hourSON DAKİKA
left-arrowright-arrow
weather
İstanbul
down-arrowup-arrow

    “Yeter ki kalbim kara olmasın”

    “Yeter ki kalbim kara olmasın”
    expand
    KAYNAKBetül Memiş / Cnnturk.com

    Moda Sahnesi’nin sezondaki ikinci prömiyeri, çağdaş Fransız tiyatrosunun önde gelen isimlerinden biri olan, “Batı Rıhtımı”, “Roberto Zucco” ve “Zenciyle İtlerin Dalaşı” oyunlarından aşina olduğumuz Bernard-Marie Koltès’in “Ormanlardan Hemen Önceki Gece” adlı metniydi. Oyunun, yönetmeni Kemal Aydoğan ve oyuncusu Barış Yurtsever ile Koltès’in metni gibi uzun ve soluksuz ama hikayenin aksine noktalı ve diyaloglu bir röportaj gerçekleştirdik…

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    Enformasyon çağını akıllı aygıtlarla şenlendirdiğimiz, algoritmalar sayesinde de kültürel belleğimizi makrolardan mikrolara k(c)oşturmak suretiyle gündemimizi belirlediğimiz ve ortaya çıkan fotoğrafta da dikkat dağınıklığına en kısasından reverans yaparak yan yana kümelendiğimiz şu günlerde, gün geçmiyor ki ‘evrenin başka paralelinde yaşam’ haberlerine bir yenisi daha eklenmesin! Psikolog Erik Erikson’un, insanın sekiz evresini tanımladığı (ancak 90 yaşına geldiğinde, kuramı eksik bulup bir tane daha ekleyerek dokuzuncu evre ile noktayı koyduğu) “Psikososyal Gelişim Kuramı”nı tam çözdük sanıyorduk ki tabii yine yanılıyorduk… Son olarak mimarlık şirketi Abiboo tarafından Mars’taki ilk kalıcı şehir olarak tasarlanan ve 250.000 kişiyi barındırması hedeflenen Nüwa’nın şehir inşaatına 2054’te başlanacağı ve 2100 yılına kadar da ilk sakinlerinin ağırlanmasının planlandığı haberlerinin ardından, şimdi de 20 yıl içinde insanlı görevlerin Mars’a ulaşım sağlayacağı bilgisinin varyasyonlarıyla donatılıyoruz.

    O vakit, Dünya ve Kızıl Gezegen arasındaki 55 milyon kilometrelik mesafenin bugün için 9 ayda kat edildiğini belirten NASA’yı takibe devam! Hoş, bir litre su, 160 gram yağ, 110 gram protein, 15 gram şeker ve 10 gram tuzun bir araya gelmesinden oluşan (şahane organizma) beynimiz, fikri takip dersinden kalsa bile, “akıllı teknolojiler” sayesinde yer yer arayı kapatmayı başarıyor gibi! (İç ses: Burada sözü / dikizi, Sel Yayınları’ndan çıkan “Sonsuz Dikkat Dağınıklığı / Gündelik Yaşamda Sosyal Medyaya Odaklanmak” kitabıyla akademisyen Dominic Pettman’a ve Kolektif Kitap’tan yayınlanan “İnsan Sonrası” ve “İnsan Sonrası Bilgi” kitaplarıyla pek sevdiğim filozof Rosi Braidotti’ye bırakmakta fayda var. Bilahare gündeminize alırsınız niyetine pasladım gitti. Şimdi ise geliyoruz girizgâhımızda kapı aralayanlara daha da ışık tutacak olan bugünün sadedine yani öznesine…)

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    “Yeter ki kalbim kara olmasın”

    Güzergâh İstanbul, Moda Sahnesi. Çevrimiçinde, lobları daha bir parlatacağınız mevzu ise; “… Bir de ne var biliyor musun bende, böyle bir yeri terk edeceğim zaman, başka bir yere gidiyorum ya, sanki terk ettiğim yer evimmiş gibi geliyor, o yüzden sonra kıçıma tekmeyi yiyince, yine gideceğim ya bir yerden bir yere, yine yabancı olacağım orada biliyorum, kaçarı yok, böyle sürüp gidiyor: Gittikçe daha yabancısın anlayacağın, gittikçe daha az evindesin… Bir odam olsa, bir çimenlik olsa oturup konuşsak seninle… Dinlesek birbirimizi o zaman anlarız milletin derdini. Anlarız az çok birbirimizi dinlersek hepimizin yabancı olduğunu. Otursak ağaçların gölgesinde, anlasan beni. İşte orası da benim evim…” diyerek yaşam mesaisindeki biz fanilere manidar bir selam çakan 41 yaşında hayata veda eden Bernard-Marie Koltès’in (ilk yayın tarihi 1977) kaleme aldığı, noktasız (zira sadece virgüller eşlik ediyor metne) ve soluksuz bir monologdan oluşan “Ormanlardan Hemen Önceki Gece”…

