hourSON DAKİKA
left-arrowright-arrow
weather
İstanbul
down-arrowup-arrow

    “Kimse ıstırabıyla da yüzleşmiyor ve yıllar böyle geçiyor”

    “Kimse ıstırabıyla da yüzleşmiyor ve yıllar böyle geçiyor”
    expand
    KAYNAKBetül Memiş / Cnnturk.com

    Sahnede iki sandık ve iki oyuncu… Dekorsuzluğun metne ve oyunculara yeni bir alan yarattığı, Bam İstanbul’un çok ses getiren üçüncü oyunu “Istırap Korosu”… Hoş, bu iki oyuncuya performans minvalinde alan yaratmaya gerek yok, zira oyunculuklarının başarısı muazzam ve matematik formülü adeta ama efsunu yazarında saklı, daha fazlası da röportajımızda...

     

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    Fizikçi, yazar Alan Lightman, (Minotor Kitap / Barış Gönülşen çevirisi) “Muhtemel İmkânsızlıklar” adlı kitabı da; “Görebileceğimiz kâinatın tamamı, doğanın engin bağrında fark edilemeyecek bir nokta gibi kalır... Kavrayışımızı istediğimiz kadar bu muhayyel uzayların ötesine doğru genişletmeye çalışalım, gerçekte olana kıyasla hayal ettiklerimiz atom olmaktan öteye geçmez. Çünkü merkezi her yerde olup da çeperleri hiçbir yerde olmayan bir küre gibidir... Sonsuzluk içinde bir insan nedir ki? Ama aynı derecede şaşırtıcı bir harika daha sunalım insana, onu bildiği en küçük, en narin şeyleri incelemeye davet edelim. Bir kurtçuğun küçük bedenine baktığında, bu bedenin çok daha küçük parçaları olduğunu görecektir...” der ve ekler: “İnsanın, bunları da bölerek kavrama gücünün sonuna geldiğinde ulaşabileceği en küçük şeyi ele alalım şimdi. Belki de insan bunun doğadaki en uç küçüklük olduğunu düşünecektir. Bense orada insanı yeni bir uçurumun beklediğini göstermek isterim…”

    Burada derin bir tefekkür gerekiyor sanırım! Yaşadığımız çağda ve coğrafyada, hâlâ üzerimizde ve üstümüzde bir parça kaldıysa tabii… Siz sakinde düşünce seanslarında gezinedurun, ben de yavaştan yazının öznesini sarkıtayım. İlk gösterimini 25. İstanbul Tiyatro Festivali’nde yapan, kuruluş tarihi 2016’da sahnelediği “Sen İstanbul’dan Daha Güzelsin” ve “Kader Can” oyunlarıyla seyircisine hangi güzergahtan sesleneceğinin rotasını çizen Bam İstanbul’un son oyunu, ismiyle müsemma “Istırap Korosu”…

    “Kimse ıstırabıyla da yüzleşmiyor ve yıllar böyle geçiyor”

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    Ekibin deyimiyle “kendi halinde, ‘sessiz’ ve ‘huzurlu’ bir apartman”a çeviriyoruz bu defa kadrajımızı. Ve “ıstırap yazılır, ızzzdırap çekilir!” diyerek de selamını veren (her daim nostalji fonunda ve ‘o hissi’ biliyorum dedirten hikayelerle bizi hemhal edip, adeta duygudan duyguya sürükleyen) oyunun yazarı ve yönetmeni Murat Mahmutyazıcıoğlu, apartmandaki her bir karakteri adeta yeniden yeniden yaratan, oyunculuklarındaki incelikli işlemeleriyle hikayeyi daha da çoğaltan oyuncular ise Seda Türkmen ve Deniz Karaoğlu. Sahne arkası emekçilerine gelince: Yönetmen yardımları Sevda Deniz Karali ve Özden Selim Karadana, hareket tasarımı Gizem Bilgen, dekor tasarımı Meltem Çakmak, kostüm tasarımı Efe Soykaraman, ışık tasarımı Osman Onur Can, afiş Bıyıkof ve fotoğraflar Ilgın Erarslan Yanmaz…

    Gündemin eksen kay(dır)masından biraz olsun algoritmalarınızı temizleyebilmek ve çokça da bahar mevsimine tadında bir geçiş yapabilmek adına “ıstırabın binbir çeşidi”ni us’unuza zerk etmeniz niyetiyle, ivedilikle “Istırap Korosu”na yolunuzu düşürmenizi salık vereceğim! Ama öncesinde gelin, hikâyenin kahramanlarıyla yaptığımız röportaja bir göz atın!

