Beni sevmeyen hanginizdi?
“Bugünün ilişkisel çıkmazları, anlam bulma uğraşı, giderek yükselen yoksulluk gibi türlü meseleler benim gündemimi de meşgul ettiğinden ve bunlarla ilgili pek çoğumuzun benzer sıkıntıları yaşadığını gözlemlediğimden sanıyorum, “yalnız değiliz”i hatırlamak ve hatırlatmak istedim. Bu kitabın derdi, kendi derininde neler olup bittiğini anlamak isteyenlere yol arkadaşı olmaktır diyebilirim.” diyor Klinik Psikolog ve Psikoterapist Büşra Küçük, 6.45 Yayınevi’nden çıkan “Beni Sevmeyen Hanginizdi? / Modern Zaman Travmalarını Anlamak” adlı ilk kitabında…
“Öyleyse, güzel olmayan çirkin, iyi olmayan kötüdür deme. Sevgi de böyle. Onun için iyidir, güzeldir demediğine göre, çirkindir, kötüdür de deme, ikisi arası bir şey olarak düşün ‘sevgi’yi.” Platon, (İş Bankası Kültür Yayınları, Azra Erhat çevirisi) “Şölen / Dostluk” adlı kitabında böyle tanımlıyor sevgiyi…
Bugünlerde benim ise kafamın içinde dolanan Aldous Huxley’in (İthaki Yayınları / Süreyyya Evren çevirisi) “Maymun ve Öz”ü; “Gerçek ortak yaşamda organizmalar arasındaki ilişkide taraflar birbirlerinden faydalanırlar. Parazitimizin bir farkı da, diğer taraftan, bir organizmanın diğeri pahasına yaşamasıdır. Sonuçta, bu tek taraflı ilişki iki taraf için de öldürücülügü ortaya çıkar; konağın ölümü sonuçta buna sebep olan parazitin de ölümünden başka bir şeyle sonuçlanmaz. Kendisini efendi olarak gören modern insan ve gezegen arasındaki ilişki de ortak yaşamsal ortaklardan ziyade tenya ile köpeğin ki ya da mantar ile patates arasındaki ilişki gibidir.”...
Mevzu derin, o sebeple de istedim ki 2023 yılı biterken kafamız biraz açılsın ve derinlerde unuttuğumuz düşünce veya his hemhali geri gelsin! Niyetim bu ama, kervanın yolda heyecana kapılıp gaza gelmesi an meselesi diyelim! Bu minvalde de “Beni sevmeyen hanginizdi?” sorusundan yola çıkarak “Ben insanları nasıl seviyorum ya da sevemiyorum?”a varmayı hedefleyen modern zaman travmalarını anlamak üzerine odaklandığı yazılarının derlemesinden oluşan ilk kitabı “Beni Sevmeyen Hanginizdi?” çerçevesinde, Klinik Psikolog ve Psikoterapist Büşra Küçük ile bir röportaj gerçekleştirdik. (Es notu / Röportaj fotoğrafları: Ufuk Şensoy, Ergün Atik.)
“Biraz esnemeye, merak etmeye gerek var”
· Sondan başlayalım isterim izninizle… “Hepimiz aynı umutsuzluğun kurbanlarıyız, aramızdaki akrabalık da buradan geliyor. Oysa başka bir aşkın, başka bir cinselliğin, başka bir hayatın varolabileceği umudu hepimizi birden iyileştirecek…” Metis Yayınları’ndan çıkan “Bir Şeyler Daha Az Eksik” kitabında böyle diyor üstat Bülent Somay ve ekliyor: “Pratikte bir anlamı olacak hakikatler, vahiyler tebliğler, ya da üstün yetenekli / dahi / ermiş kişilerin zihninde değil, bireyler arasındaki etkileşim alanında doğar ve anlaşılır.” Kitabınızın ilk bölümü olan “Issızlığın İlişkisel Çıkmazları”nda, Bülent Hoca’dan bir selam görünce, ben de sorumu buradan sarkıtmak istedim. Üstadın bu düşünce ve tanımının yamacında, bugün gelinen süreçte, başka bir hayatı, umudu, hakikati, kaygıyı ve yoksu(l)nluğu nasıl görüyorsunuz? Dünyanın gidişatına bakınca yakın ve uzak öngörünüz ne olur?