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    Sizin “ev” dediğiniz neresidir veyahut bu “ev” diye tanımlanan özerkliğin koordinatları nereye denk düşmektedir bilmiyorum ama, malum nefeslendiğimiz coğrafyada, Ahmet Kutsi Tecer’in ünlü şiiri “orda bir köy var uzakta”yı şiar bellediğimize, Koltès’in bu metni, yılmadan her geçen gün büyüttüğümüz ideolojik kulelerimize cevap niteliğinde. Gelelim oyunun emekçilerine: Kemal Aydoğan’ın yönetmenliğinde, Ayberk Erkay’ın Türkçeye çevirdiği, İrfan Varlı’nın ışık tasarımını, Bengi Günay’ın sahne tasarımını ve Fidel Kılıç’ın müziklerini üstlendiği metnin oyuncusu ise, sonunda Koltès’in meramını, derdini birileri ‘anlamış’ dedirten performansıyla Barış Yurtsever. (Es notu: Oyun fotoğrafları Orçun Kaya’ya emanet.) O vakit, hazırsanız yavaştan başlayabiliriz; “Yağmurlu gecede, lağım çukuruna dönmüş şehrin gaddarlığına rağmen, seni yakalayıp kolundan, ‘seni seviyorum birader’ diye inleyen adamın sözü”nden bize düşen payı nasiplenmeye…

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    “İnsan neresi için gerçekten evim diyebilir?”

    İlk sorumu Koltès’in de hayranı olduğu Descartes ve Pascal’ın cümlelerinden sarkıtmak isterim. “İnsanların içine düşebileceği tüm hatalar yanlış bir tümevarımdan değil, yeterince anlaşılmamış bazı deneyimlerden ya da gelişigüzel ve hiçbir sağlam temele dayanmayan yargılamalardan kaynaklanır… Tutunabilecek bir kimse göremiyordum, bu durumda kendi yolumu kendim bulmak durumunda kaldım… Peki, hakiki olan ne? Belki de hiç, bir şeyin kesin olmaması” diyen René Descartes. Ve manidar rotasıyla yanılsamalarımızın üstünü çizen Blaise Pascal, “Kendinize dönün, orada bulacaksınız kurtuluş yolunu”… “Anlaşılamamak”, “yargılamak” “hata”, “hakikat” ve “kurtuluşun kendimizde olması”; hayata veda etmiş bu üstatlara da selam mahiyetinde bulunduğunuz boyuttan siz neler söylemek istersiniz?

     

     Kemal Aydoğan: Kurtuluş yok tek başına… Koltès de bu fikre çok güveniyor. Uluslararası sendika çağrısından da konuşacak birilerini aramaktan da muradı açık açık bu bence. Anlaşılamamak problemin diğer tarafı “anlamayanları” işaret ediyor. Anlamayanlar var. O anlamayanların anlama çabası göstermeyenlerin karşısında anlaşılamayan olarak kalmak mümkün. Problemin “dikkat” eksikliğinden kaynaklandığını düşünüyorum. Zira başkasını anlamak çaba ve dikkat ister. Bizden başka kimse yok tekçiliği anlayamaz, onun karşısında anlaşılamaz olunur. Buna benzerlerin şiddeti de diyebiliriz. Bunun ucu narsisizme kadar gider. Kendini beğenmişlerin optik bozukluğudur anlaşılamamayı doğuran. Bu optik bozukluk yargılamayı, kanaatleri çalıştırır. Artık yeterince bakmaya gerek yoktur, zaten biliyoruzdur. Hüküm verilmiştir kitle tarafından. Kitle yutmuş “ben” konuşuyordur yargılarken. Hakikat başkasına dikkatle bakıp onu yargılamamakla edinilebilir. Onu varlık statüsüne taşıyacak bir “yaşamsallık” atfetmekle. Bunu faşist bir gövdeden beklemek mümkün değil. Hata yapmak, hata yapılmasını karşılamakla ilgilidir. Hataya izin vermeyen topluluklar büyümeyi de beceremeyebilirler. Hata yapmak emeklerken birden iki ayak üzerinde durmaya çalışıp becerememek oyunu gibi insan olmayı sağlayan tekerrür deneyiminin bir parçasıdır. Oysa büyümek için defalarca hata yapmamız gerekir. Hatalarımız bedenimizdeki büyüme çizgilerimizdir.

