Aylardan Ağustostu.
Budapeşte cehennem ateşlerinde kavruluyordu.
Bir yandan yüzyılın rekorunu kıran dayanılmaz yaz sıcakları, diğer yandan ardı arkası kesilmeyen göçmen akınının yarattığı toplumsal çatışmalar, dokunsan patlayacak gerilimler yüklüyordu insanlara.
Ülkede kim neye inanacağını bilemiyordu!
Yaşananlar alışık olunan türden olaylar değildi.
Sınırlardan giren yüz binlerce insan mülteciydi, bu topraklarda yaşayanlardan farklıydı!
Dili, dini, teninin rengi, hayata bakışı, beklentileri, tercihleri farklı olan ancak şimdiye kadar yaşadığı ülkedeki savaşlar nedeniyle vatanlarını terk etmek zorunda kalan yüz binlerce insan ülkeye kabul edilmeli miydi?
Birileri, “elbette, insan olmanın gereği bu” derken, bir başkaları ise, “asla, çünkü onları kabul etmek kendi geleceğimizi reddetmektir” diyordu.
Ve sokaktaki insan kararsızdı.
İşte Macar kamuoyu Afgan Aziz’i, Ağustos sıcaklarının, tereddütlerin insan ruhunda yarattığı dondurucu soğuğa karıştığı günlerden birinde tanıdı.
Mültecilerin kafileler halinde gelip, ülke dışına çıkabilmek için beklediği Budapeşte “Batı Tren Garı” yakınlarındaki bir fast food restoranda bir gün bir olay yaşandı.
Mültecilere yemek dağıtmak için faaliyet gösteren yardım kuruluşlarında gönüllü olarak çalışan bir genç restorana girerken ayağı kayarak cam kapının üzerine düştü.
Cam parçalandı ve kırılan bir cam parçası gencin sağ kolunun damarını kesti.
Bir anda kanlar içinde yere serilen genç çevredekilerin “doktor bulun, ambulans çağırın” çığlıkları arasında can çekişirken birden arkada biriken ve olayı seyreden insanlar arasından bir genç öne çıktı.
Ne yaptığını çok iyi bilen hareketlerle yaralanın etrafında birikenleri hafifçe geri iterek yerde yatan adama yaklaştı. Pantolonundaki kemeri çıkarıp yaralının kanayan kolunu sıkıca bağladı.
Sonra yan yatırıp kanamayı azaltmayı sağlamaya çalıştı.
Onun bu ne yaptığını iyi bilen davranışları çevredekilere de güven vermişti. Hemen birkaç yardımcı belirdi. Onun direktifleri doğrultusunda yaralıya ilk yardım verildi.
Yaklaşık bir saat sonra olay yerine gelen ambulanstaki doktorlar, yaralının etrafında bekleyen ve ilkyardımı doğru bir şekilde veren gönüllüleri tebrik ederken, herkes o genci işaret ediyordu.
Yaranlın hayatta kalabilmesi, yardım ederken üstü başı kanlar içinde kalan o gencin kararlılığının bir sonucuydu.
Ayağında tokyo terliklerle, dilini bile bilmediği bir ülkede bir yaralının hayatını kurtaran bu çocuk on altı yaşındaki Afgan mülteci Aziz’di.
Aziz o gün medyanın yıldızı oldu.
Ancak o, sadece bir insanın hayatını kurtaran ilk müdahalesiyle değil, alçakgönüllü sözleriyle de insanların gönlünde taht kurdu.
“Bunu neden bu kadar büyüttüğünüzü anlamıyorum” diyordu tercüman aracılığıyla gazetecilere. “Bir insan gözlerimin önünde ölüyordu, ve ben ona yardım ettim. Benim yerimde kim olsa aynı şeyi yapardı.”
Bir gazetecinin “Peki, bu işi nereden öğrendin, hastanede falan mı çalıştın?” sorusu üzerine Aziz gülümsüyor ve şöyle diyordu. “Hayır. Ben savaştan geliyorum. Çok bu tür vakayla karşılaştım. Ama herkesin hayatını bu kadar kolay kurtaramıyorsunuz. Ailemi ve kardeşlerimi savaşta kaybettim ben.”
“Benim yerimde kim olsa aynı şeyi yapardı!”
Aziz’in bu cümlesi günlerce manşette kaldı.
Sonra elbette, sabun köpüğü gibi, söndü, unutuldu gitti.
Hayat böyle bir şey işte!
Önemli olan gerektiği yerde ve gerektiği anda atabildiğiniz adım.
Ve daha da önemlisi buna cesaretinizin olup olmadığı!
Aziz o gün o hareketiyle bir hayat kurtardı.
Ancak sözleriyle daha büyük bir ders verdi. Ve bu ders bir şeylerin unutulmaması için çaba gösterenler tarafından yaşatılacak.
Afgan Mülteci Aziz 2015 yılının “Sivil Cesaret” ödülüne aday gösterildi.
Aziz bugün kim bilir nerelerde. Ancak şundan eminim ki, eğer ödülünü ona takdim etmek için birileri onu bulsa yine o tanıdık gülümsemesiyle aynı cümleyi söylerdi.
“Benim yerimde kim olsa aynı şeyi yapardı!”