     

    “Kim hayatta kalacak yarışı”

    · Sondan başlayalım isterim ve röportajıma da giriş yazısı olan fizikçi, yazar Alan Lightman’ın “... Sonsuzluk içinde bir insan nedir ki?” dediği yerden, pandemide geçirdiğiniz iki yılda ve hâlihazırda devam eden sürecin içinde, “yaşam mesainizde” ve “sanat hayatın(ız)da” neleri deneyimlediniz, keşfettiniz? Hatta “bu da varmış” dediğiniz, iç sesinizin yansımasını, süreçte size yolluk olanları ve özde de us’unuza kalanları veyahut gidenleri öğrenmek isterim?

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    Murat Mahmutyazıcıoğlu: Pandemi başladığında ve dolayısıyla kapanmalar başladığında İstanbul (B.B.) Şehir Tiyatroları’nda “Sen İstanbul’dan Daha Güzelsin” provasındaydım, çok yorucu aynı zamanda da zevkli bir süreçti. İlk defa oyunlarına bilet almak için sıra beklediğimiz şehrin tiyatrosunda, çok severek yazdığım ve Bam İstanbul’la üç sezon sahnelediğimiz oyunu, yeni bir yorumla seyirciye sunacaktık ama yarım kaldı, tüm arkadaşlarımın işlerinin yarım kaldığı gibi. Hâlâ içinden geçtiğimiz sürecin iki sene süreceğini tahmin edemediğim için, biraz tatil, biraz içe dönüş, ne kadar olabilirse, biraz da okumayla geçti, ama duramadık tabi, hemen Mart 2020’nin ortasında, Bam İstanbul’la evde oyun okumaları serisine başladık ve seyircimize çevrimiçi olarak ulaşmaya çalıştık. Sonra aylar geçti, çok sevdiğimiz sahneler kapandı; arkadaşlarımız, biz hepimiz umudumuzu yitirdik genel olarak… Ne kadar ince bir ip üzerinde yürüdüğümüzü tekrar farkettiğim bir süreç oldu. Sonrasında yarım kalan provalar bitti, ben de “Istırap Korosu”nu bitirmeye koyuldum ve geçen yaz Ağustos’ta provaya başladık. Sabır, kavga, sinir, umutsuzluk, coşku, ortaya karışık bir duygu durumu var yani genel olarak… Ama heyecanla devam ediyoruz, başka bir yol bilmediğimiz için.

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    “Kimse ıstırabıyla da yüzleşmiyor ve yıllar böyle geçiyor”

    Seda Türkmen: Elbette bir durumun geriye bıraktığı izlerini yorumlamak için öncelikle o sürecin tamamlanması gerekir ki bizim geriye dönüp bakacak bir fırsatımız olmuyor ne yazık ki! Bir gün pandemiye, bir gün dünya savaşına, bir gün açlığa, bir gün yalnızlığa uyanıyoruz ve her defasında nasıl uyumlanacağımız konusunda kendimize yöntem arıyoruz. Bir yarışın içine soktular bizi sanki… “Kim hayatta kalacak?” yarışı… Hayatta kalmanın bir marifet sayıldığı şu sistemde maalesef bölümleyemiyorum hayatı. Sanat hayatım yahut şahsi dünyam diye bir şeyin kalmadığını, yaşanan ve yaşatılan her şeyin her türlü bize temas ettiğini ve bundan sorumlu olduğum gerçeğini daha iyi kavradığım bir süreç kendimce.

