hourSON DAKİKA
left-arrowright-arrow
weather
İstanbul
down-arrowup-arrow

    HDP'den Barzani'ye eleştiri

    HDPden Barzaniye eleştiri
    expand

    HDP Grup Toplantısında konuşan Ayhan Bilgen isim vermeden Barzani'yi eleştirdi. Bilgen, "100 yıl önce olduğu gibi sadece petrole güvenerek siyaset yapılamayacağını Kürt siyasetçiler de öğrenmiş olmaları gerekir. Ama Kürt siyasetçilerin yaptıkları yanlışların bedelini Kürt halkının, Türkmenlerin, Arapların sunni ya da şii bedelini ödemek zorunda kalması da asla kabul edilebilir bir durum değildir" dedi.

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    İşte Ayhan Bilgen'in açıklamaları:

    Türkiye, cumhuriyetin kuruluşunun 94 yılını geride bıraktı. Biz şunu hep ifade ettik, bir kez daha ifade ediyoruz. Ortadoğu'da halkların sorunu cumhuriyetle değil, halkların sorunu cumhuriyeti ayrımcılığa, cumhuriyeti dışlamaya, cumhuriyeti çifte standarta  çeviren yönetim anlayışıyladır. Ortadoğu'da bugün kan durdurulamıyorsa bunun en önemli sebebi etnik dışlamadır. En önemli sebebi mezhepsel, inançsal ayrımcılıktır. Dolaysıyla cumhuriyeti yeniden düşünmek yeniden konuşmak yeniden değerlendirmek ve samimi bir muhasebeyi yeniden yapma zorunluluğu var. Eğer bugün Irak'ta, Suriye'de ve Ortadoğu'nun bşaka bölgelerinde Yemen'de Sudan'da kan akmaya devam ediyorsa toprak bütünlüğü sorunuyla yönetim biçimi sorununu birbirinden ayırt ederek tartışmayı becerememenin bunda ciddi bir payı vardır. Hani meşhur ifadeyle "kargadan başka kuş bilmeyenler" toprak bütünlüğünü de vatan birliğini de tek tipçi yönetimden ibaret sanıyorlar. Dolaysıyla Avrupa'daki dünyadaki insanlık tarihindeki çoğulcu kapsayıcı birlikte yaşamın farklı yönetim modellerini geliştirmiş cumhuriyet örneklerini görmek istemiyorlar ve hala 1930'ların tek tipleştirici anlayışını, 1930'lar Avrupasının 1930'lar dünyasının faşizan anlayışını cumhuriyet diye bize dayatmaya çalışıyorlar. Nasıl 200 yıl öncenin korkularıyla, 200 yıl öncenin anlayışlarıyla 100 yıl önce cumhuriyeti kuran irade gelişmemişse 100 önce cumhuriyeti kuranlar nasıl 200 yıl önceyi aşan bir perspektifle hareket etmeyi başarmışlarsa biz de bugün 100 yıl öncenin korkularını aşan bir aklı bir anlayışı bu coğrafyada egemen kılmak zorundayız. Çok somut örnekler var önümüzde. Yakın tarihte bir Yugoslavya örneği var. Sudan örneği var ve hemen yanıbaşımızda Irak ve Suriye örnekleri var. Bir ülkenin yönetimini tartışırken onu sorgulayacağımız çok net objektif kriterler vardır. Bunlardan biri dış politikadır, biri ekonomi politikasıdır, birisi iç barışı demokrasiyi ne kadar gerçekleştirip gerçekleştirmediği sorunudur. Türkiye bir süredir Irak merkezi yönetimiyle Kürdistan bölgesel yönetimi arasındaki gerilimin çok somut tarafı olarak hareket ediyor.  Birleşmiş Milletler raporlarına göre çok uzun süre değil sadece 15 gün içerisinde yaklaşık 175 bin kişi yerinden edilmiş. Şimdi yanıbaşınızda 175 bin kişinin yerinden edilmiş olması karşısında sevinecek olursanız, burun sürtme yaklaşımıyla hamaset dolu mesajlar verirseniz, cumhuriyetin kuruluş iddiası olan bölgesel barışla ilgili dünyada barışla ilgili bir söyleyecek söz bulamazsınız. Eğer komşularınızla ilişkide halkların varlıklarını farklılıklarını tanıyan kabullenen bir barış projeniz yoksa barışa dair bir dış politika ortaya koyamıyorsanız içerde barışa dair söyleyeceğiniz hiçbir sözün inandırıcılığı gerçekçiliği olmayacaktır. 