Bülent Hoca hep bir esin kaynağı hakikaten. Bahsettiğiniz yazım bağ kuramamak üzerinden yaşanan ilişkisel çıkmazları anlatıyor. Tam da Bülent Hoca’nın söylediği gibi, kişiler arası ilişkilerin ahvalinin yaşamlarımızı büyük ölçüde etkilediğini düşünüyorum. Başka bir hayatın da umudun da kaygının da hep kişisel hakikatlerimizden geçtiğini ve geçeceğini öngörüyorum. Bugün bu hakikatlere baktığımdaysa, çok iç açıcı bir tablo maalesef yok. Kişiler arası etkileşimimiz biraz arızalı. Buna topyekûn kötü demek istemem, iyiyi de kötüyü de yaratma potansiyelimiz olduğunu düşünürüm. Bu sebeple modern insanın halet-i ruhiyesi, ötekiyle ilişkilenmesi iç karartıcı da görünse karanlıktan çıkabilme ihtimalini hep taşır. Bunun için kahraman aramaya gerek yok. Biraz esnemeye, biraz sakinlemeye, merak etmeye gerek var. Ve tabii en başta refah şartlara... En temel gereksinimler karşılanamıyorsa, en ilkel hakikatler devreye giriyor. Hayatta, ilişkilenme ve etkileşimde bir “başkalık” istiyorsak bu, özgünlüğümüzü, varoluşçu tabirle “otantikliğimizi” keşfedip, ona sahip çıkmaya çalışarak olacak gibime geliyor. Ve bu başkalık da çok kişisel, onu herkes için genel geçer bir yoldan elde etmek pek mümkün değil.
· Gelelim adıyla da günümüz insanyavrusuna manidar bir gönderme yapan “Beni Sevmeyen Hanginizdi? / Modern Zaman Travmalarını Anlamak” kitabınıza… 157 sayfadan oluşan bu psikoloji kitabı nasıl ortaya çıktı; meramı ve derdi nedir? Ve sizi yazma konusunda ateşleyen neydi?
Bu kitap benim 2017’den beri yazdığım yazıların bir toplamı. Bu yazıların bazıları daha önce çeşitli mecralarda yayınlandı, bazılarıysa ilk kez bu kitapta okuyucuyla buluşuyor. Kitap modern insanın güncel dertleriyle, travmatik yaşantılarla nasıl baş ettiğimiz ya da edemediğimizle ilgileniyor. Travmaya ya da yaşanan olumsuzluklara modern insan gözüyle baktığı için “modern zaman travmaları” alt başlığında topladık. Kitaptaki meseleleri yazıya dökmek konusunda beni ateşleyen şey; benim de birçoğuyla ilgili anlama ve araştırma çabamdı esasında. Bugünün ilişkisel çıkmazları, anlam bulma uğraşı, giderek yükselen yoksulluk gibi türlü meseleler benim gündemimi de meşgul ettiğinden ve bunlarla ilgili pek çoğumuzun benzer sıkıntıları yaşadığını gözlemlediğimden sanıyorum, “yalnız değiliz”i hatırlamak ve hatırlatmak istedim. Bu kitabın derdi, kendi derininde neler olup bittiğini anlamak isteyenlere yol arkadaşı olmaktır diyebilirim.
· Kitabın adından yola çıkarsak sevgi ve sevgisizliğin bizim travma ya da örselenme dediğimiz olguda öncelikli görevi / hemhali nedir? Bu histerik insanlık hallerimizi görünce, her seferinde us’uma Freud’un, “Tüm yaşamın hedefi ölümdür... İnsanların hepsi sevilmeye layık değil.” cümleleri düşüyor. Bugün ahvalimizin fotoğrafına bakınca, herkes herkesle ve aslında kendinden öylesi korktuğuna veyahut kaçtığına dış çeperi ve çevresiyle öyle “meşgul” ve öyle “sevgi” dolu ki; tabii bu sahteliği görmemek imkânsız, ama bu kadar sevgi / his ishali halimize gerek duyma nedenimiz nedir sizce? Bizim büyük çaresizliğimiz artık kusuyor olabilir mi?