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    Barış Yurtsever: Oyunun ilk provalarında düşündüğümüz; fazla hakiki bir oyun, oyuna gelir tarafı yok! Koltès, bu oyunda fenomenlere bakıyor, burada hakikate bilinç dışı bir arzu var. Gerçeğin kuvvetini anlamak, akışına bırakmak ve gerçek bir uzama kavuşmak… Kapitalist dünyanın algısı olan gerçekliğin içinden, hakikate ulaşma arzusuyla dolu bir bilinç akışıyla karşılaştırıyor bizi Koltès, yabancıyla. Yabancı tüm fenomenleri bulunduğu bu noktadan deşifre etmeye başlıyor ve bu soluksuz metin, hakikate ulaşma arzusunun acısını ve hazzını beraberinde getiriyor.

    Metinde, “Bir de ne var biliyor musun bende, böyle bir yeri terk edeceğim zaman…” ile başlayan, bu röportajın da girişinde merhabasını verdirdiğimiz Koltès’in cümlelerinin sizdeki hissiyatı, yansıması nedir? Mesela, sizin için “ev”, “evim”, “evimiz” ne anlam ifade ediyor? Ve bir gün bizler de “ağaçların gölgesinde oturup birbirimizi dinleyebilecek ve sonrasında anlayabilecek” zamanları yaşayabilecek miyiz?

    Kemal Aydoğan: Oyunu çalıştığımız ekipte hiç kimse İstanbul’da doğmamıştı. Hepimiz doğduğumuz, büyüdüğümüz yerleri arkamızda bırakmış, İstanbul’a gelmiş yabancılardık. Bir daha oralara dönebilir miyiz? Mesela, benim için imkansız. Çünkü Ankara’daki mahallem tarumar edildi, betonlaştırıldı. Kısacası, topografyasını değiştirdiler semtin. Fiziksel olarak benim bir dönüşüm kalmadı, zihnimin içinde dönüyorum artık. Belki İstanbul’dan başka bir yere gidip -ki İstanbul’da yaşadığım 30 yıldır, değişik semtler arasında dolaşarak yeni gittiğim her semtin yabancısı oldum- oraların yabancısı olacağım. Bitmeyecek galiba. Doğduğu evde ölenlerin sayısı gittikçe azalıyor galiba. Nâzım Hikmet’in dizelerindeki umudu içimde yaşatıyorum: “İnanın güzel günler göreceğiz çocuklar / Güneşli günler göreceğiz / Motorları maviliklere süreceğiz çocuklar / Işıklı maviliklere süreceğiz.”

    Barış Yurtsever: Kapitalizmin sunduğu mülk fikri hepimizi evimizden uzakta hissettiriyor. İşte bu mülk fikri bizi zehirliyor. Örneğin, kirada oturuyoruz ve orayı evimiz belliyoruz. Ama sonra başka bir yere taşınıyoruz, arkamıza evimizden ayrılıyormuşçasına bakıyoruz, öyle hissediyoruz (düzen, alışkanlıklar, anılar vs.) ve bu böyle sürüp gidiyor. Diyelim ki, bütün bu koşuşturmaca sonunda, biz de artık bir mülk sahibi olduk. Zannediyoruz ki orası bizim evimiz. Peki, gerçekten evimiz orası mı? İnsan neresi için gerçekten evim diyebilir? Bir insanın “ev”i neresidir diye sorduğumda kendime, en gerçek cevabın anne rahmi olduğunu düşünmüşümdür hep, “evimiz” ise yeryüzü ve gökyüzü. Kapitalizmin gerçeklikleri ile bu yalın “ev” ve “evimiz” gerçeğinden koparılıp, nerede olduğumuzu bilmediğimiz bir noktaya sürükleniveriyoruz hemen. Uzanıp ağaçların gölgesine birbirimizi anlayıp dinleyebileceğimiz günler için umutlu konuşamıyorum bile. Görmezden gelinerek yok sayılan tüm ‘öteki’lerin (LGBTİQ’ların, göçmenlerin, yoksulların vs.) kısacası, görmezden gelme marifeti ile yok sayılmanın çok kolay olduğu bir dünyada kirlenmiş gerçekliklerimiz ile bu “ev”, “evimiz” hakikatine ulaşmak pek mümkün görünmüyor.

    “Bu dünyada bir avuç yeri yok”

    Moda Sahnesi’nin, Koltès’in ölmeden birkaç gün önce yazdığı bir “vasiyetname” denilebilecek son oyunu (Okuyucuya not: İtalyan seri katil Pierre Rivière’nin hayatını anlattığı, anne, baba, polis ve çocuk katili anti-kahraman) “Roberto Zucco” ile başlayan hasbihalinin bu oyunla devam ediyor olması, sade bir izlek olarak açıkçası beni aşırı mesut etti. Bu bağlamda yönetmen, oyuncu ve Koltès ile yolculuğunuz, maceranız nasıl başladı?

