hourSON DAKİKA
left-arrowright-arrow
weather
İstanbul
down-arrowup-arrow

    Yüzyılın hikayesini bir köşkten dinlemeye ne dersiniz?

    Yüzyılın hikayesini bir köşkten dinlemeye ne dersiniz
    expand
    KAYNAKBetül Memiş / Cnnturk.com

    Osmanlı’yı yaşamış, Cumhuriyetle değişimi görüp 1959’da yok olmuş bir köşk... 1919’da o köşkte doğmuş ve bugün hâlâ olan bitene tanıklık eden bir kadın… Galataperform; asırlık bir öyküyü dinlemek üzere “Yüzyılın Evi”ne davet ediyor bizleri…

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    Betül Memiş / memisbetul@gmail.com

    Jamaikalı kültürel teorist ve sosyolog Stuart Hall: “Kimlikler, geçmişin anlatıları tarafından konumlandırıldığımız ve kendimizi içinde konumlandırdığımız değişik tarzlara verdiğimiz adlardır” diyor ve ekliyor: “Kişi kendini başkalarından ayıran bir mekânı (bir beden, oda, ev gibi alanlar) işgal ederken, bu mekânın tanımlanması kendi kimliğinin tanımlanması ile eş değerdir. Bellek, bütün hassas yapısına karşın bu tanımlama için başvurulacak ilk ve belki de tek – özel - kaynak olarak konuşlanır.” Hall’den uzaklaşmadan bellek mevzusu üzerinde algı yoklaması yaparsak, kadrajı ilk defa 22. İstanbul Tiyatro Festivali’nde görücüye çıkan, 2003’te kurulan Galataperform’un son izlenceliği “Yüzyılın Evi”ne çevirebiliriz. Yeşim Özsoy ve Ferdi Çetin’in metin ve konseptinde imzasının bulunduğu oyunu yöneten ve oynayan Yeşim Özsoy… Gelin hikayenin geri kalanını ve detaylarını, seyircisine; “Geriye gitmek mümkün mü? Gerisi nedir? Yıktıklarımızın yerine ne koyduk? Yoksa sadece bir buldozerin hafızasında mı yaşıyoruz artık?” diye soran “Yüzyılın Evi”nin yaratıcısı Yeşim Özsoy’a bırakalım…

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    Yüzyılın hikayesini bir köşkten dinlemeye ne dersiniz

    “Günümüzde bütün olmak çok mümkün değil”

    * Oyun sonrası kafamda dolanan; Hall’in bellek üzerine söylediği cümleleriydi. Galataperform’un da başlangıcından bu yana bellek, hafıza ve dil üzerinden derdi olan metinleri sahneye taşıdığını düşünüyorum, bu minvalde de “Yüzyılın Evi”ni kadraja koyarsak ne söylemek istersiniz?

    Evet, haklısın bellek, hafıza ve dil her zaman için odakta olan konular benim için. Bu oyunda ise farklı bir araştırma var. Kendi kişisel geçmiş ve belleğimden yola çıkmadım aslında sadece. Geçmişe uzandım biraz. Bu yıl, 100 yaşını doldurmuş anneannemin belleği ve onun yaşamış olduğu eski bir evin derinliklerine indim. Bunu yaparken de arzum; geçmişle bir barışma, uzlaşma, köprü kurma gibi bir şeydi. Özellikle Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişle ilgili özel bir derdim var; hem milliyetçilik hem de oryantalizm bağlamında. Bu oyunla biraz bu meseleleri hem güncele hem de evrensele oturtmaya çalıştım. Tabii her şey çok bıçak sırtı; hem malzeme gerçek bir hikayeden oluşuyor hem de geçmişle yani Osmanlı ile haşır neşirlik bir durumu var.

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    Yüzyılın hikayesini bir köşkten dinlemeye ne dersiniz

    * Sigmund Freud, Walter Benjamin, Theodor Adorno gibi düşünürler belleğin, Sanayi Devrimi’nin kültürel alanda yarattığı derin kırılmanın da etkisiyle son 200 yıldır, yeni bir sürece girdiğini ve bu sürece ilişkin kuramcıların görüşlerinin de Antik dönemin iki felsefecisinden, Platon ve Aristoteles’ten etkiler taşıdığının altını çiziyorlar. Siz ne düşünüyorsunuz?

