncelikleriniz veya dikkat kesildiğiniz detaylar nelerdi?

    Ayşe Draz: Seyircinin “Yarın Belki de”yi; “yabancı bir eseri almışlar, Türkçeye çevirmişler ve de şimdi oynuyorlar” gibi görmemesi ve işitmemesi için çok emek harcadık. İlk kaba taslak çeviriyi, projeyi en başından beri takip eden ve beni destekleyen hem İngilizce hem de Türkçe hakimiyeti ve çevirileriyle bilinen Semih (Fırıncıoğlu) yaptı. Sonraki aşamada, Özlem (Hemiş), Şerif ve yardımcı yönetmenimiz Bora (Aksu) birlikte; sözcüklerin, oyuncunun ağzından çok doğal çıkmasını sağlayabilmek adına uzun uzun çalıştık. Henüz sürecin başındayken, sanırım bizim kendi dertlerimizden ve bu coğrafyadan metne gereğinden fazla şeyler eklemeye çalıştık. Ama baktık ki metin bunları kusuyor ve fark ettik ki aslında zaten Şerif’in de dediği gibi “az söylüyor ama çok şey ifade ediyor”. Bir de çok dikkat ettiğimiz ve gene çok ince ayar gerektiren bir başka detay da oyuncuların, sahne üzerinde tanımlı bir karakterden ziyade, benim “persona” olarak tanımladığım bir noktada durmasıydı. Bu “personalar”ı, Şerif ve Aslı herhangi bir karakter arkasına saklanmadan, sahneden seyircilere bir şeyler aktarırken yaratıyorlar. Bu hem alçakgönüllülük hem de müthiş bir ustalık gerektiriyor. Bazen metnin onlara söylettikleri veya metnin talep ettiği akış nedeniyle seyircide -onlara dair- bazı karakter özellikleri tetikleniyor ve burada da -metnin söylediklerini ve ironi dozunu düşünürsek- seyirciye yukarıdan bakmadan, aksine tam da gözünün içine bakarak izin verebilmek her oyuncunun harcı değil! Kısaca, her anlamda her katmanda çok ince ayar gerektiren bir işti ve o ince ayarlarla çok uğraştık diyebilirim.

    “Geleceğe dair ama aslında bugünü anlatan”

    Künyeye bakınca uyarlama şamasında beş kişinin adını görüyoruz. Böylesi kapsamlı bir uyarlama çalışmasının biraz detaylarını açabilir misiniz?

    Şerif Erol: Hangi oyunu oynarsanız oynayın, uyarlamasanız bile onun sizin zamanınıza, gündeminize, derdinize değmesi gerekiyor. Yoksa bunu bir oyuncu veya bir yönetmende gerçek kılamazsınız, kendiniz için bile. Dolayısıyla bizim uyarlama olarak söylediğimiz bütün bu çalışma, metni bizim için, gerçek ve bize dokunan bir şey kılma çabasıydı. Onun için de Ayşe’nin dediği gibi, biz o çabayı büyüttük, çok çok Türkiye’den şeyler koyduk. Sonra baktık ki çok güzel bir metin bu, eklemelerin fazlası zarar dedik, aklımız başımıza geldi ve katkıdan tasarruf etmeye başladık. Bu aklımızın başımıza gelmesi metnin içini tıkıştırmaya çalışmamız, sonrasında metnin bunu istemediğini bize göstermesi gibi, bütün bu süreç uyarlama süreciydi zaten. Sonra “ya bu olmazsa olmaz” demelerimiz, hatta ve hatta Aslı’nın geçen gün -oyuna- bir cümle daha eklemesi, Grand Kartal Otel’deki yangından sonra mesela. Dolayısıyla bu yaşayan, organik ve canlı bir oyun. Bütün süreç böyle oldu. Yoksa şu bölümü Türkçe yapayım, şu ismi Türkçeleştireyim değil tabii ki mesele. İki kişi anlatacaklar, onun için de bu iki kişiye çok değmesi gerekiyor. Ve bu iki kişi, birer oyun karakterinden farklılar, Ayşe’nin de dediği gibi “persona” onlar. Sahnede seçimleri sınanan, bir hedefe ulaşmaya çalışan, klasik oyun karakterleri yok. Biz iki kişiyiz; ağırlıklı olarak Aslı ve Şerif’iz. İki arkadaşız, iki ahbabız. Öyleyiz. Bu sahnenin ışığı yandığı andan itibaren her oyuncuya bir persona verir; ama bundan daha fazla bir şey değil. Asıl olan burada anlatılan şey, karakter değil çünkü.