    Kemal Aydoğan: Moda Sahnesi “Roberto Zucco”yu oynadığı sıralarda (2014) Barış da “Ormanlardan Hemen Önceki Gece”yi okul bitirme projesi olarak okulda oynamış. Sonrasında tanıştık, hatta İstanbul’da, Moda Sahnesi’nde prömiyer yaptı ve altı oyun da oynadı. Barış, metinden bazı bölümleri budamıştı, şimdiki halinden daha kısaydı. O vakitler, Barış’ın tiyatrosu Ankara’daydı. İstanbul’da da Biriken sahneliyordu metni. Telif durumlarından dolayı oynayamamıştı ama hep istemiş, tıpkı benim gibi. Geçtiğimiz Kasım’da, Biriken’in artık oynamayacağını öğrendik. Biz de Şubat’ta provalara başladık ve Koltès’in doğum günü olan 9 Nisan’da da seyirci karşısına çıktık.

    Barış Yurtsever: Koltès, ben henüz konservatuvarda öğrenci iken çıktı karşıma. Onun yazılarını, dünyayı kavrayışını gördüğümde cidden büyülendiğimi söyleyebilirim. “Ormanlardan Hemen Önceki Gece”yi okuduğumda, birine anlatmam gerektiğini düşündüm ve son sınıf öğrenci projesi olarak oynamaya karar verdim. Bir saatlik bir performansla oynadım. O sezon, “Roberto Zucco”yu sahneye koyan Kemal Aydoğan ile Koltès’in yazıları aracılığıyla tanışmış olduk. Ben, K. Aydoğan’a performansımı izlettim ve birbirimizle mesleki bağımız da bundan sonra gelişti. Daha sonra 2018’de, Wajdi Mouawad’ın “Kıyı” oyununda birlikte çalıştık. Ortak dilimiz bu süreçte daha fazla gelişti. Ve nihayet oyunu oynamak için gereken zemin oluştuğunda, bu metni beraber kavrayıp oyunlaştırmaya karar verdik.

    Metni masaya yatırdığınızda nasıl bir işleme tabi tuttunuz? Bu aşamada yararlandığınız referanslarınız nelerdi? Malum, orman ve yağmur metaforunun ortasında, noktasız, sadece virgülle yazılan bir metin bu. Hayatların birbirine ‘nokta’ gibi kopuk değil; ‘virgül’ gibi bağlanarak devam ettiğini öyle güzel betimliyor ki, seyirci olarak bizler yağmurun yoğunluğundan monoloğun akışına geçişte epey yol kat ediyoruz hem de oturduğumuz seyir hanemizden. Ayrıca oyunun fonundaki (söz, müzik Şanar Yurdatapan - “13,5” adlı şarkısı) Esmeray’ın söylediği “Yeter ki kalbim kara olmasın…” şarkısını seçmenizden dekor ve kostüme kadar kafanızda neler, ne şekilde evrildi?

    Kemal Aydoğan: Frantz Fanon ve Gilles Deleuze gibi düşünürlerin eserlerinden destek alarak oyun metnini çözmeye çalıştık. Koltès’in kişisel yaşamı ile oyun arasındaki bağların peşine düştük. Oyunu yazarken Fransız Komünist Partisi üyesi ve üç yıllık büyük bir suskunluğun ardından kaleme alıyor. Oyundaki komünizan çağrının sebebini buna dayandırdık. ‘Yabancı’nın beyaz olmadığını düşündürtecek ipuçlarını büyüttük. Siyah olmasa bile siyahları yakından tanıyan bir duyguya sahipti ‘yabancı’mız. Belki de bir entelektüeldi. Konforunu ve geneli okşamayı bir yana bırakmış, genel mutabakatlardan sıyrılmış, maddi zevkle arasına mesafe koymuş bir entelektüel… Dilencilerin, sokakta yaşayanların, sokak şarkıcılarının ‘ağzını burnunu dağıtarak’ onları harekete geçirmeye çalışan bir ‘yabancı’… Göçmen, yabancı, entelektüel… Fikirlere, hareket halinde olmak iyi gelebilir. Fikirlerin göçebeliği konforun önüne geçmek için bir yol olabilir. Genelin dışladığı, genelin tekçi bir granit gövde haline gelip “ötekileri”, “zencileri”, “ibneleri” dışarı attığı, yaşam hakkı tanımadığı halleri ifade eden Esmeray’ın şarkısı gibi parçaları seyirciye duyurmayı tercih ettik. Sahne tasarımını ise bu dünyada bir avuç yeri yok fikri üzerine kurduk.

