“Bu çağda Nâzım böyle olurdu”
“Nâzım’ı yeniden yorumlamak, ruhunu taşımak, o ruhuyla kitlelere bir şey söylemek ve büyük şairi hatırlatmak amacıyla bu oyunu yapmaya karar verdim. İhtiyaç hissettim” diyen Entropi Sahne’nin kurucusu Yurdaer Okur ile ilk defa tek kişilik oynadığı “Ran” kapsamında bir araya geldik…
“Dünya değişti ve oyuncunun, tiyatronun gelişimi uğruna verdiği mücadelesini sürekli ifade etmek suretiyle, olaylara verimli bir eleştiri getirmesi gerekiyor; tiyatro, bizim bugüne kadar düşündüğümüzden başka bir şey ve başka bir yöne evrilmek zorunda. Belki de tiyatroyu, oyuncunun sanatı aracılığıyla yeniden düşünmemiz lazım. Birçok şeyin yeniden tanımlandığı 21. yüzyılda tiyatronun izinden gideceği yol budur. Dionysos ortada yok, sürgünde; çatışmacı insan fikri kayıp; ölçüye, ahenge ve İthaka’ya çıkan yol ufukta görünmüyor. O yol bulunacak mı? Tiyatro son sözünü daha söylemedi; söylemeyecek de. Dionysos geri dönecek mi?” Theodoros Terzopoulos, “Dionysos’un Dönüşü” adlı kitabında böyle diyor. Tanımlar manidar… Tiyatro mesaisine gönül verenlerdenseniz, kitaba bilahare bakarsınız. Girişi Terzopoulos’tan verme nedenimiz ise; mevzumuzun öznesi Entropi Sahne’nin kurucusu Yurdaer Okur ile yaptığımız söyleşinin ilk kelamı olması…
İlk, 2000’de İstanbul Devlet Tiyatroları’nda, yazar Martin McDonagh’ın yazdığı “Leenane’nin Güzellik Kraliçesi”ndeki oyunculuğuyla dimağıma kazınan ve -yıllar sonra- Mart ayında yine eski ekiple oyunu sahneleyecek olmalarına ise ayrıca dejavu niyetine çok mesut olduğum Yurdaer Okur’un; Nâzım Hikmet şiir ve mektuplarından sahneye uyarladığı tek kişilik performansı “Ran” tam anlamıyla gözlere fer, algılara paklama getiren türden… “Ran”ın röportaj fotoğrafları Eren Yiğit, tasarımı ise Galip Aksular imzası taşıyor.
Entropi’de; “Boş Şehir”, “Edebi Barış” oynamaya devam ederken, stüdyo projelerinden olan; konsept, metinde İrem Aydın, performansta Arda Uğurlu, Slagana Vujosevik ve Alara Lokum’un yer aldığı “Yerden Yukarı Bulutların Altında” ve Dilşad Budak Sarıoğlu’nun yazdığı ve Ilgıt Uçum’la sahnelediği, okuma performansı “TürkLand” Mart’ta, Almanya Kiel’de turne gerçekleştiriyor. Entropi’nin yeni sezon izlenceliği ise; İspanyol yazar Josep Maria Miro’nun yazdığı, İrem Aydın’ın çevirdiği ve Okur’un rejisini yaptığı “Arşimet Prensibi”… Ezcümle; Entropi’de neler oluyor dedik ve Yurdaer Okur’u kulisinde ziyaret ettik. Ve tiyatrodan hayata ve Nazım’a tadında bir söyleşi gerçekleştirdik…
“Modern tiyatronun Doğu’dan beslendiğini düşünüyorum”
* Theodoros Terzopoulos’un; “Yaşadığımız dönemde evrensel olarak politik, sosyal ve kültürel görünüm dönüşüme uğramış bulunuyor. Türdeşleşen tiyatro, 20. yüzyılın büyük ekollerinin etkisinden ve kendisine özgü özelliklerinden mahrum bırakıldı. Tiyatronun giderek artan oranda ticarileşmesi fikri ile birlikte farklı ekollerin bireyselliği ve oyun yazarlarının ayırt edilebilirliği ortadan kalktı. Artık tiyatronun sabit bir referans noktası, kökleri ya da ulusal kimliği yoktur…” diye başladığı bir söyleşisi var. Kökler ve ulusal kimlikten yola çıkarsak siz ne söylemek istersiniz?
