hourSON DAKİKA
left-arrowright-arrow
weather
İstanbul
down-arrowup-arrow

    “Belki de ölü tiyatro seviyoruzdur…”

    “Belki de ölü tiyatro seviyoruzdur…”
    expand
    KAYNAKBetül Memiş / Cnnturk.com

    “Bence tiyatro canlıların katıldığı bir cenaze törenidir. Boşuna ‘canlandırmak’ demiyoruz. Sanırım tiyatronun tek bir gerçek işlevi var: Ölüm korkusunu ortaklaşa yaşayan canlılar olduğumuzu hatırlatmak” diyen “Dıkşın: Büyük Şans” adlı oyunun yazarı Koffi Kwahulé; “Suya sabuna dokunmayan sanatla zehirlendi seyirci. Belki o da ölü, tüm organizatörler gibi! Belki de ölü tiyatro seviyoruzdur” diyen Moda Sahnesi kurucularından, yönetmen Kemal Aydoğan… Tiyatro ahalisi yaza girerken, biz de sezonu Moda Sahnesi’nin yorumundan sahnede endam eden “Dıkşın”ın yaratıcıları ile kapatalım istedik…

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    “Dile boyun eğmemek için, onu farklı tınlatmam gerekti. Başka bir iletişim kurma şeklini, müzikal bir anlatımda buldum. Bu da benim başkaldırma şeklim...” diyen (1956 doğumlu, Fildişi Sahili menşeili, -hatta Abengourou yerlisi olan ve anlamı da, “uzun tartışmalardan hoşlanmam” manasına gelen, zira yazarın da hikâyelerinde uzatmadan ve dolandırmadan direkt hemhalini söylemesi, belki de doğduğu toprakların ona alamet-i farikasıdır, kimbilir!- sanat eğitimini Fransa’da devam eden, doktorasını Sorbonne Üniversitesi’nde tamamlayan) oyuncu, yönetmen, romancı, oyun yazarı Koffi Kwahulé oyunlarında caz müziğinin etkisini ise şöyle açıklıyor: “Başlangıçta, yazarken derdim hep hikâyenin anlaşılması olmuştu ve caz ile tanıştığımda, müzisyenlerin bunu (hikâye anlatımını) farklı bir yol ile anlattığını fark ettim (...) Caz müziğinde var olan “temayı tamamen dağıtma” durumunu keşfettim. Bir şarkıyı bir kaç müzisyen bambaşka versiyonlarda çalabiliyordu (...) Bu “dağıtılmış tema” sırrını nasıl yazıya geçirebileceğimi düşündüm.

    Bugün giderek daha az hikâye odaklı yazıyorum tabii buna rağmen zaten sonunda bir hikâye ortaya çıkıyor. Önceden hikâye belirleyerek yazmanın siyah ırk için felsefi açıdan imkânsız olduğunu anladım. Çünkü tarihim bana diyor ki, hiçbir şey kesin değildir, her şey yıkılıp tekrar yapılanabilir. Siyah olarak derimin altında biliyorum ki hiçbir şey kesin değil. Yarın Eyfel Kulesi yok olsa buna şaşırmam. Dünya Ticaret Merkezi’nin bir göz kırpımında yok olacağını kim tahmin ederdi? Yazarken doğaçlama gelişen şeyleri, itki ile, önceden hazırlanmamış şeyleri tercih ediyorum. Benim yazımım dengesiz bir yazımdır... Zenci bir yazarın yapıtı ele alınırken, eğer yazdıkları doğrudan siyahların sorunlarıyla ilgili değilse, onun zenci olup olmaması dikkate alınmaz. Oysa yazarın sanatsal, dramaturjik, estetik ve dilsel duruşu kendi kişisel hikâyesiyle beslenmiştir. İşte bu açıdan benim yöntemim cazvaridir. Cevaplar veya değişmez sonuçlar sunmaz ama sorgulamaya yol açar.”