    Barış Yurtsever: Bir tiyatro oyununu sahneye koymak için geçmemiz gereken tüm aşamalardan geçtiğimizi söyleyebilirim. Öncelikle bizim için en önemli şey metnin anlatmak istediği fikri yazarın kavrayışı ile anlayabilmekti. Bunun için Koltès’in yaşamına etki eden diğer yazarları, yönetmenleri toplumsal olayları, izlediğini tahmin ettiğimiz filmleri, okuduğu kitapları, ezcümle, yazarın hayatına temas eden her şeyi deşifre ederek başladık. Daha sonra deşifre ettiğimiz metnin bizden talep ettiği oyun formunu yakalamak için, metni farklı birçok formda anlatmayı denedik. Metin provalar süresince çok farklı formlara büründü ve tüm bu çalışmaların sonunda metnin talep ettiğini düşündüğümüz bu oyun formunu yakaladık. Nihayetinde ilk cümleden son cümleye kadar durdurulamayan bu soluksuz bilinç akışı performansını ortaya çıkardık.

    “Yeter ki kalbim kara olmasın”

    İnsanların eşitlendiği, yani uyku moduna geçtiği karanlık bir gecede başlayan, dinmeyen bir yağmurun fon olduğu (o dönem Fransa’sını da -göçmen ve idam yasası, yabancı düşmanlığı- es geçmeden) yaşamdan ölüme ve ölümsüzlüğe, cinsellikten politikaya (politika derken de edebiyatla politika arasındaki ilişkiye dair en meşhur metaforlardan biri olan Stendhal’in “Parma Manastırı”ndaki ‘konserin ortasında patlayan tabanca’sını nazarımda adeta zerk eyleyen)… Ezcümle, ucu katmanlı, yörüngesi hiddetli bu seri monologda ve yine gariptir “kardeş bir insanlık” ütopyasından vazgeçmeyen ama ironik olarak eserlerinde trajedi, şiddeti ve umutsuzluğu çizen Koltès’in prova ve sahneleme aşamasında sizi etkileyen nesiydi?

    Barış Yurtsever: Koltès, oyunu bize göre karmaşık gibi görünen ancak çok yalın bir noktadan yazıyor. Metin anlatmak istediği hiçbir şeyi gizleyerek anlatmıyor. Bu bağlamda “Ormanlardan Hemen Önceki Gece” derdi çok açık bir metin. Ben bu işin oyuncusu olarak metnin bende yarattığı hissiyatı bu oyunu oynamadan anlatılabilecek zamanları geride bırakmış olmalıyım ki, bu hissiyat üzerine söz söylemeye başladığımda, kurduğum tüm cümleler bana yetersiz geliyor. Bunu anlatabilmemin tek yolunun bu oyunu oynamak olduğunu düşünüyorum. İşte bu yüzden benim için söylenebilecek tek cümle yine metnin kendisi oluyor.

    Kemal Aydoğan: Metin ilk okunduğunda karışmış, düğüm olmuş bir yumak izlenimi verebilir. Bunun nedeni bence, edebiyat yapmayıp, konuşmayı yazıya geçirmesi. Yazı düzeyinde anlaşılacak bir oyun değil. Mutlaka konuşmaya, bedenlenmeye ihtiyaç var. Bedenlenince kendi şifresini hemen çözdürüyor. Dolayısıyla üzerine bir şey eklemek yerine, metnin diplerine doğru bedenli bir hareket metnin yüzeyinin yapısını gösteriveriyor, biz de böyle oldu. Oyunun sesine, jestine bu yaklaşımla ulaştık. Koltès çok hınzır biri. Ben, tiyatro ile derdini eğlenceli bir biçimde anlattığını sanıyorum. Hepimizin zihninin içinde boğuştuğu şeyleri dile getiriyor. Ve komedisi hiç eksik değil. Gülen bir zihni var.

    “Dönüp bir bakmışız ki hepimiz yabancıyız”

     “Orman” metaforunu açabilir misiniz? Mesela, “bir lanetlinin / yabancının yaşama tutkusu ve yaşama öfkesi”ni sahneye taşıma sürecinizdeki hemhaliniz nasıldı, yani sürecin size yansıması ne oldu? Bugünün “lanetli”leri ve “yabancı”ları kimlerdir sizce, yahut kimler “yabancı-lanetli” hissetmektedir?