    Aslı İçözü: Şerif’in de Özlem’in de sözün ustaları olarak Türkçedeki kelime çeşitliliği teklifi metnin uyarlamasında etkili oldu; metnin kendi ritminin oluşması, duygularımız ve duyarlılıklarımızla buluşmasında çok etkin olduğu kanısındayım… Mesela, az önce Şerif’in farkına varmadan önerdiği eş anlamlılığın değeri. Evet, biz Aslı ve Şerif arkadaşız, ahbabız gerçekten… -Ne kadar anlamı kuvvetlendiren bir tarif oldu art arda kullanılışı.- Veya ben bir cümlenin içinde, “hayat”, “yaşam”, “ömür” kelimelerini kullanıyorum. Üçü de eş anlamlı aslında, ama bir cümlenin içinde, başında “hayat”ı kullanmak, bir sonraki replikte “ömür”le devam etmek, sonunda da “yaşam”la bitirmek ve de aynı paragrafın içinde; farklı ritim, imaj ve ses zenginliği kazandırıyor. Çok acayip hem birbirini besleyen hem de farklı boyutlar açan anlamlar silsilesi haline geliyor. Bu duyarlılık bana çok iyi geliyor, iyi hissediyor ve besleniyorum. “Yarın Belki de’’, Türkçeleşme sürecinde, içinde bizlerin de duyarlılıklarıyla söze yansıyan duygularımız ve sözcük arayışlarımızla “biz”leşti, sanırım bizden oldu.

    Ayşe Draz: Dönüp sürece baktığımda şu hissi sık sık yaşadığımı hatırlıyorum; neredeyse söylenen her şeyin bizde o kadar büyük bir karşılığı oluyordu ki, onları doğru şekilde aktarabilmek için hem kendi tepkilerimizi fark etmemiz hem de onlara yeterince mesafe almamız gerekiyordu. Aslında temel bir oyunculuk ve de yönetmenlik dersi gibi. Mesela, oyunda Şerif’in bir noktadaki bazı repliklerine geldiğimizde hem ben hem Şerif epey hüzünleniyorduk, ama hüznün seyircide oluşabilmesi için bunu daha farklı aktarmamız gerektiğini de biliyorduk ve doğru ayarı tutturmak çok da kolay olmadı ama araştırması kesinlikle çok keyifliydi. Geleceğe dair - ama aslında bugünü anlatan - paylaşılan fikirlerin bizde o kadar çok karşılığı ve o fikirlere karşı halihazırda o kadar çok tepkimiz vardı ki, hep bir adım geriye çıkıp kendimize sormamız gerekti: “Peki, tamam, belki bunu daha farklı, biraz yabancılaştırarak veya mizahi bir yerden söylersek, seyircide karşılığı nasıl olur?” Özellikle Özlem sağ olsun, hep seyircimizi de düşünerek denedik olasılıkları. Tüm bu süreç benim için çok ama çok öğretici oldu, adeta bir ders niteliğinde.

     

    Açık bir davet: “Yarın Belki de”

    Topluluğun ifadelerinin rotasından ortaya karışık fotoğrafımda sade bir seyirci olarak bendeki ahvali şöyleydi oyunun: Etrafı renkli ışıklarla sarılmış iki performansçı, yarının ne getireceğini tahmin ediyor. Bazen işbirlikçi bazen rekabetçi olan bu iki performansçı, ya insanlığın iki temsilcisi aynı zamanda hayatta kalan son iki kişi de (olabilir) ya da bir sonraki bin yıla ışınlanmayı kazananları ya da kötü hava koşulları nedeniyle sona eren bir bahçe partisinde kendilerini unutmuş sadece iki kişi... Peki, siz yaratıcılarının gözünden tariflersek oyun, günümüzde nereye denk düşmektedir?