- Tiyatro; insanı ve toplumu irdelediği için evrenseldir, fakat üretildiği zaman-mekanı da dikkate alırsak mutlaka yerel unsurlar da vardır. Herkes yaşadığı şehre ve ülkeye benzer. Sonuçta, bu dünyanın bir parçasıyız, benzer sorunlar yaşıyor veyahut benzer durumların geçiyoruz. Ben, aslında modern ve çağdaş tiyatronun daha çok ‘Doğu’dan beslendiğini düşünüyorum. Tarihe baktığımızda ki özellikle bizim Doğu kültürlerinde, yazılı edebiyat değil de anlatı geleneğinin olduğunu görürüz. Büyüklerimizden, ninelerimizden hep masallar dinledik. O anlamda da bizlerin tahayyülü ve hayal gücü çok daha yoğun. Bir de baskı gören toplumlardaki yaratıcılık var; bir mevzuyu direkt söyleyememekten ya da korkudan kaynaklı, anlatıma humor ya da eleştirel bir bakış açısı katarak söyleme hali...
* Sizce, günümüzde üretilen sanat dallarında, bu humor ve eleştirel hemhal kullanılıyor mu?
- Bireysel korkularımız var; insan olmak ve varoluşla ilgili sorunlarımız. İnsan dönüşüyor ve bununla birlikte kaygıları da değişiyor ama bir şekilde hep var. Sonuçta, dünya o kadar büyük ki herkese yetecek kadar… Fakat belli bir çarkın içine sokuluyoruz ve o çarkın içindeki bir takım sorunlarla karşı karşıya kalıyoruz. Buna bizi mecbur bırakıyorlar; sistemin ve bu çarkın bir dişlisi olma yönünde birçok insan böylesi zorluklar yaşıyor. Halbuki özgür bireylere ihtiyacımız var.
* Peki, günümüzde mesela tiyatro, takipçilerini bu ‘özgür’ olma rotasına götürebiliyor mu?
- Son 10 yıldır, dünyadan da etkilenerek Türkiye tiyatrosu bir sıçrama yaşadı. Özellikle, büyük prodüksiyonların ve kurumsal tiyatroların sahnelediği oyunları, artık alternatif alanlarda daha yaratıcı ve butik yaratımlarla yapıldığını görüyoruz. Tiyatronun umutlu gençleri var. Belki de 10 yıl sonra Türkiye tiyatrosuna yön verecek çalışmalar yapıyorlar. Cesaret isteyen işler yapan, güzel gruplar var, çoğalıyor da. Tiyatro bir ihtiyaç ve benim içinse bir tedavi yöntemi. Teknoloji ve internetin sunduğu tüketim hızı ve bilgi karmaşasını düşünürsek, toplum olarak geleceğe kaygılı ve gittikçe daha da depresif bir hale gelmeye başladık. Zaten travmatiktik. Hiç değilse yaptığımız, ürettiğimiz işlerle seyirci ile buluştuğumuz anda, bir rahatlama yaşayalım. Bu hissi oynarken, Nâzım’da çok hissediyorum ve seyircinin tepkisinden de görüyorum.
“İyi tiyatro insanı değiştiren tiyatrodur”
* Seyirciler olarak herhangi bir mevzu -ki buna sanat da dahil- karşısında; çabuk heyecana gelip, o telaşla da ayakta alkışlar, iki sosyal medya mesajı ve bir fotoğraf paylaşımıyla o duyarlılığın ve gazın kaçtığını düşünüyorum. Yani aslında başladığı noktada biten bir hal gibi…
- İyi tiyatro, insanı değiştiren tiyatrodur. Çünkü tiyatro; oyuna ‘gelen seyirci’ ile oyundan ‘çıkan seyirci’ arasında biraz fark yaratmak zorunda. Her oyunun yarattığını düşünmüyorum ama bazı oyunlar seyirciyi dönüştürebilir. Sanat bunu yapmak zorunda, yoksa diğer türlüsü güzel vakit geçirme, eğlence olur ki bunlar da olsun ama farkındalık önemli! Gece yastığa başını koyduğunda aklına gelmeli, dönüşüme pay vermeli…
* “Ran”a gelmeden önce Nâzım Hikmet ve şiirle hemhaliniz nasıl başladı?