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    “Belki de ölü tiyatro seviyoruzdur…”

    İtiraf edelim, günümüz sanat / tiyatro kadrajında pek de alışık olmadığımız bir kalem ve kelam (hatta farklı bir davranış paterni içinde yer alanlardan) Koffi Kwahulé… 1977’den bu yana yirmiyi aşkın oyun yazan ve oyunları birçok dile çevrilen Kwahulé, “Benim favori yazarım Thelonious Sphere Monk’tur” diyor, manidar… (Meraklısına not: 1917-1982 tarihlerinde bu dünyayı şereflendirmiş olan ve “gelişiyle, bırakın modern kültürü, modern müzik bile eskisi gibi olmadı” tanımı yapılan Monk, Amerikalı caz piyanisti ve besteci ve eşsiz bir doğaçlamacı)… Anlaşılacağı üzere bugün öznemiz Koffi Kwahulé; o vakit, fona en temizinden Monk’tan “Don’t Blame Me” başlangıç için iyi gider!

    Girizgâhımıza açılış merhabasını veren Kwahulé’yi bizler nereden aşinayız derseniz de -daha öncesinde tiyatro sahnesine düşen halinde- “Bira Fabrikası”, “Arıza (blue-s cat)”, “Ağaçların Kokusu” ve “Close Up” oyunlarının bünyelere tezahürünü izleyenler hatırlayacaktır. Şubat ayı ile birlikte yazarı yeniden tiyatro mesaisinde bizlerle hemhal edense Moda Sahnesi… Temmuz ayı ile birlikte tiyatro sezonu kapanıyor ama “Dıkşın: Büyük Şans” yeni sezonda da tiyatro mesaisinden payını almaya devam edecek!

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    “Afrika o kadar yaşlandı ki Stan, şimdi yine çocuk oldu” tanımıyla efsununu sarkıtan oyunun yönetmeni Kemal Aydoğan, çevirmeni Reyhan Özdilek, sahne tasarımı Bengi Günay, ışık tasarımı İrfan Varlı imzasını taşırken; karakterlerine hayat veren oyuncuları ise Onur Ünsal ve Mehmet Tekatlı… Nazarımda, muazzam bir metin ve anlatım ve sahneleme idi; o sebeple tiyatro sezonumu tadı damağımda kalan bir meramla / oyunla bir röportaja dönüştürmek istedim. Oyunun yaratıcıları üstat Kemal Aydoğan, (oyunculuğundan hariç “Selmin Zeki Hanım: Hasta Adamın Kızı” ve “Anne” adlı oyunlarda yönetmen koltuğunda da mesailenen) Onur Ünsal ve (oyunculuğundan hariç “4:48 Psikoz” ile “Türklan”da ışık tasarımcısı olarak adını gördüğümüz) Mehmet Tekatlı ile Koffi derininde, kültür sanat boyutunda incesinden bir söyleşiye düştük… Fondaki Monk’u da es geçmeden röportaja düşmeye hazırsanız, başlıyoruz!

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    “Hayattaki inadı; çok büyük şans hepimize”

    · İzninizle her zaman olduğu gibi sondan başlayalım isterim. (İç ses: Prova notlarından okuduğum ve aynı zamanda oyuna da fon olan.) Portekizli yazar José Saramago ölmeden önce yazdığı son kitabı “Kabil”de şöyle diyor: “Bizler yolcuyuz ve yol boyunca ilerliyoruz. Hepimiz, bilgili olduğumuz kadar cahiliz de…” Üstadın manidar tarifinin yamacında, 2023 bitimi ve 2024 yarıyılı itibariyle; Moda Sahnesi’nin ve sizlerin kişisel olarak “Z Raporu”ndan ne çıkar? Ve Türkiye sanatına / tiyatrosuna dair kısa ve uzun vadede öngörünüz ne olur?

    Kemal Aydoğan: Her şey tiyatro tarafında da olumsuz koşullarda ilerliyor. Tiyatro sanatı topluma niye lazım sorusuna dair tiyatroyu destekleyen merkezi, yerel, sermaye ve benzer(ler)inin bizi ikna edecek bir fikri yok. Her şey para için yapılıyor, bir avuç dolar için yani. Belediyeler bile kendi reklamlarının peşinde. Beş yıllık iktidarlarını sağlama alıp ikinci beş yılı hedefliyorlar. Sanatsal olanın yerine piyasaca olanın güçlenmesi ve de seyirci nezdinde kabul görmesine normalleşti. Para etmeyen, para kazanmayan çaba, faaliyet, oyun her neyse başarısız diye yaftalanıyor. Şaşaalı oyun yapmak fikri herkesin zihnini müsilaj gibi kapladı, tiyatro yapanların zihinleri oksijensiz kalıyor. Bunun yaratacağı sonuçlar çok yakında görülmeye başlar: Başsız, bacakları kalçasından çıkan, tek gözlü, konuşmak yerine gıdaklayan yapımlar, oyunlar piyasayı sarar. Toplumsal unutuldu, insan tekleri halinde atomize edilen toplum ucuz işçileştirildi. Aynı kaderi paylaşan insanlar topluluğu berhava oldu, gemisini kurtaran kaptanlar türedi. Gemi dediysem, Anadolu kırsalında eliyle kazdığı küçük bir çukura doldurduğu suda, ağaç parçacığını yüzdürmeyi gemi sanan yanılsama insanlarından bahsediyorum. Tablo karanlık bana göre. Ancak bazı insanların umudu hâlâ toplum fikrini ayakta tutuyor. Onların yüzü suyu hürmetine hatırlıyoruz, toplumu da sanatı da…

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    “Belki de ölü tiyatro seviyoruzdur…”

    Onur Ünsal: Bu soruyu 2023-2024 olarak değil de kendi kişisel değişimimin de -biraz olsun- gerçekleştiği covid sonrası diye ayırabilirim; oyunlar, oyunların yapısı, tiyatro düşünme biçimi gibi; ya da kadroların değişimi derken, başka türlü bir düşünme haline geldim. Pozitif anlamda da yalnızlaştım; daha odaklanabilir hale geldim. Fakat tiyatro üzerinde en büyük değişimleri biz burada / Moda Sahnesi’nde deneyimleyerek yaşıyoruz zaten; Koffi Kwahulé ile çalışmak olaydı mesela, kendi açımdan 2023-2024 rotasında / raporunda, Koffi gibi bir yazarla çalışmak diyebilirim.

    Mehmet Tekatlı: Ben uzun zamandır tiyatrodan kopmuştum. Bu kopuş pandemiden sonraya denk düşüyor… Tekrardan tiyatro yapabilmeyi hayal etmeyi de bırakmıştım açıkçası. Kemal Abi’nin davetiyle, klişe olacak belki ama tekrardan “tiyatroya âşık oldum”, “sevdiğim buymuş” dediğim bir zaman oldu benim için 2023 bitişi ve 2024 ortası… Kopma sebebim, biraz da piyasadaki insanlar… Kıymet bilmemeleri, “tuhaf” ilişkilerin olduğu ama özünde de “özgür” bir tiyatro yapamama halimiz beni soğutan sebeplerdendi… Fakat Moda Sahnesi’ne geldiğimde oyunculuğun konforunu gördüm; sahneye çıkmak, bu oyun nazarında da Onur ile oynamak; kısaca bir oyun oynamanın konforunu yaşadım. Hatta Moda Sahnesi’nden ikinci oyunun da (Bulgar yazar Stefan Tsanev’in metni “Caligula Suikastı”) içinde yer alıyor olmam; kısaca burada, provaya gelmek, tiyatro yapıyor olmak acayip keyifli bir süreç/ti benim için.

    · O vakit, sizi yeniden tiyatro ile temizinden hemhal eden Moda Sahnesi ekibi ve Kemal Aydoğan kafası diyebiliriz!

    Onur Ünsal: Ben izninizle, burada araya girmek isterim. Kemal Abi’nin böyle bir etkisi vardır, hepimize de yaptı bunu. Ben de aslında 18-20 yıl öncesi bu cümleleri kurabilirdim, fakat işte Kemal Abi ile yolum/nuzun kesişmesinin etkileri böyle oluyor. Mesela, rahatlıkla diyebilirim ki, bana tiyatroyu sevdirdi, usta çırak ilişkisinde bir kaynak, ki müthiş insandır... (İç ses: Onur, tam bu cümlelerinde, “buraları yazar mısın, bilmiyorum ama” diyor: Coğrafya insanı olarak hep eleştiriyoruz ya, güzel insanları neden tarif etmeyelim ya da güzellemeyelim ki diyorum, ayrıca röportajın bi’emekçisi de olarak -yazmayı- hak görüyorum diyelim!) Çok kişinin hayatına girmiştir, çok kişinin okuduğu okulun ne olduğunu ve belki de ne olmadığını anlatmıştır, göstermiştir. Ben, bir şans olarak görüyorum ve yaşım ilerledikçe de daha fazla bunun farkına varıyorum. Hakikatten onun, bu hayattaki inadı ki buna böyle denir; çok büyük şans hepimize! Onunla çalışan herkes de hisseder bunu.

    · Ne güzel, bir insanın böyle hissettiriyor ve başka bir insanın da bunu hissediyor olması! Ve kelamlarınızda böylesi deklare ediyor olmanız; işte bu çok kıymetli… Malum dünya insanları / bizlerden kolay kolay çıkmaz; bir başkası adına güzel tanımlar, hisler, iltifatlar, jestler…

    Onur Ünsal: Bana soruyorlar, “Tiyatroya devam edecek misin?” diye. “Kemal Abi ile devam ederim ama sonrasını bilmiyorum” diyorum… Kemal Abi ile çalışmayı seviyorum; sanata bakışını, tiyatro kafasını ve bildiklerini / bilgisini paylaşma biçimini… Ne yazık ki bu “sevmek” ve “sevmemek” tanımları veya kodları sıkıntılı yaşanıyor çoğu zaman pek çok insan için; gerçek şu, sevmek zorunda değilsin(iz), herkese de bunu söyleyelim! Çalıştığınız insanlar tarafından sevilmek veya onları sevmek zorunda değilsiniz / değiliz! “Çalışıyorsun”, işte bu! İş yapıyorsunuz, edebiyat bu, sanat bu; kolay bir iş değil de zaten. Kimseyi iliğinize kadar sevmek zorunda değilsiniz, kimse de sizi iliğine kadar sevmek zorunda değil! Herkesin, sizin de olduğu gibi kendiyle ve hayatla bir problemi var… Mesela, tabii ki Kemal Abi ile birbirimizi çok seviyoruz evet, ama çalışırken çok da tartışıp, uyuz da olabiliyoruz; çünkü burası bir çimento fabrikası değil, burası tiyatro; burada olaylar farklı kopuyor. Ve bunlar da dertli işler…

    “Belki de ölü tiyatro seviyoruzdur…”

    “Yeni bir seyir, yeni bir oyun keşfettiriyor, dayanabilenlere”

    · Gelelim, “Bence tiyatro canlıların katıldığı bir cenaze törenidir. Boşuna ‘canlandırmak’ demiyoruz…” diyen Koffi Kwahulé’nin daha öncesinde Tiyatro OPS’un da sahnelediği “Dıkşın: Büyük Şans” oyununa. Bu hikâyeyi kadrajınıza alan heves ve dert nedir?

    Kemal Aydoğan: Koffi’ye karşı büyük bir ilgi ve sevgimiz olduğu muhakkak. Bunun tiyatro sanatı açısından ifadesi avangard bir dünya sunması. Yerleşik tiyatronun kanaatleri Koffi’yi ilgilendirmiyor. Seyircinin, yönetmenin, oyuncunun ve de komple tiyatro emeğinin alıştığı yerden oyunu kurmuyor. Tanınmadık, bilinmedik yollara çıkarıyor tiyatro emeğini, yaratımını. Dolayısıyla yeni bir seyir, yeni bir oyun keşfettiriyor buna dayanabilenlere. Seyirciye de aynı türden bir tazelenme kapısı gösteriyor. Bu bir oyunu yapan ve de onun karşısında seyre dalan muhataplara başka türlü olma imkânı yaratan tiyatro dili. Bu karşısında bocalamayı, tökezlemeyi, çuvallamayı, kabuklarımızı kırmaya heves ettiren tiyatro dilini benimsiyoruz, onu kalbimize sarıyoruz. Bizim “beyaz” taraflarımıza indirilmiş bir çekiç darbesi Koffi Kwahulé tiyatrosu. Onun kafamıza indirdiği çekiç darbelerinden mazoşist bir haz alıyoruz!

    Onur Ünsal: Moda Sahnesi’nin Koffi ile dördüncü oyunu; “Ağaçların Kokusu”, “Arıza”, “Bira Fabrikası”… Evet, daha öncesinde oyunu ilk olarak Çağlar Çorumlu ekibinden izlemiştik, hatta o da Moda Sahnesi’nde başlamıştı… Biz de o sıralarda “Bira Fabrikası” üzerine çalışmaya başlamıştık… Kemal Abi, Koffi’nin yazdığı pek çok oyunu yapmak istiyordu zaten ki oyuncu olarak biz de yapmak istiyoruz; çünkü Koffi değişik bir tiyatro dili konuşuyor, başka bir tiyatro yapıyor. Bizler de tav olduk buna. Aslında Kemal Abi’nin, Moda Sahnesi’nde böyle sıralama şeklinde oyunlarını yapmak istediği yazarlar var. Koffi de onlardan biri. Dolayısıyla kendi adıma diyebileceğim; Koffi yazdıkça, bizler okuyup da beğendikçe ve aklımız aldıkça, oynamaya / sahnelemeye / yapmaya çalışacağız oyunlarını.

    · Sorumu, röportajımıza da giriş merhabasını veren Koffi’nin kelamından vermek isterim: “Dile boyun eğmemek için, onu farklı tınlatmam gerekti. Başka bir iletişim kurma şeklini, müzikal bir anlatımda buldum. Bu da benim başkaldırma şeklim…” Yazar böyle tanımlıyor hikâyesini; peki, sizlerin “Dıkşın” ile kurduğunuz frekans ve düşünce rotası neydi? Mesela, sahnelerken öncelikleriniz nelerdi ve bunları neye göre belirlediniz? Kısaca arka planda neler vardı?

    Kemal Aydoğan: Koffi’nin caza olan sevgisini biliyoruz. Kendisine “jazzman” dendiğini söylemişti buraya geldiğinde. Bu nedenle onun metinlerini oynamaya çalışırken ilk başvurduğumuz rehber caz müziği oluyor. Koffi’nin -alıntıda da- pek güzel ifade ettiği gibi klasik, anlaşılan hikâye düzleminden caz ile uzaklaşıyor. Bir müzik türü üzerinden tiyatroya doğru yola çıkmak, nasıl bir şeydir onu anlamaya çalışmak, bizim için çok sıkı bir temrin. Caz müziği bana hep büyülü gelmiştir, çok sever ve dinlerim. Koffi’nin bu jesti bana anlaşılmaz gelmedi bu nedenle. Bunu anlamaya çalışmak oyunsuydu. Yazının içinde caz müziğini arayarak başlıyorum Koffi’nin oyunlarını çalışmaya. Akılla anlayacağımız bir boyut değil bu. Cazın iliklerine sinmesine izin vermek gerek. Cazdaki yaşantıya bedenini, kalbini, içini bırakmak gerek. Cazın müzikal hareketlerini benimseyerek çözmeye çalışıyoruz metni oyuncularla birlikte. Oyunun dünyasına böyle dahil oluyor, içselleştiriyoruz. Oyunun lineer (düzçizgisel) olmayan öykü karşıtı tutumunu çözebilmenin tek yolu cazın yollarına çıkmak. Bunu yapmaya çalıştık.

    Mehmet Tekatlı: Açıkçası bildiğim bir yazar ve aşina olduğum bir tiyatro dili değildi Koffi. Bu bakımdan da tiyatral manada benim için tam bir “çarpışma” oldu diyebilirim. Fakat okurken çok hoşuma gitti; ama provaya ilk geldiğimde tam olarak anladığımı söyleyemem metni… Kemal Abi’nin bizleri yönlendirmeleri, kitap okumalarımızla ve konuşa konuşa, yavaştan anlayarak ki Onur da zaten daha öncesinden (Bira Fabrikası) Koffi kalemini bildiği için büyük bir kısmını halletti, bu da şanstı benim için. Tüm bu süreç benim için çok güzel geçti. Tiyatro mesaimde, iyi bir yere düşüyor diyebilirim kendi adıma bu oyun.

    · Metni sahneye uyarlamada pek çok detay görüyoruz ve tabii imzası belli bir Moda Sahnesi yorumu… Ne tür ve nasıl bir çalışma / uyarlama oldu metne?

    Kemal Aydoğan: Metin, Habil ve Kabil arasında işlenen kardeş katli ile gösteri toplumunun dinamikleri arasında direkt ilişki kuruyor. Zaman geçmedi insanlık aynı yerde sayıyor diyor. Bir takım güncel formlar, insan ilişkileri gelişmiş olsa da hâlâ kardeş kardeşi öldürüyor ister somut -Gazze’deki gibi, ister ‘holivud’ sinemasının saldırıları altında… Büyük insanlık tarihini böyle bir kardeş katli parantezine almak, insanın insana zulmünü anlamak, bu zulmün icat ettiği insan ilişkilerinden olan “efendi - köle”ye varmak oyunun yorumlanması için attığımız en temel adımdı. İki oyuncunun ilişkisini bu cinayet ilişkisinin soyut ve somut, görünen ve görünmeyen halleriyle inşa ettik.

    “Koffi bir ‘karmaşa’ diyebiliriz; caza benziyor”

    · Oyun merhabasını, daha ilk sekansında perdeye yansıttığı, insanlık tarihinin ilk kardeş cinayeti “Habil ve Kabil” hikâyesinden bir bölümle veriyor. Manidarlığını daha başından itibaren sesleniyor ve aslında biz seyircilerin sinyalini de bozduğu ilk kelamı bu! Bir düet izliyoruz 75 dk. boyunca; efendi ve köle; cellat ve kurban; iyi ve kötü; birbirine geçen, yer değiştiren “bir insan” hikâyesi. Stan ve efendi ilişkisi; fonunda yazarının ifadesiyle doğaçlama / caz tınıları… “Dıkşın”ın yaratıcıları olarak bir de sizden dinleyelim, rotanıza takılanları paylaşır mısınız?

    Kemal Aydoğan: Hayat belirtisi gösteren her şeyi öldüren bir efendi. Kölesini ölü bedenlere sevk eden bir efendi. Bunun için kölenin hikâyesini pornografiden zorla geçirten bir efendi. Anlatacak hikâyesi yokken, efendinin zoruyla sahip olmadığı hikâyelerin anlatıcısı köle. Ve de efendinin köleye gereksinimi olduğu, ondan vazgeçemeyeceğini savlayan felsefeye büyük bir efendi itirazı gerçekleşir ve efendi, köleyi öldürür. Kölelere sonsuzca tahammül etmek zorunda değildir efendiler. Çünkü yeterinden fazla köle vardır stokta. Bu stok fazlası varlık olan köle, efendinin elinde sadece oyuncak edilir gösteriye. Efendi, kölenin talihidir ve onu oyuncak etmiştir. Bunu bilen tüm köleler de efendi olup bu talihi değiştirmek için yanıp tutuşurlar. Bu nedenle gösteriye koşa koşa gelirler, kafalarına bir tane sıktırmak için. Kurtuluşu yoktur bu stok fazlası canlının: Ölecektir!

    Onur Ünsal: Koffi zaten seyirci rahatsız olsun istiyor, bu çok net. Ki sanat rahatsız edici bir şey... Koffi’nin tiyatrosunda, beyazın o politik doğruculuğu yok, dolayısıyla Koffi tüm bu tanımlamalarımızla, tanımlamaya çalışırken sıkıştırdığımız anlamlarla dalga geçiyor. Bizim uygulayacağımız “sansür” Koffi için; beyazın dünyayı görme biçimi. Ve bizim uygulayacağımız sansür, onun oyununun bir konusu olur ancak. Koffi’nin oyunlarında pozitif bir karakter yok; ne ezen ne de ezilen tam belli değil; “sahnede bir haklı bir de haksız bir karakter olmalı” gibi bir yerden düşünmüyor! O sebeple de Koffi’nin böyle şeylerle ilgilendiğini düşünmüyorum ki verdiği röportajları ve yazdığı hikâyeleri bunun kanıtı. Bir de sanat her zaman insanların hemen sevip bayılacağı hemen anlamlandırabileceği bir şey değil… Sanatı anlamlandırma işi biraz insanın hayatına yayması gereken bir süreç. Fakat diyebileceğim biz, tiyatroda böylesi “riskler” almayı seviyoruz. Koffi, beyaza, dramaya, beyaz insanın kendine ve genel yaptıklarına çok karşı. Dolaysıyla sanattaki beyaz formlarının birçoğunu reddediyor, istemiyor. Anlamayı, nakaratı reddediyor. Koffi kafasındaki bütün bu dolu olduğu kavramlarla oynayıp, eğlendiği şeyleri yazıyor. Koffi’yi anlamak gibi bir şey değil, çünkü anlaşılmayı da tam talep etmiyor; normal bir anlamayı da istemiyor… Alışık olduğumuz tarz bir sanat değil evet, dolayısıyla çiğ, vahşi, küfürlü, cinselliğin, yanlışlıkların, hataların merkezde olduğu bir işmiş gibi görülebilir. Koffi bir “karmaşa” diyebiliriz; caza benziyor. Sana farklı bir hayat okuması sunuyor. İşte bizler röportaj verirken de şu yanlış anlaşılıyor; bir anlamı bütünlemek veya bütünlemeye çalışmak yanlış, Koffi de bunu istemiyor zaten. Bu şahit olduğumuz “cazi şeylerle” hayata devam etmemizi istiyor. Bu bizim tiyatroda aldığımız bir risk. Çünkü bu oyunun seyirciye bir gelgeli yok. Ve böylesi riskler alıyor olmak bazen sahneye çıkarken korkutsa da devamında, geriye bir tek bunların kalacak olduğunu düşünmek beni çok mutlu ediyor.

    Mehmet Tekatlı: Oyunu ilk çalıştığımızda, prova yaptığımızda, sonrası prömiyer zamanı ve daha sonra sahnelerken de bambaşka bir yere geldi hikâye. Diyebilirim ki metnin kendine ait bir rotası / durumu var; oynadıkça oynadıkça gördüğün/m bir şey var; oyundan sonra her eve gittiğimde kafam hep yüksek ve açık; uyuyamıyorsun o derece!

    “Belki de ölü tiyatro seviyoruzdur…”

    · Oyun sonrası kafamın içinde dolanan Hegel’in bilincin değişimini ve tarih içindeki yolculuğunu betimlediği “Tinin Fenomenolojisi”nin özbilinç bölümünde işlenen efendi-köle alegorisi. İki özbilinç arasındaki ilişkinin neliğinin ve nasıllığının tartışma konusu yapıldığı bu alegoride, “insanın insan olma, özbilince varma, bu özbilinci nesnel hale getirme ve nihayetinde özgürlük ereğine ulaşma süreci” diyalektik olarak betimlenir; ve özgürlük, “iki özbilincin ilişkisinde kendi kendilerini ve birbirlerini bir ölüm-kalım mücadelesi yoluyla tanıtlamaları olarak belirlenir.” Tam da burada sözü, mevzuyu farklı şekilde ortalayan Nietzsche’ye bırakmak isterim: Köle ahlâkında değerli olarak gösterilen ve kişinin kendisi için iyi olduğu söylenen tüm özellikler sahtedir... Koffi’nin hikâyesi “Dıkşın”ın bana, “bırak dağınık kalsın hikâyemiz, toplamak isteyense nasılsa toplar” hissi verdiği yerden, siz neler söylemek istersiniz?

    Kemal Aydoğan: Koffi, kölelere ait, onları iyi insan olmaya mecbur bırakan, kendi gücünü kendi eliyle aldığı itaat gibi, uyumluluk gibi, saygı gibi özellikleri Stan’e yükleyerek bunların kölelere ait olduğunu tespit eder. İtiraz edemeyenin, öfkelenemeyenin, hakkını talep edemeyenin, silah orada yerde durduğu halde bunu alıp efendiyi ortadan kaldırmayı düşünmeyenin köleliğin mutlak olduğunu belirtir. Burada ne bilinç ne de özbilinç vardır. Kölenin beyni oyunda da dendiği gibi “sıçmık doludur”. Bir siyah olan Koffi, beyazın yarattığı bu numaraları yemeye gönüllü değildir. Yemez de. O efendinin her daim elinde bulundurduğu öldürme gücünün her türlü teoriyi geçersizleştirdiğini bilir. Efendilerin bağlı olmadığı “insani” prensiplere neden “köleler” kendilerini bağlı hisseder? Efendinin bu büyük numarasını, bu şansmış gibi gösterdiği ölüm oyununu yerse, kafasına da kurşunu yer köle.

    · Bir kez daha oyuncu seçiminizle muazzam bir performans seyrediyoruz; Onur Ünsal enerjisinin rengiyle baş döndürürken, Mehmet Tekatlı da daha kendi içinde yaşayan, konuşan bir karakterle hikâyeyi başka bir güzergâha salıp şenlikli kılıyor. Sahnelemeyi, iki oyuncunun alanında doğaçlama hemhalinde örmeniz / işlemenizin sonucu; bize de seyretmesi çok keyifli bir zaman dilimi çıkıyor ki adeta kafa karıncalanması yapan türden! Bugüne kadar ki sahneleme süreçlerinden farklı detaylar var mı?

    Kemal Aydoğan: Prova döneminin en kısa olduğu oyunlardan biri oldu “Dıkşın”. Mehmet ve Onur’un birbirleriyle uyumu üst seviye bir yerden başladı. Onur’un daha önce bir Koffi oyununda oynaması (Bira Fabrikası) oyun için büyük avantaj sağladı. Yukarıda saydığım oyunun hem tematik hem de biçimsel özelliklerinin kavranması ve hayata geçirilmesi konusunda Onur’un bu deneyimi çok işe yaradı. Az prova ile (hafta 5 gün, 5 hafta, günde 4 saat) yüksek bir seviyede çıkan oyun olma özelliği ile listedeki yerini aldı.

    Onur Ünsal: Ben burada bir şey eklemek isterim: Bu yıl ki 26. Afife Tiyatro Ödülleri’nde, “en başarılı erkek oyuncu” kategorisinde aday oldum. Geçen yıl, “Kim Bu Ben” ile aday olmuştum. (“III: Richard: Niçin Yaptım” oyunu ile) Hakan Gerçek aldı ki Hakan Abi müthiş bir insan… Bu yıl “Dıkşın” ile aday oldum, ama Mehmet (Tekatlı) Abi “yardımcı erkek” kategorisinde aday olmamış, orada bir talihsizlik seziyorum. “Dıkşın”a gelen herkes de bunu bize söylüyor; bu benim iyi niyetli bir şekilde rol arkadaşımı savunduğum bir cümle değil! Mehmet Abi, “Dıkşın”da o cümleleri öyle almasa, öyle duymasa, öyle dinlemese, öyle bakmasa, öyle tepki vermese; yani bu mevzunun ne olduğunu böyle kavramasa, benim cümlelerimin hiçbiri komik olmuyor, oyunculuğum da iyi durmuyor. Çünkü bu oyun çok karşılıklı bir oyun… Biz bunu deneyimledik de sahnede… Pratikte ve somutta da karşılıklı yapılan bir oyun... Bence, bu oyunun yapısında, ikili olarak çok iyi bir araya geldik.

    “Dıkşın” sürekli kafamızda, hayatımızda ki Koffi de öyle”

     · Yazar 2000’de yazmış bu hikâyeyi… Peki, 2024 versiyonunda, günümüzün “Stan”leri ve “efendi”leri kimlerdir? Ya da günümüz eleştirisi içinde bu metin nerede durur? Ayrıca karakterleri yaratırken veya çalışırken fonunuzda neler vardı?

    Kemal Aydoğan: Stan ve efendi arasındaki ilişkiye mikro ölçekte her yerde rastlayabiliriz. İşyerinde, evde, mahkemede, markette vb. büyük ölçekte ise emeğin sömürüsünde, halkların “kuzu” edilmesinde… Özgürleşme hareketlerinin nedenlerinde bu ilişkiyi görebiliriz. Dolayısıyla Gazze’den TV dizilerine, ticarileşmiş sanata her yerde rastlanabilir. