“Shakespeare ve soytarısının ‘yeraltı adamı’na sızdığını düşünüyorum”
“Çuvallamayı göze alan, önce kendine bakan, itiraf edebilen, kendi olumsuzluklarını konuşabilen, tutarsızlıklarından korkmayan, statü beklentilerinden sıyrılmaya çalışan biri…” Yönetmen Kemal Aydoğan’ın günümüz “yeraltı adamı” tanımı bu. Dostoyevski’nin bu cismi olan ama adı olmayan ‘yeraltı adamı’nı bizimle tanış ettirdiği kitabı “Yeraltından Notlar” şimdi Moda Sahnesi yorumuyla karşımızda…
“İnsan yapıcıdır, yeni yollar açmayı sever; bu su götürmez bir gerçektir. Fakat neden acaba bir yandan da yıkmaya, her şeyi kaos haline getirmeye bayılır?” diye sorar 1821 ve 1881 yılları arasında bu dünyayı şereflendirmiş olan Rus yazar Fyodor M. Dostoyevski, Camus dahil olmak üzere birçok Batılı düşünürü varoluşçu anlamda etkilemiş bir klasik olarak kabul edilen kısa romanı “Yeraltından Notlar”da ve ekler: “İnsana en çok acı veren şey, söyledikleriyle söylemek istedikleri arasındaki uçurumdur…”
2022 yılı tarihi itibariyle “modern dünya” tanımlarının / kavramlarının içinde; bir fikirler yumağı mıdır insan, yoksa safi 206 kemikten, güdüden ve tohumundan düşen, ezbere duygulardan oluşan bir beden(in)e mahkûm organizma mı? Şair İsmet Özel’in “Amentü” şiirindeki “İnsan eşref-i mahlûkattır” mı, yoksa arada bir kendi kendimize fısıldadığımız “insanlık abartılıyor!” mu? Bu sorunun cevabı, her dönem dönüşen/değişen türden bir dilemma aslında ama görünen o ki pandemiden nasibimizi veyahut payımıza düşeni alamadığımız ortada ki ‘üçüncü dünya savaşı’ dedikleri bir mevzunun eleji ahvalindeki -sadece- sosyal medya izlekleri olarak; 350 bin yıllık insanyavrusu tarihine, bir kez daha ve belki yeniden Dostoyevski’nin fenerinde / yol arkadaşlığında bakmakta fayda var gibi…
Bugün röportajımızın öznesi girizgâhtan selamını verdiğimiz Dostoyevski’nin “Yeraltından Notlar”ını kendi meşrebinde ve şahsına münhasır kadrajında sahneye taşıyan Moda Sahnesi… Daha öncesinde devlet tiyatrolarında ve pek çok özel tiyatroda seyrine daldığımız hikâyeyi bu defa Türkçeye çeviren Hilal Eren, yöneten ise Kemal Aydoğan.
Detaylarıyla dikkat çeken sahne tasarımında Bengi Günay, başarılı ışık tasarımında İrfan Varlı’nın imzasının olduğu oyunun “yeraltı adamı” karakterine hayat vereni, Tiyatro Adam’da “Arturo Ui’nin Önlenebilir Tırmanışı” ve “Teftişör” oyunlarındaki başarılı oyunculuğundan dimağa aldığımız Gökhan Azlağ, Liza karakterini oynayansa Sinem Kurt. (İç ses: Sahnede Azlağ’ı gördüğümde, Aydoğan’ın adeta sesinden görüntüsüne, kendi gençliğini seyrettim sandım o derece oyuncu-yönetmen alaşımı olmuş. Tesadüfse çok iyi, ama ben yine de bu durumun Moda Sahnesi’nin inceden bir esprisi, mesajı olduğunu düşünüyorum!) Bu arada Moda Sahnesi, pandemi sürecinde (yazar Édouard Louis) “Babamı Kim Öldürdü” ve (yazar Bernard-Marie Koltès) “Ormanlardan Hemen Önceki Gece” adlı oyunlarından sonra “Yeraltından Notlar”la sanki üçlü halkayı tamam etti bence. Halka neydi diyenlere tez vakitte, üç günlük dünya faniliğinde, bu üç oyunu seyretmesini salık veririm!