Sevgi normal şartlarda gösteriye dönüşen, ortalığa saçılan bir şey olmak zorunda değil! Derinden hissedildiği ölçüde nasıl yaşandığı elbette kişilere bağlı… Belki gerçekte bazılarımız için o kadar eksik ki ancak büyük, gösterişli davranışlar yoluyla ortalığa saçılırsa gerçekmiş imajına yaklaşılacağı varsayılıyor. Öte yandan network çağında yaşıyoruz. Bir gün işe yarayacağını düşündüğümüz ilişkilerle sarmalıyoruz çevremizi. Yatırımlarımız ilişkiye değil networke. Hal böyle olunca tatsız tuzsuz, amaçlı, yönü belli sevgiciklerle dolu ortalık. Tatmin edicilikten uzak... Sahtelik dediğinizde bende bunlar çağrışıyor. Travma konusuna dönersek; yaşamın ilk yıllarına dek gitmemiz gerekir. Erken yaşlarda kendisine bakım verenden sevgi, ilgi, şefkat alamamış bebek, ilerleyen yıllarda yaşamda hep bu eksiği telafi etme uğraşıyla devam edebiliyor. Hayatta karşılaştığı büyük kırılmalarda, travmatik deneyimlerde en basit tabiriyle kendini toparlayabilmesi pek kolay olmuyor. Çocukluktaki sevgisizlik zaten travmatik bir şey olarak deneyimleniyor ve ilerleyen yıllardaki travmalarda da hep çocukluktaki bildik savunma mekanizmalarına dönülüyor. Kendimizi bir biçimde korumak için edindiğimiz bu mekanizmalar yetişkinlikte bazen nefes aldırmamaya başlıyor. Yani sevgiden, temel güven ihtiyacından yola çıkınca travmaların nasıl deneyimlendiğiyle ilgili de bir yere varıyoruz. Sevgisizliğin ve güvensizliğin yarattığı kaygan zeminde büyüyen biri için “sağlıklı” kalmak büyük çaba gerektiriyor.
“Modern dünya nimetlerine feda ettik”
· “Beni Sevmeyen Hanginizdi?”yi bitirdiğimde 206 kemik insan denen organizmanın karmaşık dediğimiz yapısının aslında sade ve aşırı düz olduğunun bir kez daha altını çizmiş oldum kendimce… Diyorsunuz ki “Hayat ve insan iyinin ve kötünün, aydınlık ve karanlığın bir sentezinden oluşuyor. Bu kitaptaki yazılar, günümüz insanının travmatik olarak nitelendirdiği ya da hayatta karşılaştığı zorluklar olarak gördüğü meseleleri ele alış biçimlerine; varoluşçu, psikodinamik -ve bazı durumlar için kişisel- perspektiften yakından bakma çabasının ürünüdür...” Kitaba dönüşene kadar elinizdeki veriler ve bilgiler doğrultusunda, yazım sürecinde, sizi şaşırtan hatta teyit etme ihtiyacı hissettiğiniz hangi konular oldu? Perspektifi yakınlaştırınca da ilk hissettiğiniz ve ilk gördüğünüz neydi?
Bu kitabın oluşması sırasında beni şaşırtan tek şey galiba veda ile ilgili kısımda söz söylemenin zorluğuydu. Bir kayıp yaşamadan önce söylediklerim, kalemimden kolayca dökülenler, kayıpla birlikte dökülemez oldu. Çünkü kaybın hiç de kolay olmadığını yaşayarak öğrendikten sonra, acıyı paylaşmaktan başka söylenebilecek çoğu şeyin, verilebilecek tavsiyenin, yas aşamalarının vs. aslında bir miktar havada kaldığını anladım. Deprem gibi çok büyük travmalardan sonra bunu yaşayan insanlara nasıl hissetmeleri gerektiğini söylemek mesela eski bir depremzede olarak bana çok anlamsız geliyor. Evet, hayat devam etti, ediyor ama eksik ediyor. Bunu yadsıyarak yas çalışması yapılamaz zannediyorum. Özellikle kayıpla, yasla, vedayla ilgili gerçeklikten kopuk söylemlerin hepsinin yaşadıktan ve yakından baktıktan sonra pek de işlevsel olmadığını gördüm diyebilirim.
· Travma nedir sizce? Zira günümüzde hepimizin ağzında bir travma ve bir depresyon… Ne kolay travmalarımızla hemhal olup depresyona girip çıkıyor gibiyiz!? Kaygı çağı dediklerinden muzdarip, hatta yeni dünya insanının üçlüsü: kaygı, travma ve depresyon… Ve günümüz travması ile geçmişte adını bilmediklerinden sebep travma olduğundan habersiz veyahut travma demedikleri hallerimiz / travmalarımız arasındaki farklar neler?