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    Deniz Karaoğlu: Pandeminin bir noktasında bir kenara şunu yazdığımı hatırlıyorum: Bütün değerlerimden arınmak istiyorum! Sosyal yaşamın bir anda hayatımızdan silinip gittiği; bir daha hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını, artık sadece “yeni normal”in olacağını sandığım evrelerden birinde, “n’apıyomuşum ben ya, ne sıkıntılı zorunluluklarım varmış” dediğimi hatırlıyorum. O hissin tamamını hâlâ taşıyamıyorum tabii ki ama sosyal hayatın azalması ve üzerimden eksilen gözlerle birlikte bir arınmaya, daha özgür hissetmeye, bir başkasının bakışının / yargısının benim için daha da önemsiz bir hale geldiğine sevindiğimi söylemek isterim. Tabii pandemik koşulların bitmesiyle böyle güzel bir hisse dönüştü bu, yoksa içinden geçerken oldukça karanlık ve umutsuz tekrar ediyordu günler. Özünde “kendimden başka bir insanın” doğası itibariyle kötüye yatkın olduğuna inansam da hem mesleğim hem de sıkılgan kişiliğimden dolayı sosyal hayatsız ve başka insanların olmadığı bir yaşam benim için çok eksik.

    · Bugünlerde okuma seanslarıma eşlik eden Adorno, “Artık sanatla ilgili hiçbir şeyin aşikâr olmadığı ortada – ne içsel hayatı, ne dünyayla ilişkisi, hatta ne de var olma hakkı. Bugün düşünce, sınırsız bir yeni olanaklar alanıyla karşı karşıya ama bu alan, kendiliğinden ya da sorunsuz bir şekilde yapılabilecek olan şeyleri yapma imkânının yitirilmiş olması karşısında bir telafi sunmuyor. Genişleme, birçok açıdan, daralma olarak kendini göstermekte…” diyor. 21. yüzyıl “modern dünyası” diye çığırtırken gelen pandemi ve şimdi de “üçüncü dünya savaşı” diye adlandırılan Ukrayna ve Rusya’daki -aslında- “insanlık fotoğrafı/mız”… Tüm bunların çemberinde ve Adorno’nun kelamıyla da sanatsal kadrajda ne durumdasınız; bugünkü hemhalinizde sanatı “yaratanları”, “takipçilerini” ve “sanatla mesainizi” tariflemenizi veyahut fotoğraflamanızı istesek ortaya nasıl bir kadraj çıkar?

    Seda Türkmen: Herhangi bir kadraja sığdırabildiğim yahut bir mesai olarak tanımlayabildiğim bir yerde değil benim için sanat. “Kutsal” olanın tanımı da değil elbet. Sadece bir yaşama biçimi diyebilirim. Sanatın ne olduğunu tartışmak gerekir ki benim öznel fikrim içinde barındığım ve kendimi gerçekleştirebildiğim tek şey diyebilirim. Bu fikri benimsemek ve bu bakış açısına sahip olmak, üretim ve yaratım aşamasında size verilen koşulları gözetmekten alıkoyuyor sizi. Dünyanın herhangi bir yerinde herhangi bir durumu, bir duyguyu, bir olayı tanımlamak ve fikrinizi söylemek için belli şartlardan ziyade kendinize ihtiyacınız var. Kendiniz olarak bunu yapabildiğiniz ve bunu görünür hale getirdiğiniz her biçimi ben sanat olarak tanımlayabilirim. Dolayısıyla tüm dünya hallerini sanatın kadrajından görme fikrine daha açığım… Sanat adına cevap verip de haddimi aşmayayım.

    “Kimse ıstırabıyla da yüzleşmiyor ve yıllar böyle geçiyor”

    Murat Mahmutyazıcıoğlu: Kültür sanat insanları için çok yıkıcı bir süreçten geçiyoruz, sadece yapanlar için değil izleyiciler için de, sanat ekonomiden ve siyasetten, sokaktan bağımsız değil, bir yandan yaratıcılığı arttırıyor bir yandan da kalp yoruyor. Ama ben şikâyet etmeyi çok sevmiyorum, “Istırap Korosu” daha bir kelime bile yazılmamışken, bana inanan arkadaşlarımla yeni bir serüvene başladım, zordu ama çok keyifliydi… O yüzden kendimi biraz şanslı hissediyorum.

    Deniz Karaoğlu: Ayıptır söylemesi bana oyunculuk “sanatçılık”tan daha ziyade “zanaatkârlık / icracılık” gibi gelen bir alan. Bir oyuncunun sanatsal tercihinin oynamayı kabul ettiği metni seçerken ki refleksinde bittiğini düşünüyorum. Ondan sonraki bütün yaratıcılık alanları o sanat eserinin bir parçası olma keyfi ve özgürlüğünü taşıyor bence. Tabii bu düşünceden şöyle bir sonuç çıkarmak da zorunlu oluyor; bu durumda (sohbetimiz gereği tiyatro alanında) bir oyunun bütün öğelerinin (ışıkçının, kostümcünün, dekorcunun vs.) sanatçı olmadığını da söylemiş oluyorum. Evet, ama bunun bir başka parçası, oyuncusu olarak da kendime sanatçı demediğim için rahatlıkla böyle düşünebiliyorum! Bir eserin bütününden sorumlu olan kişi olarak yönetmen ve içeriğin tamamının sahibi olarak yazar bizim alanımızın sanatçıları olarak geliyor bana. Bu bağlamda da benim bu soruya vereceğim cevap bir tek Murat’ın bu oyununda neden oynamak istediğimi açmaktan geçiyor sanırım; Murat’ın kalemine bayılıyorum. Ben tiyatroda edebiyatı seven bir seyirciyim; sinemada olay izlemeyi, tiyatroda aynı zamanda bir de üstüne edebiyat dinlemeyi çok seviyorum. Murat’ın da kelimelerle olan ilişkisi benim gündelik hayatıma çok tanıdık bir üsluptan; hüzünlenirken dalga geçmekten, zamansız acılara gülerek direnç göstermekten geçiyor. Bunu çok seviyor, hatta belki de bir tek bununla ayakta kalabiliyorum. O yüzden bu dünyayı seyirciyle paylaşmak, gittikçe acımasızlaşan bir zamanda, onları 65 dakikalığına gündelik dertlerden koparmak bana çok iyi hissettiriyor.

    · Gelelim, birbirine hiç bakmadan, iki ayrı performansın (ki çiziksiz / nehir berraklığındaki oyunculuklarınızı hiç demiyorum bile), üç boyutlu hemhalde ve iki başlı bağımsızlığının tadını seyredene de doya doya çıkartan, adeta replikleriyle tam 12’den vurarak tiyatronun dinamiklerini ve matematiğini sonuna kadar kullanan, bir nevi orkestra olan “Istırap Korosu”na... 14 insan ve bir de köpek bireyden oluşan bu ‘koro’ nasıl ortaya çıktı, meramı nedir? Günümüzün ıstırabında, bizim koromuzun yansıması ya da gölgesi nereye düşer veya neye tekabül eder?

    Murat Mahmutyazıcıoğlu: 2019’da başlayan bir hayaldi. Bir gün, Bam İstanbul’un mail’ine güzel bir haber düştü. İKSV Gülriz Sururi-Engin Cezzar Teşvik Ödülü’ne aday olduğumuza dair, biz de kısa bir dosya hazırladık ve ödülü Bereze ve D22 tiyatrolarıyla paylaştık. Bir apartman, içinde insanlar ve baştan sona bir beste gibi dinlenebilecek, oynanabilecek bir metin yazma fikriyle yola çıktım. Deniz, bana Haldun Taner’in “Ayışığında Şamata” oyununa bir baksana demişti, oradan bir şeyler ışıldadı… Ben de şimdi 2020’lerde bir apartmana baksam, bizim hikâyemizi yazsam ve bunu iki oyuncu oynasa, ama koro olsa, çok hareketli olsa ama oturdukları bir alan olsa, bir sürü karakter olsa ama hepsi de gerçek olsa gibi düşüncelerle geçen iki yıl oldu. Seda, ilk aşamadan itibaren projeye çok inandı ve bir yandan da “Kader Can”da da beraber çalıştığım yönetmen yardımcılarım Sevda Deniz Karali ve Özden Selim Karadana… Yazması sıkıntılı ama bir yandan da keyifli, provası tedirgin ama bir yandan da inanılmaz yaratıcı bir süreç geçirdik. Herkes birbirinin hayatıyla ilgili ama kimse ıstırabıyla da yüzleşmiyor ve yıllar böyle geçiyor… Bununla ilgili bir şeyler söyleyen bir oyun “Istırap Korosu”.