    Barış Yurtsever: Orman metaforu bir devrime işaret ediyor bizim için. Devrimden önceki son geceymişçesine konuşuyor yabancı. Bu metinle irdelenen tüm fenomenler beynimize ve kalbimize bir kor gibi düşüyor ve devrimin fitilini ateşliyor. “Ormanlardan Hemen Önceki Gece”den çıkar çıkmaz, yani hemen sonraki gecede, herhangi bir sokağın köşesinde, bu hakikatin yakıcılığıyla karşılaştırıyor bizi metin. Kimler yabancı / lanetli sorunuza gelince de egemenin baskısı neoliberal dünya gerçeklikleri bizi her şeye her şeyi de bize yabancılaştırıyor. Sistematik bir şekilde yabancılaştırılıyoruz. Yabancılaşmaya ilkin kendimizden başlıyoruz ve sonrasında dönüp bir bakmışız ki hepimiz yabancıyız.

    Kemal Aydoğan: Toplumsal refaha ulaşması engellenmiş tüm yoksullar, ezilenler, ötekileştirilmişlerdir yabancılar lanetliler.

    Diyelim ki oyun karakterini tanıyor ve tüm hayat hikayesini biliyorsunuz. Ve tesadüf bu ya, bir vakitte de yine aynı karanlık, yağmurlu bir gecede karşılaşıyorsunuz; ona ilk cümleniz ne olurdu?

    Kemal Aydoğan: Oyun üzerinden geliştirdiğin bu fanteziye şöyle bir itirazım var. Koltès monolog yapıyor, bir diyalog yapmıyor. Kişinin kendi kendine dünyayı algılamasına şahidiz. Bir muhatabı yok. Çünkü muhatap temelde yok, onun sıkıntısını anlatıyor oyun. Herkesin kendi iç konuşmasını dilediği mekanda dilediği yükseklikte dışarı çıkarılabilmesinin imkanını yaratmak yaşayabileceğimiz bir topluma gitmenin ilk adımı olabilir diye senin sorundan hareketle, ben de kendi fantezimi kurayım.

    Barış Yurtsever: “Anlat birader seni dinliyorum (kahveler de benden)”…

    “Yeter ki kalbim kara olmasın”

    Oyun sonrası kafamda dolanan Koltès’in cümlelerinin yamacında, Amin Maalouf, Nietzsche ve Marc Antonsich’in kitaplarıyla haşır neşir oldum. Maalouf, “Ölümcül Kimlikler” kitabında, “Bütün dönemlerde, meşru olarak “kimlik” denebilecek kadar her koşulda ötekilerden son derece üstün, tek bir ana aidiyet olduğunu düşünen insanlar olmuştur. Kimileri için ulus, kimileri içinse din ya da sınıf. Ama hiçbir aidiyetin mutlak surette baskın çıkmadığını anlamak için dünyada olup biten farklı çalışmalara bir göz gezdirmek yeter” derken, Nietzsche ise, “Eğitimci Olarak Schopenhauer”da, “Gerçek dediğimiz şeyin gerçekten gerçek mi olduğuna yoksa yalnızca bize mi öyle göründüğüne karar veremeyiz. Eğer sonuncu şık doğruysa, o zaman burada bulduğumuz gerçek bizim ölümümüzden sonra bir hiçtir ve bizimle mezara gelecek bir aidiyet kazanmak üzere sarf ettiğimiz tüm çabalar boşunadır” der. Fakat aidiyetin mekansal boyutuna dikkat çekenler arasında yer alan Antonsich’in şu cümlesi manidardır, “Aidiyet evinde hissetmek duygusuyla ilgilidir. Dolayısıyla, ait olmak demek, bir bireyin kendisini ‘evindeymiş’ gibi hissedebileceği bir yer bulması demektir.” Aidiyetlik mevzusuna dair sizin yorumunuz nedir?

    Barış Yurtsever: Temelde insan “insan olmak” kimliğinin dışında bir kimliğe sahip olamaz ve “ait” olduğumuz şey evrenin ta kendisi. Bana göre kimlik ve aidiyet kavramları yaşadığımız dünyanın bize dayatmaları. İşte bu dayatmalar sonucunda Nietzsche’nin söylediği gibi; gerçek denen şeyin gerçekten gerçek mi olduğuna yoksa bize mi öyle göründüğüne karar veremeyeceğimiz için, Maalouf’un söylemek istediği üstün tek bir aidiyet (ulus, din, sınıf vs.) aramak benimsemek çabasının boşunalığındayız. Ve bu “yaratılan gerçeklik” bizi tertemiz bir “hakikat”tan koparıyor. O yüzden uzanıp çimlere, ağaçların gölgesine burası da benim evim diyebilmek çok uzak kalıyor.