Travma insan ruhsallığında açılan bir oyuktur. Yani aslında yaşanan her olumsuzluğa travma diyerek basite alınacak bir şey değil pek. Gerçekten etkileri yoğun ve insan için baş etmesi güç, beklenmedik, zorlayıcı, bazen kuşaklar arası aktarılacak kadar zedeleyici hayat deneyimleri. Travmaya, depresyona ya da kaygıya isim koymak onu ne önemsizleştirmeli ne de genel geçer bir şey haline getirmeli. Çünkü bu tanıların hepsi kişilerin bu deneyimleri nasıl yaşadığına bağlı olarak da değişebilir. Biri için travmatik olan diğeri için olmayabilir. Depresyonu biri yataktan çıkmayarak yaşarken diğeri kendini işe güce boğarak, öteki fiziksel semptomlar eşliğinde yaşayabilir. Ve bazılarınınsa tüm bunları yaşama lüksü yoktur. Hayatta kalmak, barınmak gibi en temel ihtiyaçları karşılanamayan biri için tüm bu semptomlar değişebilir. Geçmişle bugün arasındaki fark ise; geçmişte olmayan ancak teknolojikleşmeyle birlikte gelen travmatik yaşantılar olabilir. Örneğin, savaşlar, doğal afetler vs. sırasında yaşananlara hepimiz sosyal medya vasıtasıyla yoğun biçimde şahit olduk ve bu tanıklık bazılarımızı travmatize etti. Yüz yıl önce bu mümkün değildi belki. Bugün bu tanıklık üzerinden sıklıkla travmatize olabiliyoruz. Geçmiş içinse örneğin erken yaşta evliliğin, fiziksel şiddetin, akran zorbalığının birer travmatik deneyim olduğu belki adlandırılamıyordu, ancak bunların bugün travmatik etkileri olduğunu biliyor ve söyleyebiliyoruz.
“Arkadaşlık samimiyet tezgâhında örülüyor”
· Kitaptan yola çıkarak günümüz arkadaşlık, iş ilişkileri, aile yapısı ve biçimlerini tariflerseniz, ortaya nasıl bir fotoğraf çıkar?
Yaralı bereli bir fotoğraf çıkıyor gibi. En temelde şunu gözlemliyorum; yorgunuz. Bu yorgunluk da sanki bir yozlaşmaya sürüklüyor bizi. Birbirimize pek tahammülümüz yok. Büyük şehir insanını düşünüyorum; kafasını kaldıracak hali yok, nasıl ilişkileri anlama uğraşına girişsin. Bir de tabii derin ilişkiler kurma becerimizi modern dünya nimetlerine feda ettik gibime geliyor. Aile insan üzerindeki etkisi bağlamında işi ve yakın arkadaşlıkları kapsayan bir küme gibi ancak bana kalırsa baştan sakatlıklarla dolu bir kavram. Yakın ilişkilerin hepsi de aslında içine doğduğumuz ailenin dinamiklerinden çokça etkileniyor. Örneğin, aile olmayla esaret altına almayı karıştırıyor gibiyiz. Esaret altına aldığımız çocuklar büyüdüğünde de onlardan sevgi, anlayış, bakım bekliyoruz. Bir görev olarak addedilen herhangi bir ilişki biçiminin hakiki olması mümkün mü? Ve hakiki değilse neden zoraki sürdürülsün? Bizim sorunumuz biraz da bu, zorakiliklerden gerçekliklere geçemiyoruz.
· “Kaybolduğu zaman en fazla eksik olan şey her zaman en az kuşku duyulan şeydir; çünkü onu düşünmek, kendini yeniden bulmaktır.” Kierkgaard’ın en sevdiğim tanımlarından biridir bu. Kitabınızda arkadaşlıkla ilgili bölüm, kendi yaşam mesaime de denk düştüğünden ki sizin özel hayatınızdan ayrıntı da içime işledi diyerek, biraz bu “bana arkadaşını söyle” durumunu açmanızı rica edeceğim? Zira bölümün sonundaki soruyu ben de size sormak isterim: Peki, öyleyse yolun bundan sonrası “kimse kimsenin sakatlanmış ruhuna temas etmesin lütfen” şiarıyla mı geçecek?