Seyredip, üstüne malzemesi ‘kendimiz’den yola çıkarak ‘eşref-i mahluk’u yeniden masaya yatırabiliriz gibi! En azından fikri bazda yola koyulabiliriz. Ama öncesinde gelin, “Çevremizi suçlamaktan, onların bir şey yapmadığını söylemekten vazgeçelim. Bunun için önce kendimizi suçlayalım…” diyen ve her daim sorularımı sabırla yanıtlayan yönetmen, (üstadım) Kemal Aydoğan ve oyuncu Gökhan Azlağ ile gerçekleştirdiğimiz röportaja bir göz atın!
“İnsanın krizi sanatı teslim almış”
İzninizle sondan başlayalım isterim. Sözü öncelikle filozof T. W. Adorno’ya, oradan da son günlerde sizi sanattan başka mevzuların içine sürükleyen ve aslında yoran, misal pandemi sonrası vergiler, elektrik faturaları gibi “tiyatro yapmanın” bu şartlarda gittikçe zorlaştığının fotoğrafı olan yaşadıklarınıza bırakacağım. “Artık sanatla ilgili hiçbir şeyin aşikâr olmadığı ortada – ne içsel hayatı, ne dünyayla ilişkisi, hatta ne de var olma hakkı. Bugün düşünce, sınırsız bir yeni olanaklar alanıyla karşı karşıya ama bu alan, kendiliğinden ya da sorunsuz bir şekilde yapılabilecek olan şeyleri yapma imkânının yitirilmiş olması karşısında bir telafi sunmuyor. Genişleme, birçok açıdan, daralma olarak kendini göstermekte…” Üstadın bu tanımının yamacında, tam da bugün yaşamak zorunda kaldığınız / bırakıldığınız durumlarla ilgili ne söylemek istersiniz?
Kemal Aydoğan: Sanatın temel uğraş alanı insanlık “krizi”dir dersek çok büyük bir hata yapmış olmayız. Oysa şimdi insanın krizi, sanatı teslim almış, onu yapılamaz hale getirmiştir. İnsanların sanatla ilgilenecek, onunla yeniden dünyayı anlayacak ilişkisi şu an krizde. İnsanlar sanat yerine eğlenmeyi tercih ediyor. Çünkü canlarını sıkmak istemiyorlar. Sanat insanın canını sıkmak için vardır bence. Olmadığı şeyleri göstermek için. “Yalancısın”, “ikiyüzlüsün”, “çabasızsın”, “konfordan yanasın”, “ayrımcısın”, “nefret yüklüsün”, “eşitsizliğe ses çıkarmıyorsun” der, sanat insanın suratının ortasına. Sanatın bu “uyandırıcı” ve “şok edici” özelliği kamusal, toplumsal özelliğidir. Bu durum değişime uğratıldı. Paranın ele geçirdiği “serbest sanat”, “satılabilen sanat” bu değişimin baş mimarıdır. Piyasada dolaşan bir mala dönüştürülmüştür sanat. Alınıp satılmıyorsa varlık gösterme imkânı yoktur sanatın artık. Sanat düşüncesi, insanın duygusal, akli tarafı ile girdiği münasebeti yitirdi. Sansürlemeye gerek yok artık sanatı. Para peşine koşmuyorsa ya da az koşuyorsa zaten o sanatın ortamda alıcı bulması imkânsız gibi bir şey oldu. Dolayısıyla darbeler de parayla (siz ekonomi deyin isterseniz) vuruluyor artık. Faturanı ödeyemiyorsan bu işi yapma, diye yazmıştı twiter’da biri benim twit’imin altına. Haklı olabilir. Daha doğrusu onun haklı olduğuna inanan epey bir insan var artık. Daha kaba olan devlet sansürü bu rafine yok edişin yanında hâlâ naif duruyor.