- Mehmet Ulusoy’un hayatımda çok önemli bir yeri var ve belki de tiyatro algımı tümden etkilemiş, değiştirmiştir. Ulusoy’la ve dolayısıyla yeniden Nâzım’la bizi buluşturan ve uzun süre çalışmamızı sağlayan tekst de Nâzım’ın “Benerci Kendini Niçin Öldürdü?”… Nâzım bir deha ve bence Ulusoy da bir deha. Şiire gelince; tiyatroya başlamadan önce de şiirin benim hayatımda çok büyük yeri vardı. Oyunculuğa ve bu mesleğe şiirle başladım ve hiç kopmadım. Her şair, farklı etki oluyor bende. Ama Nâzım’da hiç değişmeyen etkiler var. Nâzım büyük üstad, belki gelmiş geçmiş en büyük üç şairden biri. Şiirlerini yeniden okuduğumda çok etkilendim; dünü, bugünü, yarını ve en önemlisi şu ‘an’ı anlatıyor. Sahici ve etkili. Çalışma boyunca da onu gerçekten anlamaya çalıştım.
*Nâzım’ı bu dönem oynamanızın özel bir nedeni var mı?
- Dünyada büyük dramlar yaşanıyor. Birçok insan ‘umut’ veya ‘yaşamak’ için ülkelerinden kaçıyor. Savaşa ve ölüme karşı durmamız gerekiyor. Nâzım okumak, yaşadığım gerçeklerle beni yeniden yüz yüze getiriyor. Nâzım’ın 1940-50’lerdeki şiirlerini okuduğumuzda, hiç bir şeyin değişmediğini görüyoruz. Hatta sorunlar daha da artmış. Nâzım’ı yeniden yorumlamak, ruhunu taşımak, o ruhuyla kitlelere bir şey söylemek ve büyük şairi hatırlatmak amacıyla böyle bir oyun yapmaya karar verdim. İhtiyaç hissettim. Niyetim zaten vardı ama benim çok zor bir dönemimde karşıma çıktı “Ran”… Ben tüm oyunlara içgüdü ile yaklaşıyorum; bu metni oynamalıyım, hissettiğimi başkalarıyla da paylaşmalıyım diyorum. Bu oyun da onlardan biri oldu.
“Nâzım’ın özüne inmeye çalıştım”
*Bundan sonra devamı gelecek mi bu performansların?
- Ahmed Arif, Edip Cansever ve Neyzen Tevfik’i de düşünüyorum. Bu ustaları hatırlamaya ihtiyacımız var. Evrensel eserler… Ne zaman sıkışsak onlarla buluşmalıyız, kendimize gelmemizi sağlayacak. Fakat bu çalışmalar sonucunda da sadece tek kişilik oyunlar ve şiirlerle de anılmak istemiyorum.
*20’li yaşlarında tanış olduğunuz Nâzım ile bugün 40’lı yaşlara geldiğinizdeki hissiyat nasıl?
- Yaklaşık 20 yıldır bu işin içindeyim. İnsan yaşla, tecrübeyle demleniyor ve daha derini görmeye başlıyor. Gençken daha heyecanlı, ilk aklına geleni yapan ve daha cesaretli oluyorsunuz. Zaman geçtikçe perspektif iyice genişliyor ve olaylara bakış açınız derinleşiyor. Daha altta yatan nedenlere bakmaya başlıyorsunuz. Kısaca ‘öz’e inmeye çalıyorsunuz. Ben de Nâzım’ın özüne inmeye çalıştım; salt bir insan olarak, şu an böyle bir ortamda yaşasaydı, nasıl bir kişi olurdu, neler hissederdi diye düşünerek.