Doğrusu bu meseleyi ben de hayli dert ediniyorum, evet. Aslında işin ilginç tarafı beklemediğim biçimde kitapta bu yazıyla ilgili de çok dönüş alıyorum. Arkadaşlık, kardeş dinamiğiyle öyle yakın ve içli dışlı ki bazen bunlar birbirine giriyor. Kardeş ilişkilerindeki haset, biricikliğin kaybına dair korku ve aynı zamanda dayanışma arkadaşlıkta da işliyor. Arkadaşlarımızı hem seviyor hem de özellikle çok benzer ilgi alanlarına, fikirlere, zevklere, yaşantı tarzına sahipsek onlarla ne yapacağımızı bilemeyebiliyoruz. Çünkü rekabet diye bir gerçeklik var, yadsındıkça hortluyor. Tıpkı kardeşlikte olduğu gibi arkadaşlıkta da işliyor, ancak rekabet ölçüsünü yitirdiğinde işler karışıyor. Arkadaşlık yakınsa, sadece kardeş değil ebeveyn dinamikleri de girebilir işin içine. Arkadaşlarımızdan ebeveynlik beklerken ve beklentimizi karşılamadıklarında onlara öfkelenirken bulabiliriz kendimizi. Örneğin, ifade etmediğimiz halde duygumuzu, ihtiyacımızı anlasın ve buna göre konumlansın diye bekliyorsak bu tam da bir ebeveynden beklenebilecek bir şey. Oradaki öfke de belki arkadaşımızdan ziyade zamanında ihtiyacı karşılayamayan ebeveynimize hatta. Bunları bir çırpıda fark etmek pek mümkün olmayabilir. Önemli olan biraz olsun üstüne eğilebilmek galiba. Sorunuzun son kısmına dönecek olursam, ben sakatlanmış da olsam yola devam etme eğilimindeyim, birilerine temas etmeye devam edeceğim. Arkadaşlık benim için hâlâ samimiyet tezgâhında örülüyor ve kaybolduğu zaman hep eksiltiyor. Yolun bundan sonrası için de enseyi karartmamalıyız bence.
“Sevilmemenin ne demek olduğunu…”
· “Annem Olur musun?” bölümünde, Bergman’ın giriş selamı manidar; “Kişi nasıl yaşaması gerektiğini öğrenmeli. Her gün üzerinde çalışıyorum, en büyük engelim, kim olduğumu bilmemem…” Kadim bir soru, ben kimim? Sizin yorumunuz ne olur?
“Ben kimim” öyle katmanlı bir soru ki bir çırpıda cevaplamak çok güç. Bazen yıllarca araştırıp da bulamıyoruz. Kendi sesimize ailenin, toplumun yani hep bir ötekinin sesi karışmış, zaten böyle olmaması da zor. Dolayısıyla kim olduğumuzu bulmak için bile uzun ayıklamalara, idrak etme süreçlerine ihtiyaç var. Bu gerçekten benim arzum mu, ben sevebiliyor muyum, ben ne istiyorum... Böyle sürüp gidecek onlarca soru var belki, çok çaba gerek. Bergman’ın “Güz Sonatı” bence bir başyapıt. Anne kız ilişkisinde sevilmemenin ne demek olduğunu o kadar derinden ve yalın anlatıyor ki, “Ben kimim?” sorusunun aslında nasıl, “Ben sevilebilir, görülebilir biri miyim?” ile bağlantılı olduğunu da görüyoruz. Kim olduğumuzu ararken ilk durak tabii ki bize kim olduğumuzu söyleyen ya da sezdiren ebeveynlerimiz oluyor. Onlar bizi nasıl görüyorsa, görmek istiyorsa öyle biri olmaya, ya da birtakım tepkilerle bunun tam tersi olmaya çalışabiliyoruz. Tüm bu dış seslerden azade bir kimlik oluşturmak ütopik mi, gerçekçi mi? Tam ailemin istediği gibi biri olduğumda ya da onlara ters bir kimlik geliştirdiğimde, her halükârda onlardan yola çıkmış oluyorum. Eğer kendim olacaksam önce yine onlarla olan ilişkime dönüp bakmam gerekiyor ki biraz olsun bana olan etkilerini anlayıp yorumlayabileyim ve kendi yolumu bulabileyim.
· F. Scott Fitzgerald’ın, “Birinin hayatındaki en yalnız an, bütün dünyasının altüst oluşunu izlerken elinden gelen tek şeyin boş boş bakmak olduğu andır.” Üstadın bu cümlesiyle aslında günümüz mevzularının baş müsebbibi veya yer yer de hummalı bir şekilde baştacı edilen “yalnız”lıkla da ilgili sizin yorumunuzu almak isterim?