    “Kimse ıstırabıyla da yüzleşmiyor ve yıllar böyle geçiyor”

    Seda Türkmen: Oyunun seyirciyle böylesine temas edebilmesinin başta nedeni, Deniz ve Seda olarak kendimizi hiç sakınmamamız. Sonuçta, biz kocaman bir hikâyeyi en basit şekliyle anlatıyoruz. Hikâyenin kendisi öyle bizden, öyle samimi ki bizim onu daha fazla süslememize, şekillendirmemize gerek kalmadı. Diğer yandan neyi, nasıl anlatmak istediğimiz konusunda o kadar hemfikirdik ki, geriye “seyirci de bizimle aynı fikirde mi?” sorusunun cevabı kalmıştı. Koromuza karakterlerimiz dışında, seyirci de eşlik ediyor diyebiliriz.

     “O masalda olduğumuzu da unutmadan”

    · Oyunu yazım ve sahneleme aşamasında ne tür enstrümanları masaya yatırdınız; mesela, yazarken ve oynarken öncelikleriniz nelerdi? Oyun boyunca zorlandığınız, kolayladığınız ve aslında size tiyatral manada etkisi neydi / nasıldı?

    Murat Mahmutyazıcıoğlu: Oyunun en başından beri hem seyirci hem de oyuncu için çok keyifli olmasını istemiştim. Özellikle oyuncularla buluşunca eğlencesi daha da arttı ama bir yandan da anlatmak istediğimiz şeyden ödün de vermedik. Bütün tempoyu ritmi oyuncuların yönlendirdiği ve bunun için de iki kasa üzerinde zaman zaman birbirlerine komut verdikleri vuruşları hayal ettim. Tabii ki o vuruşlar provalarda, apartmandaki bütün seslere dönüştü…Sonra da isyana… Çok keyifliydi biçimin oyuncuların vücudunda yavaş yavaş varoluşunu görmek. Deniz ve Seda tüm yaratıcılıklarını ve güçlerini sonuna kadar harcadılar. Hatta elleri morarana kadar… Oyunu izleyenler beni anlayacaktır.

    Seda Türkmen: Oyunculuk sürecimizde, ikimizin de aşina olduğu bir biçim olması elbette “ne anlatıyoruz?” konusuna daha çok yoğunlaşmamıza, dolayısıyla daha sağlam bir ortaklığa vesile oldu. Murat ve Gizem’in fikri ve gözü zaten en estetik olana yaklaştırdı bizi. Emin ellerdeydik!

    · Metinde, bir apartmana odaklanarak dairelerindeki insanları dikize yatıyoruz. Bu soluksuz akan ses, hareket, ritim koreografisinde sınırlarınızı ne kadar zorladınız? Mesela, ben bir seyirci olarak duygudan duyguya geçtim; peki, sizler -yazarı ve oyuncuları olarak- “ıstırabın” hangi rotasında ve duygu evresindeydiniz? Neler oldu sahne arkasında ve (her oyununuzda Bam İstanbul’a selam çakan ve adeta bir meddahın bastonu kıvamındaki ‘bam’ nidalarınızın yansımasını da es geçmemeli) önünde?