*O yüzden mi sahnede agresif, yer yer meczup bir Nâzım görüyoruz? Benim algımda Nâzım heyecanlıdır, umuttur, nidası gürdür ama alttan da bir naifliği vardır, tıpkı sözlerindeki sadeliği gibi…
- Yaşadığımız ‘bu çağda Nâzım böyle olurdu’ diyerek yorumladım. Çünkü sıkışmış ve kendini ifade etmeye çalışan bir insan Nâzım … Karamsar bir tablo çizip, umutla bitirmek istedim. Umut olmasa onu yazmaya iten ‘id’ de olmaz. O içgüdü insanı ayakta tutuyor. Dünyayı iyilik ve erdem kurtaracak. Bu zamana kadar böyle oldu, bundan sonrada öyle olacağını umut etmeliyiz. Sadece istemek ve beklemekle olmuyor. Çaba da sarf etmeliyiz. Bazen sanat tokat atmak zorundadır. Bu oyun da nedense bunu istiyor. Bu oyunda gerçekten insanları silkelemek istiyorum; dünya nereye gidiyor, görün ve bir şey yapın, ihtiyacımız var.
“Başkalarının beğenisini beğeniyoruz”
*Seyircilerin tepkileri nasıl? İlk defa tek kişilik bir performans ile sahnedesiniz ve izlerken, itiraf etmeliyim ‘agresif de olsa’ bir Nâzım gördüm…
- Sahnede ne söylediğiniz önemli değildir, bunu nasıl söylediğiniz, seyircinin yüreğine nasıl hitap ettiğiniz önemlidir. Tiyatro tek başına yapılan bir iş değil, seyirci olmasa tek başına bir şey yapamazsın. Oyun sırasında seyirciyle bir bağ, ortak bir enerji kurulur. O enerjiyi başta yakalamak ve dağılmasını önlemek zor... Bunu tek kişilik oyunla yapmak kolay değil!
*İstanbul seyircisinin belli bir kitle olduğunu ve çokça da etiket üzerinden sanatsal işleri algıladığını düşünüyorum, riyakarlık söz konusu… Oysa, Anadolu seyircisinin alkışını daha samimi buluyorum. Sizce?
- İstanbul seyircisi olarak biz çok şeyden etkileniyoruz, fısıltı gazetesi gibi, özelikle yaratılan bir algı da var. ‘Güzel bir yazı yazmışlar, ben anlamasam da muhteşem bir oyun’ gibisinden. Başkalarının beğenisini beğeniyoruz. Bu tiyatro için tehlike. Böyle olunca da insanların beğeni algısı gelişemiyor ki! Aşırı pofpof’lanan oyunu sevmiyorum, kendimin de bu denli pofpof’lanmasını sevmem. Ki bizim Entropi olarak ihtiyacımız da yok. Tiyatronun diğer sanatlardan farkı; seyirci ile birlikte yapılması. ‘O an’dır ve o bir illüzyonik bir an. Ve sadece ‘o an’ önemlidir. Kimse kendini kandırmasın, ‘o anda’ kalabiliyor musun; orada seyirci ve oyuncunun birlikte yarattığı bir enerji var, o enerji gerçek mi değil mi. Tiyatro saftır, metaforlar değil, düz, sadedir. Seyircisinin de böylesi bir halde olması gerekir. Yönlendirmeyelim, rahat bırakalım, arı haliyle gelsin seyirci ve oyunun içine kendini bıraksın. Bu işi pazara dökmeyelim. Zaten bunu TV’lerdeki işlerimiz sebebiyle yapıyoruz. Sanat başka bir şey…
*Entropi ilk açıldığından itibaren kendi güzergahından sapmadan, sessiz ve derinden bir ilerleyiş içinde gibi geliyor bana… Bu sizin seçiminizdi sanırım?!
- Bizim işimiz, işimizi yapmak. Entropi olarak kendimize göre bir repertuvar anlayışımız var ve o ayarda seçimler yapıyoruz. İddialı oyunlar seçiyoruz, Türkiye’de ilk defa oynanmasına dikkat ediyoruz. Sanatçı bir eser ortaya koyar. Sanatçı eserini satmaz, satmakla uğraşmaz. Bunu yapacak olan seyircilerdir. Entropi’ye kendime göre bir yatırım yaptım. Maddi olarak değil ama manevi olarak güzel anlar yaşıyorum ve bu da bana yetiyor.