*Son günlerde işçilerin sözlerini söyleyip haklarını birlik olup aldığı muştulu haberleriyle tebessüme düşüyoruz; bu oluşum veya hareket bize çok şey söylüyor gibi. Bu bağlamda, tiyatro gibi kadim bir sanatın, bugün neden hâlâ Türkiye’de bir meram söylemede birlikteliği olamıyor? Bunu pek çok vakit dile getiriyorsunuz biliyorum ama tam da bugün yaşadığınız absürt mevzularda bile yalnız kaldığınızı görüyorum; ki size yansımasının tezahürünü de zaman gösterecek ihtimal ama mesela, bunun bendeki seyirci olarak hissi ‘acı’!
Kemal Aydoğan: Bunun temel nedeni Türkiye toplumunun örgütlülük deneyiminin eksikliği denebilir. Özellikle de sanat alanındaki. Kara düzen bir sistem var. Ayrıntılandırılmamış. Son 30 yılda gelişen özel tiyatro alanında hiçbir tasnif yapılmamış. Bunu yapmak isteyen bir kurum çıkmamış, buna ihtiyaç duyulmamış. Şu an sayısının 500-600 civarı olduğu tahmin edilen özel tiyatroların. Ama bunlar kim, adresleri neresi, nasıl bir repertuara sahipler, kaç yıldır varlar, kaç çalışanı var, seyirci sayısı ne vb. gibi bir tiyatronun kim olduğunu ortaya koyacak bilgiye sahip olan hiçbir kurum yok. Bu tasnif olmayınca neyin etrafında örgütlenilecek? Sansürse bu sadece tiyatrocuların değil, seyircilerin de sorunu. Ekonomi de öyle. Benzer yapıdaki tiyatrolar bir arada olmalı ki ortak bir dert etrafında birleşilebilsin. Bazı tiyatrolar neden elektrik faturasını dert etti de tüm tiyatrolar etmedi. Çünkü bazı tiyatroların salonu yok. Salonu olmayan da ilk aşamada bu derdi hissetmedi. Onun için de sesi çıkmadı. Ne zaman ki elektrik tutarları, salon kiralarına yansıtılır, onların derdi o zaman başlar. Bu örnek neyi gösteriyor? Bazı tiyatrolar problemin ne olduğunu biliyor, bazıları ise henüz idrak etmiş değil.
“İlk söz alacağımız odak kendimiziz”
· Gelelim, “Ben hasta bir adamım…” diye başlayan, “Aklı başında bir insanın anlatmaktan en çok haz alacağı şey ne biliyor musunuz?” sorusunun cevabını da, “Kendisi” diye veren ve işin özünde de “İyi biri olmama izin vermiyorlar,” diyen Dostoyevski’nin “Yeraltından Notlar”ına… Bugün, bu hikâyenin sizdeki karşılığı nedir?
Kemal Aydoğan: “Yeraltı adamı” gibi kendimize dönelim. Yapamadıklarımızı, olamadıklarımızı konuşalım. Çevremizi suçlamaktan, onların bir şey yapmadığını söylemekten vazgeçelim. Bunun için önce kendimizi suçlayalım. Çünkü akıllı olmak ve duyarlı olmak bunu gerektirir. İlk işimiz kendi yapamadıklarımızı, korkaklıklarımızı, çapsızlıklarımızı, tutarsızlıklarımızı gündeme getirmek, bunun üzerine konuşmak olmalı. Günümüzde farkındalığı kendimize dönük bir faaliyet olarak anlamamaya yatkınız. Oysa ilk söz alacağımız odak kendimiziz.