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    Oyunun ana referanslarından biri; Walter Benjamin’in Paul Klee’nin tablosu olan Tarih Meleği üzerine kaleme aldığı yazı. Belki sadece bu bağlamda bir şey söyleyebilirim. Diğerlerini genellemem çok mümkün değil hem bilgi hem de analiz açısından. (Okuyucuya not: W. Benjamin’in; “Klee’nin Angelus Novus isminde bir tablosu vardır. Bu tabloda, gözlerini ayırmadan üzerine düşünmekte olduğu bir şeyden uzaklaşmak üzereymiş gibi duran bir melek resmedilmiştir. Gözleri dimdik bakmaktadır, ağzı aralıktır, kanatları da açılmıştır. İşte tarihin meleği de böyle görünmelidir. Yüzü geçmişe dönüktür…” diye başlayan Parıltılar yazısına bilahare bakarsınız.) Artık günümüzde tam olmak, bütün olmak çok mümkün değil. Sanki sürekli bir parçalılık söz konusu... Kırılmanın sonucunda tamamlanmak, bütünlenmek diye bir şey mümkün değil! Geleceğin fırtınasıyla geçmişin parçalı yapısı arasında oluşan uçurum içinde kayboluyoruz sürekli. Şu anda yaşadığımız kayıplar, köksüzlük ve yapay köklenme ihtiyacı ve bunun tezahürü yıkım da bunların sonucu belki de.

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    Yüzyılın hikayesini bir köşkten dinlemeye ne dersiniz

    “Bu oyunda yeni bir sahne dili arayışı var”

    * Gelelim “Yüzyılın Evi”ne; sahnelendikçe algıda seçicilik yaptığınız neler oldu?

    Oyun oynandıkça fark ettiğim şeyler var metnin yolculuğu açısından. Bu oyunda yeni bir sahne dili arayışı var. Benim için her oyun, bu coğrafyada nasıl bir dil, nasıl bir estetik sorusuna yanıt olmaya çalışan bir malzeme oluyor. O nedenle bu oyunda da olduğu gibi farklı estetikleri bir arada kullanıyorum. Bu oyunda da insanlara tiyatro gibi gelmeyen bir şey var. Belki de belgesel estetiği ve gerçeklerden yola çıkarak yapılan performatif malzemeyi, okumaları da değerlendiren bir yapısı olduğu için. Ama bir yandan da aslında çok ‘biz’e ait bir malzeme kullanıyorum bu oyunda. Örneğin; Geçenlerde oyuna, rahmetli son meddahımız Erol Günaydın’ın kızı Günfer Günaydın geldi. Oyundaki şeyleri seslendiriş ve canlandırılış şeklimin babasını hatırlattığını söyledi. Onun da bir masayı, şeyleri, eşyaları, hayvanları hatta tabii komik alandan geldiği için örneğin sütyenden çıkmış memeyi bile canlandırdığını söyledi!

     

     

    Meddah geleneğinde var bu ve zaten çıkış noktamız olduğu için bu yorum beni çok mutlu etti. Bir yandan da düşündürdü. Neye tiyatro diyoruz noktasında… Aslında geçmişimize ait çok geleneksel ve basit bir teknik olan meddahın her nesneyi birinci şahıstan dillendirmesiyle ilgili bir tekniği çağdaş sahneye koyduğumuzda bize hem çok yabancı hem de çok tanıdık ama adlandıramadığımız bir şey oluyor. (Karşılaştırmalı edebiyat profesörü ve aktivist, teorisyen) Edward Said’in tabirinden yola çıkarsak; aslında bunun kökleri, bir nevi kendi kendini ‘oryantalize’ etmekten geçiyor. Ama artık ne tamamen o geçmişi kavramak mümkün, ne de tamamen silip ‘ilerlemek’. Oyun da bu meselelerle ilgili aslında tam da bu noktada.

    * Oyunu yaratım sürecinde nasıl bir yol izlemeyi tercih ettiniz, neden? Bir de bu oyunun Galataperform tarihindeki yerini tanımlamanızı istesem?