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    Katar eski başbakanı bir Suriye muhasebesi yaptı geçtiğimiz günlerde. Dedi ki; Amerika Birleşik Devletleri ve Türkiye'nin sınırları kullanılarak oraya silah taşındı ve orada aşırı akımlar, radikal akımlar desteklendi. Bugün Türkiye dış politikası payına İdlib'de enkaz temizliği ihalesi kalıyorsa bunun muhasebesini yapmak ve bu yaklaşımın bu tutumun Ortadoğu'da kabul edilebilir bir demokratik cumhuriyet anlayışıyla ne kadar bağdaşıp bağdaşmadığını sorgulamak da galiba herkesin birinci görevidir.  Yoksa sadece hamaset yaparak sadece nutuk atarak sadece törenlerde boy göstererek ne Ortadoğu'da barışı tesis edebilirsiniz ne onurlu başı dik cumhuriyetin yurttaşları olarak bu ülke insanlarının dünyada saygıyla anılmasını sağlayabilirsiniz. 

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    Başbakan Yıldırım'dan CHP'lilere 'faşist diktatör' yanıtı

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    Bahçeli: Kandil'de bayrağımızı dalgalandıralım

    Kemal Kılıçdaroğlu'ndan asgari ücret önerisi

    "100 yıl önce olduğu gibi sadece petrole güvenerek siyaset yapılamaz"

    Elbette herkesin yaşadığımız süreçten çıkarması gereken dersler var. 100 yıl önce olduğu gibi sadece petrole güvenerek siyaset yapılamayacağını Kürt siyasetçiler de öğrenmiş olmaları gerekir. Ama Kürt siyasetçilerin yaptıkları yanlışların bedelini Kürt halkının, Türkmenlerin, Arapların sunni ya da şii bedelini ödemek zorunda kalması da asla kabul edilebilir bir durum değildir. Ortadoğu'da Kürtlerin 100 yıldır uğradıkları haksızlığın telafisi ile ilgili en büyük sorumluluğa sahip olan Türklerdir, Araplardır, Farslardır. Kürtlerin ne yaptıklarını ne istediklerini sorgulamadan önce kendilerinin üzerlerine düşeni ne kadar yapıp yapmadıklarını, Kürtlerin talepleriyle ilgili ne kadar dürüst davranıp davranmadıklarını sorgulamaları gerekiyor.  Eğer Kıbrıs Türkleri için isteneni, Kırım Türkleri için isteneni Irak Kürtleri için isteyemiyorsanız Suriye'deki Kürtler için savunamıyorsanız, bu çifte standartçı yaklaşım ne cumhuriyete saygınlık bırakır ne bu ülkede yaşayanların düzgün demokratik bir rejimnde yaşamasına imkan tanır.  

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    "Dışa bağımlı, borç batağına batmış ekonomi"