· Aslında “Yeraltından Notlar”, 1864’te kendisinden bir yıl önce Nikolay Gavriloviç Çernişevski tarafından yazılmış “What Is To Be Done?” (Nasıl Yapmalı?) adlı, temelinde dönemin popüler fikri “ütopik sosyalizm” olan bir romana cevaben yazılmış. Peki, sizin bu hikâyeyi tiyatroya uyarlarken önceliğiniz nelerdi?
Kemal Aydoğan: Çernişevski’yle konuşmasını konuyu bilmeyenlere anlatmak çok mümkün değil. Dolayısı ile bu tartışmayı biliyoruz ama anlatamıyoruz noktasında olduğumuzu fark edip, o bağlamdan hızlıca uzaklaştık. İnsanı karmaşık varlık oluşuna odaklandık. İrrasyonel tarafının varlığını çok net ortaya koyuşuna yaklaşmaya çalıştık. Ütopyanın kendi kaosumuza bakabilme onu tanıyabilmede yattığına dair düşünceyi sahneye taşımaya çalıştık.
· Moda Sahnesi’nin yorumuyla bu hikâyeye ne oldu dersek, ortaya nasıl bir kadraj çıkar?
Kemal Aydoğan: Gerçek tarafı baskın bir sahnelemedense soyutlama içeren bir sahnelemeye doğru yönlendik. Sahne tasarımını bu soyutlama belirledi. Soyutlamanın ana temasını ise kaos olarak belirledik. Ama kaostan kastımız, kaosu oluşturan her bir hattın belirgin olması ama bunların toplamında birbirini kestiği, çaprazladığı vs. kaosu oluşturduğu düşüncesine doğru ilerledik. Yeraltı adamının kaos üretme kapasitesinin “soytarı olmasında” yattığını keşfettik.
Metinde buna dair izler de bulduk fikrimizi destekleyen. Soytarı yeraltı adamının birbirine zıt iki yönde hareket eden açık davranışı için iyi bir imkân oldu. Hem sadist hem mazoşist hem özgecil hem bencil olabildi, bu ögelerin ürettiği kaos belirginleşti.
“Can sıkıcı ama büyülü”
· “Yeraltından Notlar”ı ilk okuduğum günden bu yana benim de fonuma düşen özne ‘kaos’tu; hoş, yeni dünya düzeninde ne yazık ki tam da anlaşılamamış bir mevzudur kaos. Sanıyorum, Newton’la başlamak lazım ki oradan da sözü “İki Cisim Problemi”ne ve ilk defa kaos kelimesini tarihe geçiren Henri Poincare’a bakmak gerekiyor. Sonrası determinizm ve kelebek etkisi… ODTÜ Gelişim Vakfı Yayınları’ndan çıkan Prof. Dr. Güngör Gündüz ve Mehmet Gündüz’ün “Kargaşa Kaos ve Şekil Oluşumları” kitabındaki şu cümleleri manidar bulurum: “Kaos deyince akla hep karışıklık gelir. Oysa kaos ayrıntıların oluşturduğu olağanüstü bir düzeninin adıdır. Diğer bir deyişle fıkır fıkır kaynayan hareketli ve değişen sistemlerin düzenidir kaos.” Buradan hareketle, ilk kısmı ‘yeraltı’, ikinci kısmı ise ‘notlar’dan oluşan “Yeraltından Notlar”ı çatımız yaparsak sizin ‘kaos’a dair düşünceniz nedir?
Kemal Aydoğan: Kaosun imkânı sınırların kalkmasını sağlamasında yatıyor. Sabit, genel geçer, vasat yani konfor, uzlaşım gibi insanı atalete sürükleyen, insanı yaşarken ölüye çeviren ögelerin yaşam lehine yeniden kazanılması için kaos, irrasyonelite lazım. 2x2’nin 5 etmesine ihtiyacı var canlı yaşamın. Kaos burada sınır ihlalleri sağlama kapasitesiyle dönüşümün de itici gücü olma işlevi yükleniyor.
· Günümüzün “yeraltı insanı” kimdir sizce; ya da toplayınca ortaya çıkan özellikleri nelerdir?