    Murat Mahmutyazıcıoğlu: Baston bizde vuruşlara dönüşüyor! Bu biçim ve hareket düzeni “Kader Can”da da beraber çalıştığımız Gizem Bilgen’in büyük katkısıyla gerçekleşti. Oyuncuların malzemesi de zorluk derecemizi her provada daha da ileri bir noktaya taşıdı. Apartmandaki tüm mesele, yaklaşık 14 karakter üzerinden anlatılıyor, oyuncu zaman zaman anlatıcı zaman zaman da dördüncü duvarı o anda kurduğu gerçekçi bir sahneye taşıyor bizi… Ya da bizim amacımız oydu diyeyim. Seyircinin hayal gücünü diğer Bam İstanbul oyunlarında olduğu gibi aktif hale getirmek ve beraberce bir masalın içinde, o masalda olduğumuzu da unutmadan dolaştırmak. Böyle bir şey…

    “Kimse ıstırabıyla da yüzleşmiyor ve yıllar böyle geçiyor”

    Seda Türkmen: Benim bir ara çığlık atarak kendimi kulise atıp, üç dakika sonra da “ay arkadaşlar kusura bakmayın” diyerek geri gelmişliğim var. Biçime hakim olsam da bu oyunda cümle cümle geçişlerimiz var. Zordu! Kocaman bir matematik formülü ezberlediğinizi düşünün, tek bir yanlış hamle bambaşka bir sonuca götürüyor (ya da götüremiyor!)… Domino taşları gibi metin. Fakat yine aynı yere geliyoruz. Hikayeye ne kadar hakim olursanız ve oyuncu kişisi olarak disiplin ve konsantrasyonla takipte kalırsanız o kadar keyifli oluyor. O ezber stresi, yerini seyirciyle birlikte keyifli bir 65 dakikaya bırakıyor.

    · Oyun sonrası fonumda ve us’umda dolanan Afroamerikan yazar, şair ve şarkıcı Maya Angelou’nın, “İçinde anlatılmamış bir hikâye taşımaktan daha büyük bir ıstırap yoktur” cümlesiydi. Oyun boyunca sizin fonunuzda neler vardı?

    Seda Türkmen: Sevda Deniz’in müthiş sesi vardı! Hâlâ var. Oyunun başında bize eşlik etmeye devam ediyor.

    Murat Mahmutyazıcıoğlu: Oyunları hep bir ritimle yazmaya çalışıyorum, teksti elimize aldığımız zaman arkadaki metronom hissedilsin ve gerçekten bazı yazma anlarında bir saat sesi ya da gündelik ritmi değiştirecek bir metronom sesi hep kulağımdaydı. Ve tabi ki “Bizimkiler” dizisinin bütün bölümleri… Apartman yaşamıyla ilgili çekilmiş birçok film… Ve bir takım arabesk şarkılar…

    “O rahatsız eden soru işareti”

    · Röportaja hazırlanırken John Berger’in (Metis Yayınları / Bülent Somay çevirisi) “Görünüre Dair Küçük Bir Teoriye Doğru Adımlar” kitabından şu cümleye takıldım ve “Istırap Korosu”nun ışığında manidar buldum. Zira oyunu seyrederken, tüm karakterlerden aldığım hissin adı “yalnızlık”tı. “Bugün insanların içinde yaşadığı yalnızlığı kim önceden bilebilirdi? Her gün dünyaya ilişkin gövdesiz ve sahte bir imgeler ağı tarafından yeniden onaylanan bir yalnızlık. Ama imgelerin bu sahteliği bir hata değil...” Berger’in bu kelamına istinaden siz ne söylemek istersiniz?

    Seda Türkmen: Yalnızlığın uyaranları çok mühim… “Tek başınalık” ile karıştırılmamalı. Yalnızlık dediğimiz zaman “birinin yokluğu” tınlıyor, birinin yokluğu olmadan yalnız kalınamıyor. Biz insanoğlu öyle şeylere maruz kalıyoruz ki bazen gücümüz tükenmiş gibi hissediyoruz. Bu yüzden ailemiz, komşularımız ile ilişki içinde kalıp huzur içinde yaşamamız öneriliyor. Ya da belli entelektüel çevre zaten yalnız geldik yalnız gidiyoruz, deyip bu tür değerleri fazla önemsemiyor. Doğa da ise sürüler birbirini koruyor, anne yavrusu için canını veriyor, diğer yandan tek başına kalabildiği için “ne güçlü” diye adlandırıyoruz vs. Elbette herkes kendini nasıl iyi hissediyorsa, nasıl hayatta kalıyorsa öyle devam etsin. Ben seviyorum kardeşim! Sabah esnafla bir çay içmek, komşuma yardım etmek, annemle her gün “günaydın”laşmak bana iyi geliyor. Böyle olunca motive oluyorum, günüm güzelleşiyor, tüm bu düzenin, sistemin üstesinden gelirim gibi hissediyorum!