    Ekonomi şüphesiz cumhuriyetin niteliğiyle ilgili bir tartışmanın bir sorgulamanın önemli başlıklarından birisidir. Cumhuriyet eğer bu anlamda gerçekten Osmanlı'nın son dönemindeki ekonomik bağımlılığa karşı bir itiraz ise bir karşı çıkış ise daha milli daha yerli bir ekonomiyi inşa etme süreci ise iddia bu ise bugünkü ekonominin göstergelerini bu açıdan konuşmak bu açıdan tartışmak zorundayız. Çok basit rakamlar gayri safi milli hasılanın yaklaşık yüzde 30'u dış finansman ihtiyacına dayanıyor.  Milli gelirin yüzde 55'ten fazlası döviz açığından etkileniyor. Cari açık milli gelirin yizde 5'inden daha büyük rakamları oluşturuyor. Dış finansmana bu kadar bağımlı, borç batağına bu kadar batmış bir ekonomin elbette cumhuriyetin niteliğini şekillendirecek ne kadar ve nasıl bir bağımsızlık iddiasını ve söylemini tartışılır kılacak bir karaktere sahip olduğuyla yüzleşmemiz gerekiyor. Eğer istiklali tam diye fade edilen şey ekonomik bağımsızlığı kapsıyorsa hamaset yaparak nutuk atarak bu kadar dışa bağımlı bu kadar kuşatılmış bir ekonomiyle bağımsızlık iddiasında bulunmanın hiçbir icddiyeti hiçbir inandırıcılığı olmayacaktır. Bugün Türkiye ekonomisi geçmişte "70 sente muhtaç" tabiri kullanılıyordu, Türkiye ekonomisi bir çuval samana muhtaç hale gelmiştir. Tarımın üretime dayalı bir yapısal reforma tabi tutulmak yerine sadece ithal mantığı üzerine kurulu, durumu idare etmeye yönelik yaklaşımlarla düşürüldüğü durum çok net biçimde ortadadır. Cumhurbaşkanı "büyük bir ekonomik kuşatma altındayız" diyor ama Ekonomi Bakanı da tam tersine ekonomik şaha kalkıştan söz ediyor. Hayat devam ediyor ve hayatın içerisinde olanlar çok net şekilde görüyorlar, şaha kalkan bir şey varsa döviz rakamları, şaha kalkan bir şey varsa mazotun benzinin fiyatı...Şimdi bu rakamlar şaha kalktığında bir ülkenin ekonomisi şaha kalkmış mı oluyor? Yoksa büyük bir krizin halktan saklanmasıyla karşı karşıya olduğumuzu mu örtmeye çalışıyorsunuz? Bütçedeki rakamlar diğer bütün kalemlerdeki artışın yaklaşık iki katı silah ve savunma sanayine ayrılmış rakamlar olduğunu ortaya koyuyor. Aslında sadece bu bile bir taraftan nasıl dış borç batağına sürüklendiğimizin çok net bir tescilidir. 

    Başbakan "2017 tasarruf açısından tarihi bir dönem olacak" diyordu. Benim 2017 ile ilgili aklımda kalan tek tasarruf, bir israfa dönüşen başbakanlık mekanizmasının bir referandumla kaldırılması. Tasarruf adına başka ne yapıldı bilmiyorum. Ama başka rakamlar va ortada. Örneğin, Cumhurbaşkanlığının 268 araçlık filosunun sadece kasko giderleri 54 milyon lira. Saymakla bitmeyecek bir araç filosu var ortada. Bir tarafta israfın yanlışlığından söz edeceksiniz diğer taraftan bütçede en hızlı ilerleyen rakamların sarayın harcamaları olduğunu kabullenmek zorunda kalacaksınız. İsraf konusu en azından muhafazakarlar açısından bir ilkesel tutum konusu olması gerekir. Bir tercih değil.  Yemek duasında geçen, israf etmemeyi tavsiye eden dua, aslında Allah’ın israf edenleri sevmediğini beyan etmesidir. Yoksul için israfla ilgili tavsiyelerde bulunup söz konusu olan ülkeyi idare edenler olduğunda bol keseden harcıyorsanız nasihatlerinizin hiçbir inandırıcı tarafı olmayacaktır. 

    “Halkına ihanet edenin korkusu da büyük olur” 

    Son günlerde ilginç bir tartışma yürüyor. Bir ihanet lafıdır almış yürüyor. Bunu kendileri için de son derece yaygın kullanmaya başladılar. Kayseri’ye ihanet edildiğini şehircilikle ilgili Bakan, Trabzon’a ihanet edildiğini İçişleri Bakanı, Cumhurbaşkanı İstanbul’a ihanet edildiğini söylüyor. İhanet edilen sadece İstanbul mu? İhanete uğrayan sadece şehirler mi? Yer altı ve yer üstü kaynaklarının yağmalanması ihanet değil mi? Değerlerin, inancın, kimliğin talan edilmesi ihanet değil mi? Hukukun yok sayılması ihanet değil mi? Tüm bu ihanetleri yan yana koyduğumuzda hesap verme ihtiyacı ortada değil mi?  Galiba, son günlerdeki tartışmalar o meşhur deyimle “muhalefet edilecekse onu da biz yaparız”ı hatırlatıyor. Nazım Hikmet’in ihanetle ilgili güzel bir mısrası var: “halkına ihanet edenin korkusu da büyük olur.”  