Kemal Aydoğan: Çuvallamayı göze alan, önce kendine bakan, itiraf edebilen, kendi olumsuzluklarını konuşabilen, tutarsızlıklarından korkmayan, statü beklentilerinden sıyrılmaya çalışan biri. İstikrarsızlığa doğru kendini ve duygularını sürükleyerek yeni bir yaşamın, canlı yaşamın ihtiyacını oluşturma çabasındaki biri.
Gökhan Azlağ: Muhtemelen twitter’da birçok sahte hesabı olan, bu hesaplardan birbiriyle çelişen şeyler paylaşan biri olurdu. Belki de iflah olmaz bir hacker.
· Şu meşhur soruya da gelirsek ama amacım sorudan çok sizdeki karşılığını öğrenmek. George Steiner “Tolstoy mu Dostoyevski mi” adlı kitabında, “Tolstoy ile Dostoyevski arasında seçim yapmak, varoluşçuların angajman diye adlandırdığı durumun habercisidir” derken; Edward Hallett Carr’in “Dostoyevski” adlı kitabında söylediği şudur, “Dostoyevski’de doğa hiç yoktur, toplumsal olaylar ise yalnızca dekordur. Yeraltından Notlar’da bile önemli olan hapishane şartları değil, insanların ruhlarıdır.” Katılır mısınız? Ayrıca Dostoyevski sizin hayatınızda neye tekabül ediyor?
Kemal Aydoğan: Dostoyevski’de karşılaştığımız insanı yakından tanıdığımız muhakkak. Kitapta, yeraltı adamı şöyle bir olaydan bahseder. Okulda teneffüstelerdir. Baş düşmanı -yani en çok hayranlık duyduğu insan- Zverkov çevresine topladığı insanlara, ona kalan köydeki bütün kızlarla yatacağını, bunun ilk gece hakkı olduğunu, itiraz edenleri de ağır bir vergiyle cezalandıracağını anlatır. Yeraltı adamı, buna çok öfkelenir ve Zverkov’a saldırır. Bu saldırmanın gerekçesini de kızlara ya da onların babalarına acıdığı için değil, çevresindekilerin Zverkov’u dikkatle dinledikleri için yaptığını söyler. Mesela, biz yapsak bu saldırıyı ve sonra gerekçesini açıklamamız istense, olayı çarpıtma pahasına kızlar ve babalarının intikamını almak için yaptığımızı söylemeye çalışırız diye sanıyorum. Oysa Dostoyevski insana ait daha kök bir durumu kavramıştır. İnsanın sosyalliğinin kapatamayacağı alanları gün yüzüne çıkarır. İnsanın bu çapaklı hali Dostoyevski’nin alanına girer.
Gökhan Azlağ: Dostoyevski’yi ilk okuduğumda lise bir ya da ikideydim. “Suç ve Ceza”yı okumuştum. O zamanlar, bu kadar büyük bir yapıt olduğunu anlamamıştım. Daha çok bir cinayet romanı gözüyle okumuştum. Yıllar sonra bir daha okuduğumda anladım değerini. Aksiyonun fizikselden öte ruhsal ve psikolojik olması, insanın kendini sorgulama sürecinin bu kadar iyi anlatılması beni çok etkiledi. “Yeraltından Notlar” da böyle bir eser. Can sıkıcı ama büyülü… İnsanın yüzyıllardır kendine sakladığı sırları, dürtüleri ve olumsuzlukları suratımıza çarpıyor. Canımızı yakıp rahatsız etse de öbür yanağımızı dönüyoruz.
“İki kere ikinin beş etme ihtimali olmalı”
· Oyun sonrası us’umda dolanan yeraltı adamının şu monoloğuydu: ‘İki kere iki dördün üstünlüğünü kabul ediyorum elbette; fakat her şeyi hoş görmeye karar verdikten sonra, iki kere ikinin beş etmesinden bile hoşlanmak mümkündür.” Metinden hareketle, iki kere ikinin beş etme ihtimalini düşünmenin bile yaydığı enerji güzel; hoş, eskiden tüm mümkünlerin kıyısında, şimdilerde ise tüm o mümkünlerin ortasındayız gibi! Ne dersiniz?