“Şaşırmayı yeniden sağlamamız lazım”
*Entropi ismini vererek de, aslında seyirciden bir şey bekliyorsunuz? Jacques Ranciere’e göre ‘seyirci olmak hem bilmek kabiliyetinden hem de eylemek kudretinden kopmak demek’ti. Sizce bir tiyatro oyununu o oyunu içinde olup bitenlere ‘seyirci kalmadan’ ‘seyreden’ bir ‘seyrici’ nasıl yaratılabilir?
- Entropi üzerinden konuşursak; seyircinin, bu ne demek acaba deyip, bu kavrama bakması ve bilerek gelmesi… İnsanlara gelin, seyredin diyorsanız, o anın her dakikası çok iyi planlanması gerekir. Günümüzde bir kaos ortamı oluşmaya başladı. Ve o kaosun içinde de bir düzen oluşturuluyor. Bizler de o düzensizliğin içindeyiz, buna dikkat çekmek gerekir. Hayatımız internet ve cep telefonları oldu. Onlar yokken, daha insanı ilişkiler kurduğumuzu düşünüyorum. Git gide yüzeysel şeyler bizi ele geçiriyor gibi. Eskiden şaşırdığımız şeylere artık şaşırmaz hale geldik. Şaşırmak bir ihtiyaçtır. Bizim bu şaşırmayı yeniden sağlamamız lazım! Benim bir insan ve sanatçı olarak şaşırma duygusuna ihtiyacım var. Seyirciyi de şaşırtmamız lazım. İşte yine Nâzım’a geliyoruz; “Yaşamak ne güzel şey / Anlayarak, bir usta, kitap gibi / Bir sevda şarkısı gibi / Bir çocuk gibi şaşarak yaşamak…” Şaşıracağız ki öğrenmek ve keşfetmek isteyelim.
*Bu bilince ve beşeri hallerimize rağmen bir tiyatro açıyorsunuz?
- Ama bu ihtiyaçtan ortaya çıktı. Ruhum zaten bu işi seçtiğine göre, bir iz bırakmak üzerine kurulu. İnsanların yıllar sonra Entropi Sahne diye bir ekolden bahsetmesi, işte bu benim için kıymetli… Bunun için açtık Entropi’yi ve burada araştıran insanlarla birlikteyiz. Derdi olan ve sistemin içine henüz dahil olduğunu düşünmeyen insanlarla. Daha doğrusu direnmeye çalışıyoruz, direnebildiğimiz kadar. Herhangi bir popülist tavrımız yok, ki seçtiğimiz oyunlarda da olmadı, satışımızla ilgili de. Biz daha ‘öz’le ilgileniyoruz.
*“Ran”da fon olarak viyolonseli seçme nedeniniz?
- Viyolonseli konservatuvardan beri çok severim. İnsan sesine en yakın enstrümanlardan biri. Oyunda da viyolonsel ve ben karşılıklı düello gibi gidiyoruz, beraber anlatıyoruz her şeyi… “Ran” için bir sesle ilişki kurmak gerektiğini düşündüm. Aslında senfonik bir durum var, sonuçta şiirde bir müzik var. Şiir ve enstrümandan çıkan sesler birbirini çok güzel tamamlıyor. Bence viyolonsel de orada bir şiir okuyor, Nâzım’ın kelimeleri müziğin notaları oluyor.
*Ruh verdiğiniz Nâzım yaşıyor olsaydı ve tesadüf yolda karşılaşsaydınız, siz ya da o; ortaya ne çıkardı?
- Nâzım’la zaten hep birlikteyiz gibi. Bizi biz yapan, hayat görüşü sağlayan birçok yazarla zaten ahbaplık kuruyoruz ya, işte Nâzım’la ben, o şekil bir arkadaşız. Nâzım’ın ruhuyla biriz. Karşılaşsaydık da sessiz bir an olurdu. Şöyle bakıp, bıyık altından gülümserdi herhalde. Birbirimizi iyi anladığımızı düşünüyorum. Bir şey söylemeye gerek kalmayabilir onunla ilişkimde. Gözlerimizle ilişki kurup, baş selamı verip, yolumuza devam ederdik.
Bilgi ve program için: www.entropisahne.com