    Belediye başkanlığının sınıf başkanlığı kadar itibarı kalmamış 

    Son günlerdeki görevden almalar bir korkunun ifadesi. 1 Kasım seçimleri sonrasında bu ülkede başbakan görevden alındı, Diyanet İşleri Başkanı görevden alındı. Bütün bunlar olurken galiba belediye başkanları sıranın kendilerine geleceğini hiç sanmıyorlardı. Öyle ya, sıranın kendilerine geleceğinin farkında olsalardı o gün de, bugün mırın kırın ettikleri kadar itiraz sesi yükseltirlerdi. Ama ne yazık ki bu ülkede politikanın, mağdurların pozisyonunu değiştireceğine dair izan son derece geri. Bakın belediye başkanlarının sarf ettikleri sözlere. Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek, kendisine istifa telkini yapılan görüşmeden çıktıktan sonra müzeyi görüştük diyor. Müzeyi gördü Türkiye. Aslında siyasette müzelik hale gelen anlayışı gördü Türkiye. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı adam yerine konma tartışması açtı. Bir başka belediye başkanı televizyon ekranlarında ağlaya ağlaya, ailesine yönelik tehditlerden söz ederek görevi bırakacağını söyledi. Eğer belediye başkanlığının itibarı sınıf başkanlığı kadar kalmamışsa o ülkenin demokrasisiyle ilgili ciddi bir yüzleşme gerekir.

    Belediye başkanları ilk defa görevden alınmıyor

    Sadece iktidar değil muhalefet de ciddi bir yüzleşme ortaya koymalıdır. Sanki Türkiye’deki ilk defa belediye başkanları tepeden alınıyormuş gibi tepki koyuyorlar. Elbette iktidar partisinin belediye başkanlarının görevden alınmasına tepki koymaları takdir edilesi. Ama bir başka partinin onlarca belediye başkanı görevden alındı. O zaman ilkeler neredeydi diye sormazlar mı? Bu ülkede kaç belediye başkanının cezaevinde olduğunu bilmiyorlar mı? Peki, bu durumda iktidar kadar muhalefetin de bir takım hassasiyetler adına verdiği gizli desteğin farkında değiller mi? Elbette biz hiçbir seçilmişin yargı sopasıyla terbiye edilmeye çalışılmasını doğru bulmuyoruz. 

    Türkiye’nin birinci sorunu OHAL’dir, seçim değil

    İçinde bulunduğumuz krizle, iktidar partisinin kendi içindeki hesaplaşmayla ilgili çözüm önerisi olarak seçimi dile getiriliyor. Biz en zor şartlarda, tutuklamaların en yoğun olduğu dönemde, mitinglerimizin bombalandığı zamanlarda da seçime hazırdık. Seçimden asla korkmuyor, kaçmıyoruz. Ama referandumun tartışması bitmeden, YSK’nın neye alet edildiğini unutup sorunların çözümü için seçim demek, sorunun büyük kısmını görmezden gelmek demek değil midir? Ama hangi seçim, hangi koşullarda seçim? Benim yargılandığım dosyalardan biri seçim bürosu önünde yaptığım konuşma. Seçim döneminde seçim bürosu önünde toplantı yapmanın yargılama konusu olduğu bir ülkede seçim hangi sorunu çözecek? Gazetecilerin bu kadar kolay susturulduğu, televizyon ekranlarının karartıldığı, azıcık itiraz edenin düşman hukukuna tabi tutulduğu bir ülkede seçim bütün sorunları nasıl çözer? Elbette seçime varız ama Türkiye’de seçimin sorun çözmesi için eşit ve demokratik koşullarda olması gerektiğini böyle olmazsa hiçbir sorunu bitiremeyeceğini ifade ediyoruz. Türkiye’nin birinci sorunu OHAL’dir, seçim değildir. OHAL’in arkasına saklanan hiçbir anlayışla demokrasinin hiçbir mekanizması işlev göremeyecektir. 

    Yarım milyon insan suçlu muamelesi görüyorsa orada sistem suçludur

    Bugünler belediye başkanlarımızın, eşbaşkanlarımızın, milletvekillerimizin keyfi bir şekilde rehin alınışının üzerinden bir yılın geçtiği günler. Elbette Türkiye yargısının, adalet sisteminin bununla ilgili değerlendirmeler, yüzleşme en az seçilmişler kadar önemlidir. Adalet Bakanlığının rakamlarına göre tutuklu ve hükümlü sayısı 220 binin üzerinde. Ardahan nüfusunun 12 katı. Bir ülke düşünün ki bir şehrinin nüfusunun 12 katı kadar insan cezaevinde olsun. Türkiye’deki denetimli serbestlik uygulamasına tabi olanların sayısı da İzlanda nüfusu kadar. Bu durum sadece yargının sorunu değil. Elbette yargının sorunu var. Bir adalet sorunu var. Ama bu sorun sadece yargıçlara, adında saray olan adliyelere bırakılmayacak önemli bir sorundur. Eğer bir ülkede yarım milyon insan suçlu muamelesi görüyorsa orada sistem suçludur, o ülkeyi yönetenler suçludur. 