Kemal Aydoğan: 2x2=5 sonucuna inanmıyorsak sanat ile iştigal etmemiz de dönüşmemiz de çok mümkün değil galiba. 2x2 sadece bir düzlemde 4 eder. İleride başka sonuçlar ettiğini biz göremesek de bizden sonraki kuşaklar görecekler, bilecekler. Başka dünyaların mümkün olması 2x2=4 sonucundan kurtulmakla mümkün olacak. Ya da en azından sonuçlardan sadece biri olduğunu bildiğimizde...
Gökhan Azlağ: Düzen belirli bir konfor sağlıyor insanlar için. Her şey yerli yerindedir, risk yoktur, insanı şaşırtmaz ve yormaz. Rahatsındır bu düzenin içinde. Ama her şey tekdüzeleşir, yanlışlarını görmemeye başlarsın, sorunları göz ardı edersin. İşte bazen bu konfor alanının dışına çıkmak gerektiğini düşünüyorum ben de. Evet, çoğu zaman ürkütücü ve zor bir şey ama gene de denemek lazım. Bazen iki kere ikinin beş etme ihtimali olmalı.
· Röportaja hazırlanıyorken -ve aslında bu aralar yeniden pek takıldığım bir mevzu zeitgeist (zamanın ruhu)- karşıma çıkan ve bence, bugüne / oyuna da selam çakan Georgi Gospodinov’un (Metis Yayınları) “Zamanın Sığınağı” adlı kitabındaki şu cümleleriydi: “Bizler geçmiş fabrikalarıyız. Canlı geçmiş makineleri, başka neyiz ki? Zaman yiyoruz ve geçmiş üretiyoruz. Ölüm bile çözüm değil. İnsanın kendisi gider ama geçmişi kalır. Sonra tüm bu şahsi geçmiş nereye gider?” Katılır mısınız?
Kemal Aydoğan: Ben bir başka boyutuna değinmek isterim. Geçmiş üretmek demek hali hazırdaki yaşantıyı merkezine alarak düşünmek gibi geldi. Bu zaten olan bir durum... Sanki tek bir geçmiş varmış gibi de algılatıyor. Geçmiş oluştuktan sonra tamamlanan bir süreçmiş gibi, öyle adlandırıyor sanki. Oysa tek bir tane geçmiş yok diyebilirim. Biz değiştikçe geçmiş de değişiyor ve yeniden anlam kazanıyor. Yani geçmişe sabit bir unsur gibi bakamayız. Orada da 2x2=5 prensibi geçerli. Bu durumu yeni perspektifler edinme sürecine borçluyuz galiba. Şöyle örnekleyeyim, milliyetçilerin, faşistlerin egemenliğinde tarih başka yazılıyor, komünistlerin, anarşistlerin elinde başka. İnsan da sürekli değişebilme potansiyeline sahip bir yaratık… İsterse değişebilir! Her değişim evresinde yeni gözler edinip, geçmişi yeniden anlamlandırabilir. Olay bir tane gibi duruyor olsa da, bizim onunla bu ilişkimiz yeni anlamlandırmalara varabilir. Geçmişin yeniden anlam kazanması böyle mümkün oluyor sanırsam.
· Tesadüf bu ya, hikayedeki “yeraltı insanı” ile aynı masada kelama düştünüz; ve ona bir cümle söyleseniz bu ne olurdu? Bir de oyun boyunca fonunuzda ne vardı, aklınızı karıncalandıranlar nelerdi?