    Murat Mahmutyazıcıoğlu: Ben yazarken ya da bir oyunu prova ederken, şimdi şöyle bir şey söyleme vakti geldi diye düşünemiyorum, daha çok sahnede olan şeyin seyirciyi ilgilendirmesi ama önce içimde bir yerde onu sahnede ‘neden’ ve ‘nasıl’ görmek istiyorsam onu var etmeye çabalamakla geçiyor… Belki oyunun ilk fikri geldiği zaman dünyaya edilen o büyük laflar benim kafamdan da geçiyordur… Ama tekstin içinde onu gerektiğince halı altına itmeye çalışıyorum… Evet, yalnızlık, ıstırap ve kendimizi hapsettiğimiz odalar, evler ve kocaman bir neden sorusu… Ama tekstte bunun cevabı yok, zaten olsa muhtemelen oyunu yazamazdım… Hep bir soru işareti, bende, oyuncuda, seyircide… O rahatsız eden soru işareti, biraz bunların peşindeyim galiba.

    · Oyunda, “aile” ve “toplum” kavramları öznemiz oluyor. Bu bağlamda -ben, aile kavramının bizim gibi coğrafyalarda hastalıklı bir yapı olduğunu ve bunun topluma da sirayet ettiğini düşünenlerdenim- akademisyen Azize Baygal, ‘ailenin bir hiyerarşi sistemi yarattığını ve bu yolla toplumda düzeni korumada önemli bir rol oynadığını’ söylüyor; Durkheim’de ise mevzu şöyle, “Toplum, bireylerin bir toplamı değildir; aksine toplum, bireylerin bir araya gelmesiyle meydana gelen, kendine özgü bir karaktere sahip özgül bir gerçekliği temsil eden bir sistemdir… Bireylik, ancak topluluk bizde daha az yer tuttuğu zaman doğabilir.” Bu iki tanımdan yola çıkarsak ‘aile’ ve ‘toplum’ kavramlarına sizin yorumunuz ne olur?

    Murat Mahmutyazıcıoğlu: Aile kavramı bizim coğrafya için çok sıkıntılı… Aile hem kelime anlamıyla sıcaklık, yuva, dayanışma gibi şeyleri çağrıştırıyor bana… Ama olmak zorunda olunan bir kavrama dönüşünce o zaman faşist küçük bir birime dönüşüyor. Kol kırılıyor bütün suçlar legalize ediliyor… Şiddetin, yalnızlığın, mutsuzluğun kurumsallaşmasının özellikle de son yıllarda aşırı kutsallaştırılan aile kavramının sonucu olduğunu düşünüyorum. Toplumsallaşmanın önündeki en büyük engel de, geleneksel değerlere bu kadar tapılması bence… Aile, kardeşlik vs. artık bana içi boş kavramlar gibi geliyor ben kardeşliğe, aile değerlerine değil, eşitliğe ve adalete inanıyorum; inanmak istiyorum, kimsenin yazılı olmayan kurallarca mutsuz olmasına, edilmesine tahammülüm artık hiç yok.

    Seda Türkmen: Biz bir apartman hikâyesi derken, aslında tam da bu açıdan toplumun en küçük birimi bir bakıma dedik. Aslında aile oluyorsunuz. Şimdi binalar yükseldi, kişiler çoğaldı; ve biz sorumluluk almamak için aslında kapıları pencereleri sıkıca örtmeyi tercih eder olduk. Herkes kendi komşusuna maruz kalıyor bir bakıma. Ben mesela problem yaratan bir komşum olduğu zaman, “neden mutsuz acaba?” diye düşünüyorum. Sen daha kendi komşuna “günaydın” demezsen, onunla iletişim kuramazsan, empati duygunu çalıştıramazsan, üzgünüm ama hayatta da başarı ve mutluluk konusunda zayıfsın demektir. Üslup her zaman senin kim ve ne olduğun konusunda belirleyicidir.