    “Yüzyılın Evi” sanırım yazdığım 16 oyun. Aslında biraz ilk oyunum olan “Oyun Alaturka”ya bir selam niteliğinde olduğunu düşünüyorum. Tezim de Osmanlı Gösteri Sanatları’nın İmparatorluktan Cumhuriyet’e geçişteki süreciyle ilgiliydi. Bunun milliyetçilik ve oryantalizmle bağlantısı. Aslında genelde şu sıralar “anlatı” geleneğine dönüş olarak bu meseleler giderek daha fazla işlenmeye başlandı. Bu da sevindirici bir şey... İlk yaptığım oyunda ne gelenekselcilere ne de çağdaş, avant-garde diyebileceğimiz tiyatroculara yaranabilmiştim. Sonra belki de bundan dolayı bu süreci gizleyerek tüm oyunlarımda devam ettirdim. Belki en belirgini “Aksak İstanbul Hikayeleri” idi. Bu oyun da aynı çizgide ilerliyor. Ama bir yandan da post dramatik tiyatroyu odak alırsak son dönem Hans Thies Lehmann’ın da değerlendirmesi üzerine ve hatta belki post-truth (gerçek sonrası ya da gerçek ötesi olarak çevrilebilir), post-realizm gibi kavramların dünya literatüründe, sahne estetiğinde uçuştuğu bir dönemden geçiyoruz. Ve ben son birkaç oyundur gerçek ve kurguyu bu sebeple bir arada yeniden kurgulama mantığı üzerine gidiyorum. “Yaşlı Çocuk”ta bunu kavramsal olarak beraber çalıştığımız dramaturg ve yazarı Ferdi Çetin “sahnede post-realist bir bakış açısı” olarak yorumlamıştı. Bu mesele beni hem dünyadaki yeri hem de kendi gerçekliğim ve araştırmam açısından çok ilgilendiriyor.

    Yüzyılın hikayesini bir köşkten dinlemeye ne dersiniz

    “Yıktığımız şeylerin yerine ne koyuyoruz”

    * Metini yazım, prova ve sahne aşamasında sizde yarattığı durumlar; bu da varmış dediğiniz yahut hiç beklemediğiniz, bildiğinizi sandığınız, ters köşelik durumlar neler oldu?

    Çok oldu tabii. Mesela Cumhuriyet’e geçiş sürecinde anneannemin hikayeleri üzerinden giderken azınlıklarla ilgili bilgiye ulaşmaya çalıştım. Fakat o sürekli Türklerin mağduriyeti üzerine hikayeler sundu bana ve bunlar da gerçek hikayelerdi. Diğer karşı görüşleri ben ekledim, yorumladım diyebilirim kendi araştırmamdan yola çıkarak. Örneğin; bunları Berlin’deki Yunan ekibe oynadığımızda onlar mesela Yunanlıların İzmir’i terk ederken bazı evleri yaktığıyla ilgili bir bilgiyi ve hikayeyi çok garipsediler ve bu bir tartışma meselesi oldu. Fark ettik ki Ege’nin iki tarafından iki ülke de birbirinin hikayelerini dinlemeden kendi hikayelerini sürekli tekrar ediyor.

    * Aslında hikaye fona Osmanlı ve Cumhuriyet’i yaslarken bir yanıyla da sizin ananenizle, geçmişinizle kurduğunuz iletişim bakımından da çok kişisel; tüm bunları bilmediğiniz sadece ‘seyrici’ eyleminde bulunan tiyatro izleyicisine açmanın verdiği hissiyat neydi?

    Oyunlar bence farklı katmanlarda seyirciye ulaşır. Anneannenin oyunun başındaki belgeselde “çok iyi oynadığını” bana söyleyen çok kişi oldu. Bence bu da çok ilginç... Ayrıca konakla ilgili hikayelerin bir bölümü gerçeklere dayanıyor bir bölümü de hayal gücü. Hangisi gerçek ne kadarı hayal, bu düşüncelere dalıp, seyircinin düşünmesi benim için yeterli. Ya da sadece temelinde yıkılan bir konağın “ruhu nereye uçar gider” bunu düşünmesi. Bu dönemde yıktığımız şeylerin yerine ne koyuyoruz gibi şeyleri.

    * 1918’den 2018’e dek bir asırlık hikayeyi bir konağın dilinden, bunu da içindeki eşyaları konuşturarak daha da fotoğrafı netlemek sürecinde neler yaşandı?