Kemal Aydoğan: Yeraltı adamı, beni, bizi çokça (İngiliz şair, oyun yazarı) William Shakespeare’in eserlerine yolculadı. Fonda hep Shakespeare vardı. Shakespeare ve soytarısının yeraltı adamına sızdığını düşünüyorum. (Filozof Mihail) Bahtin de benzer şeyler imalar ediyor. Ona ne derdim? Sevgili Yeraltı İnsanı, Ahmed Paşa der ki: Mahşer gününe terâne sığmaz.
· Bugünlerde çoğunlukla iç sesimin yankısı Arthur C. Clarke’ın “Çocukluğun Sonu” kitabından şu cümleler: “Nihayet ütopyaya kavuşmuşlardı; fakat tüm ütopyaların baş düşmanı olan can sıkıntısının pençesine düşmemişlerdi henüz.” Distopyalar, ütopyalar, metaverse’ler ve simülasyon mevzularını da başucumuza iliştirirsek ki Dostoyevksi’nin sevdiği şair, filozof Schiller’in de dillendirdiği üzere, “Dünya tarihi, dünyanın yargılama salonudur”… Bu kelamların fenerinde sizin bakışınız ne olurdu; ki bugün topluma ve bireylere baktığımızda, kendimizle kurduğumuz ilişkinin haritasındaki katmanları görüyor muyuz şüpheliyim ama!
Kemal Aydoğan: Dünyanın kendini tükettiği aşikâr. Dünyayı bitiren her şeyi insan çok severek yapıyor. Uçaklara biniyor, et yiyor, metaverse’ler icat ediyor, her gün yeni bir savaş çıkarıyor, virüsten, hastalıktan kırılıyor dünya. Bu özellikle kapitalist, yani beyaz batılı erkek kültürünün dünyayı tüketmesi demek... İnsan denen canlı kendi soyunun sonunu getirmek üzere. Tabii ki bu arada başka canlıların da… Kendini unutmuş, kendine doğaya yabancılaşmış bu canlı türünün birtakım kavramlara tapındı şimdiye kadar: İlerleme, gelişme, büyüme vs. Bireylere bu kavramlar yutturulmuş, onlar da bunları kaynağını artık bilmeden savunuyorlar. Yani dünyanın iflasını savunuyorlar. Bir yoksulun, dünyanın gelişimini savunması demek onu yoksullaştıran mekanizmayı savunuyor olması demek. Bu kültürden bir kopuş gerekiyor. Ursula Le Guin’in Anarres’i gibi bir yer bulup yaşayabilir miyiz bilmiyorum. Dünya da en başta Urras olmadan önce Anarres değil miydi? Kafamızın içinde bir değişikliğe ihtiyaç var. Egemenlerin doğurduğu sonuçlara inanmayarak başlayabilir bu değişim. O da 2x2=5 eder demek ile başlıyor.
· Son olarak bugünlerde sizi yataktan uyandıran, ‘iyi geliyor’ dediğiniz neler var, bizler de nasiplenelim isterim?
Kemal Aydoğan: Çocuklar… Çocuklarda buluyorum bu etkiyi. İlhan Sami Çomak’ın yazdıklarını okuyorum bu ara.
Gökhan Azlağ: Bu aralar tek motivasyonum sevdiklerimle geçireceğim vakit ve mesleğime olan heyecanım.
SON DAKİKA
EN ÇOK OKUNANLAR
Guns N' Roses İstanbul Konseri Tarihi ve Bilet Fiyatları: Guns N' Roses İstanbul Konseri Ne Zaman, Biletler Satışa Çıktı mı?
Anita Taylor'ın 'Moonraker' sergisi VISION ART PLATFORM'da!
Osmanlı Padişahları sırası, Osmanlı'da tahtta kalma süreleri! Sırasıyla tahta çıkan padişahlar... Mehmet, Kanuni, duraklama, gerileme dönemi Osmanlı padişahları kimler?
Kuruluş Osmanlı'da beylikler dönemi! Osmanlı'da hangi beylikler var? Osmanlı dönemi Anadolu beylikleri hangileri?
Taş Tepeler’in uzaylıları