    Ayşe Draz: Bütün bu olasılıkları içinde barındıracak bir ince ayar tutturmak istedik. Aslında oyunun karşılığı, her bir izleyicinin oyunu izlemeye geldiği o gün, o anda, oraya nasıl bir ruh haliyle geldiyse ve geleceğe dair ama bugüne ayna tutan fikirlerle nasıl ilişkilenmek istiyorsa, kendi seçimine denk düşüyor. Bu açıdan oyun, seyirciye “açık bir davet” niteliği barındırıyor. O yüzden de oyunu özellikle tek bir olasılığa sabitleyip “bugün buraya denk düşüyor” demek istemiyorum. Öte yandan metni bu kadar zamansız ve evrensel kılan da bu niteliği. Oyunun sonunda da bahsi geçen bütün olasılıkların, ömürleri sadece “bir saatten biraz daha uzun sürecek” iki kişide kristalize olduğunu görüyoruz; aslında adeta oyun sonunda, “işte hayat bu” dermiş gibi geliyor bana; “bir araya toplanmışız ve ‘bir saatten biraz daha uzun sürecek’ bir zamanı paylaşmışız…” Ömür bir gün, o da bugün; ya da ömür bir saat, o da bu saat dermişçesine.

    Şerif Erol: İki anlatıcı… Ve aslında kim gibi düşünüyorsanız onlar. Hani deseniz kimi oynuyorsun, “şunu oynuyorum” diyemem. Öyle bir şey yok! Sadece bir hikâyem var ve onu çok anlatmak istiyorum. Onun için oradayım. Onu biliyorum. İki hikâye anlatıcısı. Siz, dünyada kalmış son iki kişi olarak görüyorsanız, öyledir mutlaka. Ya da bir karı-koca veya iki arkadaş veyahut iki rakip, öyledir mutlaka. Çünkü hakikaten “şuyum” diyemiyorum ben. Öyle birisi yok çünkü.

    Aslı İçözü: Her gün karşılaştığımız sıradan, yaşam gailesi ve gelecek endişesi olan sadece “iki insan” veya belki de “bir eş” zaman zaman, çoğunlukla “iki oyuncu” bir rol kişisini oynamaktan vazgeçen “iki arkadaş”, “iki dost” ki bu da anlatımı çok kuvvetlendiriyor. Yani tahayyüllerin hepsinde bu insanlar entelektüel değiller; sıradan, günlük dertleri olan, cesaret edip konuşan, hayalleri olan iki insan sadece. Hayallerinin akışında kaybolan, büyüsüne kapılan, eğlenen, sevinen, korkan, neşelenen, endişelenen her gün sokakta karşılaştığımız insan/lar.

    “Sisifos-vari insan olma durumumuz”

    Sanat yönetmeni Tim Etchells bir röportajında oyunun adının, The Velvet Underground / Nico’nun 1967 çıkışlı, “Ve zavallı kız hangi kostümü giymeli / Yarının bütün partileri için” diyen “All Tomorrow’s Parties” şarkısına doğrudan bir gönderme olduğunu söylüyor. Sizin oyunu yaratım yolculuğunuzda fonunuzda veyahut aklınızda sürekli dönüp dolaşan neydi? Ve süreçte yaşadığınız ilginç bir şeyler var mı?

    Ayşe Draz: Özellikle hep beraber çalışmaya başladığımız ve bu çalışmanın ivme kazandığı dönemde, baktığım her yerde oyunu görüyordum. Bu bağlamda da oyunun benim hayatımda hep bir karşılığı oldu. Her okuduğum kitapta her izlediğim filmde oyundan parçalar bulmaya başladım, ya da bütün o gelecek spekülasyonlarının karşılığı olarak aklımda bir film, bir kitap veya bir şarkı vardı. Mesela son olarak, Sabiha Gökçen Havalimanı’nda bir restoranda servis yapan kedi suratlı robotları gördüğümde, garsonlarla şakalaştık ve aklımdan şöyle geçirdim; “Artık tüm garsonların robotu olacak ve angarya işleri yapmak zorunda kalmayacaklar. Ve herkesin robotu olacak, kimse robotsuz kalmayacak. Egaliteryan, yani eşitlikçi bir toplum olacağız”, elbette ironiyle de gülümsedim metni bu bağlama yerleştirdiğimde… Ben oyunun dünyasındayım, herhalde uzun bir süre daha bu böyle devam edecek, etsin çünkü eğleniyorum da.