    Zira bugünün insanı, eşyanın da bir tabiatı ve enerjisi olduğunu hep unutuyoruz, fark etmeden geçip gidiyoruz.
    Önce de dediğim gibi aslında bu tercih çok temel ve tarihimize ait bir teatral estetiğin yeniden yorumlanması benim için. Ama tabii çoğu kişi bu estetikten yani meddah geleneğinden tamamen koptuğu ya da yabancılaştığı ve hatta çoğu zaman da sevmediği, ‘alaturka’ bulduğu için eşyaların ruhuna odaklanmak daha hoş geliyor. Bu da bence güzel bir durum, çünkü evet eşyaların, şeylerin, hayvanların ruhu yoluyla bir dil yaratıyorsunuz ve bunu da algılayabiliyor seyirci. Hiçbir bağlantı kuramasa bile bu noktada oyuna bağlanabiliyor.

    “Kim bilir daha neler var söyleyebileceğimiz”

    * Sahnelemenizi de düşünürsek; farklı teknikler kullanıyorsunuz, geneli ele aldığımızda nasıl bir rejiydi çalışmanız? Artı ve eksi yönleri yahut zorlukları ne oldu?

    Kendi malzememle uğraşmam zordu. Yani performans sanatı geleneğinden geliyorum ben. İlk yaptığım oyunlar kendi yazdıklarımın performatif tek kişilikti. Ama tabii daha net bir oyun dinamiği içinde oynuyorum bu oyunda. Sadece performans denemez. Yazar olarak Ferdi ile çalışmak mümkün olmasa sanırım zor olurdu denklem, çünkü oyunda teatral anlatımla yan yana duran yani aralıklarla arka fonda oyunu besleyen değil de gerçekten belirleyici olan iki unsur var; film ve müzik. Bütün oyun boyunca akan film Melisa Önel gibi titiz ve beraber çalışmaya doyamadığım bir film yönetmeninden geldi. Kıvanç Sarıkuş ise sahnede tek kişilik çok katmanlı bir orkestral ve sinematografik müzik tasarlıyor ve uyguluyor. Her ikisi de yönetmenlerdi bence oyunda bu anlamda. Bunlarla koordine olmak sahne üzerinde oyuncu olarak ciddi bir dış bakış ve dakiklik gerektiriyor. Her ikisinin yönetmen gözü ayrı bir estetik kattı oyuna. Aynı şekilde kendisi de dramaturg olduğu için ve sahne estetiğini ve dilini çok iyi anladığı için Ayşe Ayter ile çalışmak da büyük şanstı. Sadece ışık tasarımını yapmakla kalmadı, teknik direktörümüz olarak sahnenin her şeyine hakimdi. Rejide tüm bunların büyük katkısı var.

    * Diyelim ki o sahnede dil verdiğiniz tüm eşyalar ve başta konak olmak üzere burada, bir masada toplanmış olsalar, onlara ne söylemek isterdiniz?

    “Kim bilir daha neler var söyleyeceğiniz. Benim elimden bu kadarı geldi.”

    * Bu oyuna insanlar neden gelsin?

    Yeni bir estetik dil üzerine kafa yormak, farklı hikayeler dinlemek, sahne estetiğinde müzik ve filmle çağdaş bir tiyatro alanıyla ilgileniyorlarsa, tarih ve gelecekle ilgili benim saplantılarım gibi saplantılara sahiplerse ya da temelde eski bir evin hikayelerine bir aralık kulak vermek isterlerse gelsinler tabii.

    * Turne olacak mı ve oyun için hedefiniz nedir?

    Turne olacak. Mayıs’ta, Makedonya’da düzenlenen Monodrama Festivali’ne gidiyoruz ama asıl Ağustos’ta, Edinburgh Fringe Festivali’nde oyunu İngilizce oynama planı var. 1-16 Ağustos arası orada olacağız. Sonra Eylül’de ise Romanya’da bir festivale gidiyor oyun. Mobil ve o kadar çok eşyalardan bahsetmemize rağmen hiç eşyasız bir oyun olduğu için oynamayı istiyorum ve daha fazla farklı şehirlere taşımayı.

    * Galataperform’un masada bekleyen işleri neler?

    Yeni bir oyun geliyor: “Aksak Kadın Hikayeleri”. Kafamda yazdım bitti. Gelecek sezona yapmayı çok istiyorum. Ayrıca yurt dışından her zaman olduğu gibi oyun yazarları, yönetmenler Yeni Metin Yeni Tiyatro Projesi kapsamında geliyor. Ekim ayında festivalimizin sekizincisi gerçekleşecek ve atölyeler devam ediyor.

    Bilgi için: https://galataperform.com/

     

    Sıradaki Haberadv-arrow
    Sıradaki Haberadv-arrow