    “Kimse ıstırabıyla da yüzleşmiyor ve yıllar böyle geçiyor”

    “Yüzünü bugün nasıl tanımam?”

    · Oyunda, bir diğer geçişkenlik / özne ise bence “komşu” idi. Buradan hareketle “Komşuluk, yer üzerinden bağ kurmaktır” diyen Fransa Sorbonne Üniv. Felsefe Doç. Hélène L’Heuillet’in komşuluğun neliğini irdelediği kitabı “Komşuluk / İnsanların Birlikte Varoluşu Üzerine Düşünceler”e sözü bırakmak da fayda var: “Karşı komşuyla yaşanılan sorun bir itibar sorunudur. Üst komşu en çok nefret edilen komşudur. Yukarıdan gelen gürültü varoluşumuzu daima tehdit eder. Alt komşuyu çekiştiririz. Üst komşu hakkında dedikodu yayarız.” “Istırap Korosu”nda da ‘komşular’ tam merkezdeler her ne kadar “Örtün kapınızı, pencerenizi! Şşşttt sessiz... Şşşttt yavaş...” dese de! Bugünün “komşu”culuğunda ortaya ne şekil bir iletişim veyahut monolog çıkıyor sizce?

     Murat Mahmutyazıcıoğlu: Komşuluk, muhbirliğe evrilmek üzere, apartmanlar 20-30 kata çıktığından beri eski, tatlı komşuluk meselesi anılarda tatlı bir hatıra olarak kalıyor sanırım. Herkes kendi evinde huzurlu olmak istiyor ve bunu tehdit eden ve uğraşılması başa derde sokmayan herkesi bir tehlike olarak görüyor. Güçlü olan güçsüzü, çoğunluk ötekini eziyor. Yani başta ne varsa hanede de o gerçekleşiyor. Benim komşularım hariç (GülerJ / Vallahi güldüm )…

    · Tesadüf bu ya, hayat verdiğiniz karakterler ile aynı apartman ya da mahalleden tanışsınız. Ve bir vakit, bir yemek masasında denk düştünüz; ona bir cümle söyleseniz, bu ne olurdu?

    Murat Mahmutyazıcıoğlu: “Mutsuzsan hemen vazgeç, ya da peşinden koş” demek isterdim… O da bana, “Sen yapabildin mi?” derdi muhtemelen… Ben de, “Konu ben değilim şu an” gibi bir şey derdim herhalde...

    Seda Türkmen: “Afiyet olsun!”

    · Bugünlerde sizi yataktan uyandırıp da yaşam mesaisine salan neler var; tavsiye niteliğinde bizler de nasiplenelim isterim (film, müzik, tiyatro, belgesel, sergi, kitap)?

     Murat Mahmutyazıcıoğlu: Bu aralar çantamda (Fransız yazar) Honoré de Balzac’ın “Bilinmeyen Şaheser”i var, bütün yazdıklarını okumak gibi bir hedefim var önümüzdeki aylarda, Allah yardımcım olsun! Tavsiye olarak da “Istırap Korosu”nu izledikten sonra, Kadıköy Boa Sahne’nin (Turgay Korkmaz’ın yazdığı, Kayhan Berkin’in yönettiği) “Misket”ini de izleyin diyebilirim, zira ben çok sevdim, umarım siz de seversiniz.

    Seda Türkmen: Ben bir kez daha (İspanyol romancı) Javier Marias’ın “Yarınki Yüzün” serisine takılıp kaldım. “Senin yarınki yüzünü, gösterdiğin yüzünün ya da taktığın maskenin ardında var olan ya da biçimlenen ve ancak benim beklemediğim bir an da göstereceğin yüzünü bugün nasıl tanımam?”

    Sıradaki Haberadv-arrow
    Sıradaki Haberadv-arrow