Aylardan Ağustostu.
Budapeşte cehennem ateşlerinde kavruluyordu.
Bir yandan yüzyılın rekorunu kıran dayanılmaz yaz sıcakları, diğer yandan ardı arkası kesilmeyen göçmen akınının yarattığı toplumsal çatışmalar, dokunsan patlayacak gerilimler yüklüyordu insanlara.
Ülkede kim neye inanacağını bilemiyordu!
Yaşananlar alışık olunan türden olaylar değildi.
Sınırlardan giren yüz binlerce insan mülteciydi, bu topraklarda yaşayanlardan farklıydı!
Dili, dini, teninin rengi, hayata bakışı, beklentileri, tercihleri farklı olan ancak şimdiye kadar yaşadığı ülkedeki savaşlar nedeniyle vatanlarını terk etmek zorunda kalan yüz binlerce insan ülkeye kabul edilmeli miydi?
Birileri, “elbette, insan olmanın gereği bu” derken, bir başkaları ise, “asla, çünkü onları kabul etmek kendi geleceğimizi reddetmektir” diyordu.
Ve sokaktaki insan kararsızdı.
İşte Macar kamuoyu Afgan Aziz’i, Ağustos sıcaklarının, tereddütlerin insan ruhunda yarattığı dondurucu soğuğa karıştığı günlerden birinde tanıdı.
Mültecilerin kafileler halinde gelip, ülke dışına çıkabilmek için beklediği Budapeşte “Batı Tren Garı” yakınlarındaki bir fast food restoranda bir gün bir olay yaşandı.
Mültecilere yemek dağıtmak için faaliyet gösteren yardım kuruluşlarında gönüllü olarak çalışan bir genç restorana girerken ayağı kayarak cam kapının üzerine düştü.
Cam parçalandı ve kırılan bir cam parçası gencin sağ kolunun damarını kesti.
Bir anda kanlar içinde yere serilen genç çevredekilerin “doktor bulun, ambulans çağırın” çığlıkları arasında can çekişirken birden arkada biriken ve olayı seyreden insanlar arasından bir genç öne çıktı.
Ne yaptığını çok iyi bilen hareketlerle yaralanın etrafında birikenleri hafifçe geri iterek yerde yatan adama yaklaştı. Pantolonundaki kemeri çıkarıp yaralının kanayan kolunu sıkıca bağladı.
Sonra yan yatırıp kanamayı azaltmayı sağlamaya çalıştı.
Onun bu ne yaptığını iyi bilen davranışları çevredekilere de güven vermişti. Hemen birkaç yardımcı belirdi. Onun direktifleri doğrultusunda yaralıya ilk yardım verildi.
Yaklaşık bir saat sonra olay yerine gelen ambulanstaki doktorlar, yaralının etrafında bekleyen ve ilkyardımı doğru bir şekilde veren gönüllüleri tebrik ederken, herkes o genci işaret ediyordu.
Yaranlın hayatta kalabilmesi, yardım ederken üstü başı kanlar içinde kalan o gencin kararlılığının bir sonucuydu.
Ayağında tokyo terliklerle, dilini bile bilmediği bir ülkede bir yaralının hayatını kurtaran bu çocuk on altı yaşındaki Afgan mülteci Aziz’di.
Aziz o gün medyanın yıldızı oldu.
Ancak o, sadece bir insanın hayatını kurtaran ilk müdahalesiyle değil, alçakgönüllü sözleriyle de insanların gönlünde taht kurdu.
“Bunu neden bu kadar büyüttüğünüzü anlamıyorum” diyordu tercüman aracılığıyla gazetecilere. “Bir insan gözlerimin önünde ölüyordu, ve ben ona yardım ettim. Benim yerimde kim olsa aynı şeyi yapardı.”
Bir gazetecinin “Peki, bu işi nereden öğrendin, hastanede falan mı çalıştın?” sorusu üzerine Aziz gülümsüyor ve şöyle diyordu. “Hayır. Ben savaştan geliyorum. Çok bu tür vakayla karşılaştım. Ama herkesin hayatını bu kadar kolay kurtaramıyorsunuz. Ailemi ve kardeşlerimi savaşta kaybettim ben.”
“Benim yerimde kim olsa aynı şeyi yapardı!”
Aziz’in bu cümlesi günlerce manşette kaldı.
Sonra elbette, sabun köpüğü gibi, söndü, unutuldu gitti.
Hayat böyle bir şey işte!
Önemli olan gerektiği yerde ve gerektiği anda atabildiğiniz adım.
Ve daha da önemlisi buna cesaretinizin olup olmadığı!
Aziz o gün o hareketiyle bir hayat kurtardı.
Ancak sözleriyle daha büyük bir ders verdi. Ve bu ders bir şeylerin unutulmaması için çaba gösterenler tarafından yaşatılacak.
Afgan Mülteci Aziz 2015 yılının “Sivil Cesaret” ödülüne aday gösterildi.
Aziz bugün kim bilir nerelerde. Ancak şundan eminim ki, eğer ödülünü ona takdim etmek için birileri onu bulsa yine o tanıdık gülümsemesiyle aynı cümleyi söylerdi.
“Benim yerimde kim olsa aynı şeyi yapardı!”