    Şerif Erol: Oyun çalışırken olur ya, yavaş yavaş açılır. Okudukça açılır, okudukça açılır: “Aa, onu da diyor; aa, bunu da diyor” diye. Beni etkileyen şuydu galiba, kötü ve olumsuz projeksiyonlar konusunda oyun, Türkiye’mize yetişmekte zorlanıyordu. Bunu fark ettim! Üzücüydü, gerçekten. Oyun, bazen dünyayı yakalamakta da zorlanıyordu. Üzgünüm ama kötüye gidişin bu kadar hızlısı da biraz can sıkıcı. Mesela oyunda, “Şu küçük savaşlar, büyük güçlerin vekalet savaşları olacak” diyor. Ben(im oynadığım karakter) de, “Biliyorsunuz başladı bile, çoktan oldu bu…” demek zorunda kalıyorum. Böyle çok şey var oyunda. Umuyoruz, oyun hâlâ büyükçe bir bölümüyle dünyanın önünde gitmeyi başarır.

    Aslı İçözü: Prova sürecinde, oyunun metni sanki yaşamlarımıza sirayet ediyordu. Tabii bu da her gün dünya ve Türkiye gündeminin değişmesinin, bizim de olan bitene kayıtsız kalamamamızın etkisi herhalde. Her prova öncesi 15/20 dakika gündem üzerine spekülasyonlar yapıp, kendimizi sağaltıp sonra çalışmaya başlıyorduk. Sonra metne döndüğümüzde yine gündemin içine düşüyorduk zaman zaman: “Savaş belki de eğlence gibi bir şey olacak ya da bir spor müsabakası gibi. Orta Doğu mesela. Bunun için çok uygun bir oyun alanı” derken, o süreçte hakikaten Suriye mevzusunda bir oyun alanı oluşuyordu gözümüzün önünde. Ben, o repliği söylerken resmen Suriye’nin haritası üstünden konuştum bir süre. Sonra o harita değişti. Hem de bir günde. Hâlâ değişmeye de devam ediyor. Yeni gündemimiz Trump ve yeni tapu/kadastro spekülasyonları oldu mesela. Bu çalışma süresinde, elimde bir kitap (Sema Aslan / Geniş Arazide Bir Ben) vardı ve bitiremedim / okuyamadım yani. Çünkü her sözcük adeta oyunun metnine referans veriyordu. Kurduğu imajlar ve boşluklar, beni oyun metnine sürükledi. Oyun başladı ve sonra okuyabildim kitabı.

    Açık bir davet: “Yarın Belki de”

    Metinden yola çıkarsak sizce, o söylenen olasılıklardan hangisi gelecek için olur veya öngörülebilir veyahut imkansızdır dersiniz? Ya da tüm bu repliklerden en çok sevdiğiniz hangisi?

    Şerif Erol: Beni etkileyen replik: “Ya da insanlar zamanı geri sarmanın bir yolunu bulacaklar; bir bakıma hayatlarının en iyi dönemlerini yeniden yaşayabilmek için.”

    Aslı İçözü: “Kitaplar olacak. Berbat şiirler olacak. O berbat şiirleri yazarak vakit kaybeden insanlar olacak.”

    Ayşe Draz: “Gene takılıp tökezleyip düşmeye devam edecek insanlar. Gene bir şeylerini kaybetmeye devam edecekler. Gene anahtarlarını kaybedecekler.” Bu replik beni adeta teselli ediyor diyebilirim. Korktuğumuz bütün o büyük felaketler de gerçekleşse, arzuladığımız ütopik bir dünyaya da uyansak mükemmel olmayan ama sürekli çabalayan, Sisifos-vari insan olma durumumuzun devam edeceğine inanmak iyi geliyor bana. Öte yandan umarım gelecekte, bana teselli veren bazı şeyler aynı kalsa da çöküşe geçmiş ahlaki değerlerimizi radikal bir biçimde yeniden inşa edebiliriz.

    “Hikâyelerden daha değerli hiçbir şey yok”

    Tesadüf bu ya, hayat verdiğiniz oyundaki karakter(ler)le aynı mahalle ya da apartmanda tanışsınız. Hayat hikâyelerini de bir şekilde biliyorsunuz. Ve bir vakit de aynı masalarda kelama düşmüşünüz. Onlara bir cümleniz olsa, bu ne olurdu?