    Kemal Aydoğan: Hiçbir insanın yabancılık çekmeyeceği bir dünya nasıl kurulabilir. En olmadı tanışlığı “konukluk” üzerinden nasıl tesis edebiliriz. Yabancı olanın ilk anda düşman diye damgalanmasına nasıl son verilebilir? Bunlar dünyanın temel problemleri. Ben problemin kaynağında mülkün yattığını düşünüyorum. Biriktirmenin, saklamanın, depolamanın mülk fikrini yapılandırdığını insanı insana düşman ettiğini bu fikir üzerine savaşların, yerinden yurdundan etmelerin gerçekleştirildiğini düşünüyorum. Mülk varsa hırsızlar vardır, hırsızlar önce mülksüzlerden sonra da karşılıklı birbirlerinden nefret ediyorlar.

    “Koltès en uyanmışlarımızdan biri”

    “Tiyatro sahnesini geçici bir yer olarak görüyorum” diye yazar Koltès... “Bu gerçek yaşam değil, buradan kaçmak için ne yapmalı?” diye de sorar. “Sinema kuşağından olan bizler için, sahnenin üzerinde duran otomobil, tiyatronun tersinin sembolü olabilir: Hız, yer değiştirme, vs. Ve tiyatronun kozu da şu olur: Gerçek yaşama kavuşmak için sahneyi terk etmek. Gerçek yaşamın sahneden ayrılırken, oyuncuların kendilerini bir başka sahne üzerinde, bir başka tiyatroda bulup bulmadıklarını da bilmiyorum. Tiyatronun sürmesine yol açan şey, belki de bu temel sorundur.” Sizce?

    Kemal Aydoğan: Geçicilik yukarıda bahsettiğim mülklenmemek için çok iyi bir araç olabilir. Sınırlarımız hakkındaki bilgi, şu an illüzyonunda olduğumuz şeyin birazdan gerçek olması yaşamın böyle parçacıklardan oluşması mülkiyet fikrini parçalayabilir. İnsan kaç yıl yaşarsa yaşasın zaten geçicilik parantezinde yaşıyor. Öleceğini biliyor doğumla başlayan hayatın. Gerçek yaşama “yaşama modelleri” üretmesi, perspektifler kazandırması, oyun ile gerçeğin sınırlarını belirsizleştirmesi açısından da sahnedeki hayat deneyiminin herkesin işine yarayabilecek bir bakış açısı olabileceğini ben de düşünüyorum.

    Barış Yurtsever: “Gerçek yaşama kavuşmak için sahneyi terk etmek…” Koltès sahnede konuşulan şeyin gerçeğe ulaşmasının tek yolunun tiyatrodan çıkmak ve yaşamın içine nüfus etmek olduğunu düşünüyor. Sahneyi terk edişten kastının bu olduğunu düşünüyorum. Devrimi sahneden yapamazsınız. Devrim yapabilmek için sahneden çıkıp yaşama karışmanız ve oyunu orada oynamanız gerekir. Yani devrim olmalısınız. “… Oyuncuların kendilerini bir başka sahnede bulup bulmadıklarını bilmiyorum.” Koltès şunu söylüyor; bizler tiyatro sahnesini terk ettiğimizde yani yaşam oyununa katıldığımızda bu oyunun gerçeğinin neresine konuşlanıyoruz? Koltès’e göre sahneyi “gerçek kılacak” şey tiyatrodan çıkınca içine düştüğümüz o yaşam sahnesi bence.

    Mimar ve sanat tarihçisi Ali Artun, (e-skop sitesinde) “Kripto Sanat, Kripto Para” başlıklı köşe yazısında şöyle diyor: “11 Mart’ta dijital sanatçı Beeple’ın (Mike Winkelmann) bir eseri ünlü Christie’s müzayede evinde 69 milyon dolara satıldı ve karşılığı bitcoin gibi bir kripto para olan ether ile ödendi. Bu ‘para’, Jeff Koons ve David Hockney’den sonra yaşayan bir sanatçının işine ödenen en yüksek para. Peki, bu kadar paraya satıldı da ne oldu? Hiç… Sanat ile paranın neoliberal ekonomiyle birlikte başlayan özdeşleşme süreci, “NFT Devrimi”yle artık nihai aşamasına giriyor. Sanat tamamıyla spekülatif bir hadise haline geliyor, bu sefer de kripto para oligarklarının eline düşüyor. Amanda Yeo, NFT’leri “kapitalizmin vahşeti” olarak niteliyor: “Sadece sahip olma hırsıyla, sahip olunması gerekmeyen şeylere sahip olmakla ilgili yıkıcı bir arzunun çirkin sonucu… Kristalleşmiş, dijitalleşmiş, paraya dönüşmüş katıksız egolar…” Artun Hoca’nın yazısını baz alırsak, son dönemdeki erk’in sirayetinde tezahür eden “hırs” ve “gücün” hatta “güçsüzlüğün” getirdiği dönüşüm ve oluşumları nasıl değerlendiriyorsunuz?