Bu cümleyle bende çağrışan şey çaresizlik oldu. Kitapta da çaresizlik, köksüzlük, evrenin kucaklayıcı olmaması üzerinden anlamaya ve aktarmaya çalışmıştım konuyu. İnsanın yalnızlığını ait hissetmeme gibi çok temel bir yerden ele alırsak aslında toplum bunu çoğunlukla destekliyor. Evet, yaşamın en başında yalnızız ve ilerleyen yıllarında daha yalnızız. Yalnızlık varoluşsal bir mesele. Ancak bugün artık sadece varoluşsal değil toplumsal da bir mesele gibi. Bunca travmanın içine batmışken ve bunu durmaksızın izliyorken nasıl yalnız olmayacağız? Deprem gibi doğal afetler, yoksulluk gibi temel hayati meseleler konusunda yalnızken nasıl olacak da konuyu sadece varoluşsal bir noktadan ele alacağız? Toplumsal manada bir yalnızlıktan söz ediyorsak bunu biraz olsun hafifletecek merhem sanıyorum dayanışmadır. Varoluşsal yalnızlık konusunda ise şunu söyleyebilirim; anlam bulma çabalarının tümü, boşluk duygusuyla mücadele etmek, dünyanın pek de umurunda olmadığımız halde ona tutunmak insan evladının yazgısı. Yalnızız ve buna rağmen hayatta olmak anlamlı.
“Kendinizle ummadığınız biçimde karşılaşmanız olası”
· Dört ana bölümden oluşan kitabın konularının her birinin içindeki konular bizi bize anlatan hatta rehber/ harita niteliğinde... Şimdi kitabı okuyacak olanlara bir cümleniz olsa, bu ne olurdu?
Kendine dönüp bakmak istemeyen bu kitaba hiç bakmamalı olurdu. İçsel meselelerle fazlaca meşgul bir kitap olduğundan kendinizle ummadığınız biçimde karşılaşmanız olası.
· Son zamanlarda, sabah uyandığınızda size iyi gelen neler var; kitap, müzik, tiyatro, albüm, sergi veyahut bir an veya bir fotoğraf karesi gibi, paylaşırsanız biz de nasiplenelim isterim?
İki tiyatro oyunu; “Büyük Zarifi Apartmanı”, “N’olcak Bu Yusuf Umut’un Hali”, iki kitap; Monica Maroon’dan Animal Triste, Domenico Starnone’den Şaka, 2013 yapımı Muhteşem Güzellik (La Grande Belleza) filmi ilk aklıma gelenler.
· Kitaba veya gündeme dair söylemek istediğiniz, “Bu da var paylaşalım, çoğalsın…” dediğiniz neler varsa lütfen?
“Altını Çizenler Kulübü” var, “fugamundi” ile birlikte Müze Gazhane’de gerçekleştirdiğimiz, benim moderatörlüğünü üstlendiğim edebiyat etkinliği. Her hafta belirlediğim tema çerçevesinde bir araya gelip temayla ilgili getirdiğimiz kitap alıntıları üzerinden konuşuyoruz. Entelektüel bir paylaşım ve karşılaşma alanı. Kitapseverlere ulaşsın isterim.
· 2024 projelerinizden bahsedelim; kafanızda, hayalinizde veyahut masanızda olan işler var mı?
Kadın terapistlerle kadın meselelerini konuştuğumuz bir söyleşi serisi planlıyorum. Bir de elimde uzun zamandır dönüp duran öykü dosyam var. Umarım bitecek.
SON DAKİKA
EN ÇOK OKUNANLAR
Guns N' Roses İstanbul Konseri Tarihi ve Bilet Fiyatları: Guns N' Roses İstanbul Konseri Ne Zaman, Biletler Satışa Çıktı mı?
Anita Taylor'ın 'Moonraker' sergisi VISION ART PLATFORM'da!
Osmanlı Padişahları sırası, Osmanlı'da tahtta kalma süreleri! Sırasıyla tahta çıkan padişahlar... Mehmet, Kanuni, duraklama, gerileme dönemi Osmanlı padişahları kimler?
Kuruluş Osmanlı'da beylikler dönemi! Osmanlı'da hangi beylikler var? Osmanlı dönemi Anadolu beylikleri hangileri?
Taş Tepeler’in uzaylıları