    Aslı İçözü: Ben, o iki karakterle muhabbette kalmayı, konuşmayı sürdürmeyi isterdim. Öyle ki bu sohbetin süresini hiç bitmemecesine uzatmaya çalışırdım. Düşüncelerine eşlik ederek, katılarak daha fazla hayalle ya da “belki de böyle…” diyerek devam etmek isterdim. Onların şehvetine kapılıp bu sohbeti hiç sonu olmayan, bitmeyen “ciddiyetle eğlenilen bir oyun” haline getirirdim.

    Şerif Erol: “Dediklerini anladım. Bazen beni böyle güldüren bazen şapşalca bazen de çok heyecanlandıran şeyler söyleyen, yani her anlamıyla beni yakalayabilen bir insanla böyle tanışıp bir araya gelince; ya iyi anlaşıyoruz gibi, istersen biraz beraber susalım” derdim.

    Ayşe Draz: Aslı’nın fikrine bayıldım. “Ya da gelecekte şöyle olacak…” diye oyunu devam ettirmeleri için o iki karakteri provoke ederdim. Oyuna ben de dahil olunca, nasıl devam edeceğiz, söylediklerime karşılık onlar masaya yeni neler getirecekler diye merak ederdim.

    Turne var mı ve oyuna dair “bu da var, es geçilmesin” dediğiniz, benim kaçırdığım detaylar varsa bilmek isteriz?

    Ayşe Draz: Umarım turnelere çıkacağız ve uzun soluklu oynamaya devam edeceğiz. Ayrıca Şerif ve Aslı’ya; oyunu, hedeflediğimiz gibi doğaçlama bir oyun oynuyorlarmış algısı yaratacak şekilde ustalıkla icra ettikleri için tekrar teşekkür ederim. Gösterimlerimizden birine yaş ortalaması 16-17 olan lise öğrencileri geldi. Doğaçlandığını düşünmüş olduklarını paylaştılar ve bu beni çok mutlu etti. Oyunun orijinalini canlı izlemiş olup bana yapmam için fikir verip ilham olan Özlem de daha sonra orijinalini kayıttan izleyip çevirimizi yapan Semih Fırıncıoğlu da “Bu oyun doğaçlanıyor” demişlerdi. Oysa ben noktası, virgülüne tasarlandığına emindim metnin ve yanılmadım da. Bir de ileride, belki biz de orijinalini nasıl Forced Entertainment’ten farklı ikililer oynuyorsa, hem de benim ilk başlarda hayal ettiğim şekilde farklı jenerasyonlardan ikililerle oynamaya devam ederiz.

    Aslı İçözü: Oyun daha çok yeni. Oyuncu olarak hem oynama şekli, anlattığımız veya anlatmaya çalıştığımız meram hem de her gün metnin içine yeni olan duygu veya durumu katma ihtimalimizin olması çok iyi geliyor. Anlatmaya, paylaşmaya devam etme direnci sanki. Devam ettireceğim ve devam ettireceğiz.

    Şerif Erol: Anlatmaya devam. Hikâyelerden daha değerli hiçbir şey yok.

    Açık bir davet: “Yarın Belki de”

    Sizin gibi ustaları bulmuşken sormak isterim. Nasıl görüyorsunuz son dönemde yaratılan sanatsal meramları hem seyircisi olan bizleri hem de yaratıcıların güzergâhları açısından baktığınızda yorumunuz ne olur?

    Şerif Erol: Konuşmamızın başında da dile getirdiğim gibi tüm bu yaratılan / üretilen işlerin kalitesine hakikaten tarih karar verecek. Samimiyetle söylüyorum, gerçekten zamanın karar vereceğini düşünüyorum. Bugün, pek nitelikli değil diye burun kıvırmaya kalktığımız bir şey, birisinin hayatına çok değiyor çünkü ve biz bunun farkında bile olmuyoruz. Dolayısıyla bunu zamana bırakmakta çok büyük fayda var. Belki de bugün tiyatro, insanların en emniyetli miting veya toplanma alanlarıdır; yani bilmiyoruz ki! Kendim de dahil, seyirciyi nasıl buluyorum konusunda ise, şu cep telefonlarının ışığını yandakinin suratına yansıtmasak, bunu yapmasak olmuyor mu? Bu çok acayip bir şey ve burada çok fena yenildik. Bundan bir dönüş olabileceğine ilişkin çok umudum yok... Gördüğünüz gibi de hiç tiyatroyla alakası olmayan bir şikâyet bu. Çok yakın bir zamanda da bu mevzu ciddi bir mücadele alanı haline gelecek diye düşünüyorum. Yurtdışında bazı sanatçılar -Türkiye’de var mı bilmiyorum- cep telefonlarını çantalarınıza koymazsanız performansı gerçekleştirmeyeceğiz diyorlar. Belki de yavaş yavaş - sonunda yapmak zorunda kalacağımız şey bu olacak. Ezcümle, dünyadaki yaygın tabiriyle dikkatimiz çalındı. Çok bilinçli bir politikayla dikkatimiz çalındı ve o çalınan dikkatimiz de eğiliyor, bükülüyor ve kullanılıyor tabii ki.

    · Son zamanlarda sizi etkileyen veyahut iyi gelen oyun, film, albüm / şarkı, sergi, kitap veyahut bir performans rotasından neler var; paylaşırsanız, bizler de nasiplenelim isterim?

    Şerif Erol: “Yarın Belki de” ekibiyle bir araya geldiğimizde prova yapmak veya oyun oynamak iyi hissettiriyor, iyi geliyor. Şimdi mutsuzum, zira daha az bir araya geliyoruz. Bunun dışında, kendimle kalmaya çalışıyorum. Dinlediğim şarkılar, okuduğum kitaplar minvalinde şimdi, şu kitap bu şarkı demek çok içimden gelmedi ama bunların hepsi, kendimle ve kafamın içindeki sesle kalmak ya; o iyi geliyor bana.

    Ayşe Draz: Geçen yıllarda, tam zamanlı İstanbul’dayken kamusal alanda sessiz disko yapıyordum. Belki bu Nisan’da geldiğimde yine yaparım. Daha önceden belirlediğimiz bir yerde ve bir saatte toplanıyoruz; herkes kendi kulaklığıyla geliyor ve benim paylaştığım 15-20 dakikalık playlist’i aynı anda çalıp dans etmeye başlıyoruz. Müziği kulaklıklardan dinliyor olmak zaten gürültüsü bol olan kamusal mekanlarımızda daha fazla gürültü kirliliği yaratmamamızı sağlıyor ve bir grup olarak dans etmek, aslında cesaretlendirip bizi adeta özgürleştiriyor. Her açıdan bize tanınan alanın gitgide daraldığı İstanbul’da bu küçük, kendi içinde bir direniş olan eylem, bana çok iyi geliyordu. Soranlara da söylüyorum, çok da bir hazırlık gerektirmiyor; iki, üç kişi toplanın ve sadece 5-10 dakikalığına da olsa, kulaklıklarınızı takıp etrafı da rahatsız etmeden, dans edin ki zaten size ait olan alanları tekrar kendinizin kılabilin.

    Aslı İçözü: (Ekranda şahane bir canlı, adı Çitlembik / kedi beliriyor) Geçen hafta “Endophasia” adlı oyunu seyrettim ve beni çok heyecanlandırdı. Hem çok başka bir izlek buluşturuyor hem de başka bir oynama biçimi var. (Arter’de sahnelenen, Gökçe Uygun’un proje tasarımı ve yönetmenliğini üstlendiği, Sinan Uygun ve Selim Cizdan’ın performansı). Bu oyun bence, şu an İstanbul’daki tiyatro önerilerinden başka bir yerde duruyor. Lütfen izleyin! Sergi gezmeyi çok seviyorum, bu aralar vakit bulamasam da son olarak gezdiğim sergi: Sakıp Sabancı Müzesi’nde “Georg Baselitz: Son On Yıl”. Kitap olarak da yeni bitirdiğim Sema Aslan’ın (İletişim Yayınları) “Geniş Arazide Bir Ben”. Hatta “Yarın Belki de” oyununa çok yakın buluyorum bu romanı. Bir gün onun metinlerinden de bir şey yapmayı düşünüyorum.

    Sıradaki Haberadv-arrow
    Sıradaki Haberadv-arrow