    Kemal Aydoğan: Yine mülke geldik dayandık. 1950’lerde CIA’nın çağdaş sanatı desteklediğine dair bir kitap vardı. Adı ‘çağdaş’ olunca insanlara yeni ufuklar kazandıracak diye bir şey yok. Belki de sanatı toplumsal bağlarından koparmak için egemenin işleridir bunlar. Çünkü tek bir insanın bile kurdukları sömürü düzeninin kodlarını çözmesini, ona başkaldırmasını istemiyorlar. Kafaları güzel bulandırıyorlar. Kendi kapitalist hakikatlerini – kâr hırsı, mülk, rekabet vb.- toplumların üzerine boca ediyorlar. Sanatı da bir meta haline getirerek kapitalist kodlamalarının geçerliliğinin her yerde olduğuna toplumu ikna etmeye çalışıyorlar. Sürekli bir yönlendirme ve hakikati altüst etme faaliyeti içindeler. Uyanmak gereken çok fazla unsur var. Mesela, Koltès, en uyanmışlarımızdan biri beyaz batılı erkek dünyanın yönlendirmelerine.

    Bugünlerde nasıl geçiyor; hayat, sanat, tiyatro, yaşam mesaisi? Pandemide çevrimiçi tiyatrocuları ve seyircilerini nasıl gözlemliyorsunuz? Biraz iç sıkıntılarınızı ve varsa umut duraklarınızı öğrenmek isterim? Bir yıl önceki hissiyatınızdan şimdiye dönüşen halinizde ortaya çıkan tabloda öngörüleriniz nelerdir?

    Barış Yurtsever: Hayatı, pandemi öncesi ve sorası diye ikiye ayırmak elbette mümkün. Ancak biz tiyatro emekçileri, ülkede bu durumun bizim için yarattığı farkı anlayamayacak kadar yok sayılıyoruz. Devlet sanat faaliyeti üretenleri herhangi bir tüccar gibi değerlendirerek varlığımızı devam ettirmemizin önünü tıkıyor. Yüksek salon giderleri, vergiler, ekonomik kriz vs. var, ve tüm bunların içinde sanat üretimini destekleyici herhangi bir politika konuşulmuyor. Ve bunu konuşmaya çalışan sanat üreticileri yok sayılıyor. Bütün bunlar fiyatı yüksek tiyatro biletlerine sebep oluyor ve bu da halkın tiyatro ile buluşmasını imkansızlaştırıyor ki bu yüksek fiyatlı biletler de yalnızca kör topal ilerlemesine vesile oluyor tiyatroların. Alınan vergi, yapılan kesintiler, telif hakları ve tiyatro giderleri derken, tiyatro emekçilerinin eline ev kiralarını ödeyebilecek bir para dahi geçmiyor. Pandemiyle birlikte artık iyice ölüme terk edildik. Hem kurumlar hem de biz emekçiler. Konuşuyoruz dinleyen yok, bağırıyoruz duyan yok ve büyük bir belirsizlikle sönüp gitmemiz bekleniyor. Muhatabımız yok, kendi aramızda konuşmasak varlığımızı bile kanıtlayamayacak duruma getirildik, artık açıkça kendimizi değersiz ve işe yaramaz hissettirmeye çalıştıklarını düşünüyorum. Şu sıralar arzum tüm bunların geride kaldığı bir “hakikat”e uyanmak.

    Kemal Aydoğan: Sahneden naklen biraz nefes almamızı sağladı. Ancak devlet ya da yerel yönetimlerden 13 aylık dönemde ses çıkmadı, sınıfta kaldılar. Toplumu kendilerinin sanmak yanılgısı buralarda da geçerli... Önümüz bahar sonra yaz. Açık hava sahnelerinde hevesimizi gidermek imkanları bulacağımızı sanıyorum. Ancak gelir elde edebilir miyiz bunu bilmiyorum. Tiyatrolar bir yara aldı mı? Pandemi sonrası yaşamlarına devam edebilecekler mi? Seyirci tiyatro izlemeye devam edecek mi? Bunlar hakkında henüz bir veri yok elimizde.

    Sıradaki Haberadv-arrow
    Sıradaki Haberadv-arrow