    Bütün zorluklara rağmen sevindirici bir haber aldık. Bir yılı aşkın süre tutuklu kalan Özgür Gündem Genel Yayın Yönetmeni İnan Kızılkaya’nın tahliye oldu. Hasan Hüseyin’in dediği gibi; "Bu ne beter çizgidir bu / Bu ne çıldırtan denge / Yaprak döker bir yanımız / Bir yanımız bahar bahçe”. Tahliyelere sevinemediğimiz, her gün yeni gözaltılar tutukluluklar duyduğumuz günlerden geçiyoruz. 

    Semih ve Nuriye’nin mücadelesini yükseltmek hepimizin görevi

    Aramızda Semih ve Nuriye’nin anne ve babaları var. 250 güne yaklaşan bir eylem, bir inanmışlığın göstergesidir. Allah hiçbir ana babayı evlatlarıyla sınamasın. Onlar kendi adlarına bir mücadele yürütmüyorlar. Aslında herkes adına hepimiz adına belki yüksek sesle sözünü söylemekten çekinen herkes adına, hepimiz adına direniyorlar. Hem aileyi hem kendilerini kutluyor, ikisini de selamlıyorum. Bu yanlışa bir an önce son verilmesi için de hükümete çağrıda bulunuyorum. Canları istediklerine gücü nereye yetenlerin, iki kişinin işlerine dönmesi gibi son derece haklı ve masum bir talebi çözecek dirayetleri de vardır. Eğer niyetleri varsa, eğer cesaretleri varsa, eğer hala insaniyetten azıcık nasipleri varsa. 200’lü günler kritik tehlikeli günlerdir. Ama sadece 2 kişinin hayatından bahsetmiyoruz, bir ülkenin geleceğinden bahsediyoruz. En temel hak mücadelesinin mübarek ve mukadddes görüldüğü bir ülkede yaşamak istiyorsak Semih ve Nuriye’nin mücadelesini yükseltmek hepimizin görevidir. 

    Kabile devletinden bile geri uygulamalar 

    Eşbaşkanlarımız başta olmak üzere 9 milletvekilimiz tutuklu. 27 milletvekilimiz defalarca gözaltına alındı. 5 arkadaşımızın milletvekilliği düşürüldü. Başka örneği var mı diye baktık. Elbette Türkiye kabile devleti değil diyorlar ya aslında kabile devletinden bile geri uygulamalarla karşı karşıya olduğumuzu vekillerin tutukluluk süreci ortaya koyuyor.  Bu kategoriye yakın başka ülkeler var. Mesela Mısır’da darbeyle iktidara gelen Sisi. İsrail’de, yıllardır Filistinli milletvekillerini mahkum eden bir yönetim var. Yani Türkiye’deki bugünkü uygulamanın benzer örnekleri, onun liginde yer alan ülkeler böyle ülkeler. Ama dünyada siyasetçilerin görece demokratik, liberal rejimlerde yargılanma gerekçeleri bu içerikte değil. Yani bizim eşbakanlarımızın, milletvekillerimizin, belediye eşbaşkanlarımız benzer gerekçelerle yargılanmıyor hiç Avrupa’da milletvekilleri, belediye başkanları. Haksız kazanç, zimmete mal geçirme oluyor. Dolayısıyla Türkiye’nin bulunduğu ligin neresi olduğunu vekillerimizin tutukluluğu bile ortaya koyuyor.  4 bin 500’ü ihraç edilmiş, 2 bin 700’ü tutuklanmış hakim ve savcılar eliyle. Yani bizim milletvekillerimize belediye başkanlarımıza gazetecilere akademisyenlere tutukluluğu reva görenlerin de 2700’ü tutuklu. Bu tabloyu sadece hukuki bir sorun olarak tarif edemezsiniz. Bu sorun çok açıkça yargı sopasıyla bir siyasi hesaplaşmadır. Bugün milletvekillerimize, belediye eşbaşkanlarına, gazetecilere yapılmak istenen biz diz çöktürme operasyonudur. Biz bunun çok net biçimde farkındayız. 

     

    Sıradaki Haberadv-arrow
    Sıradaki Haberadv-arrow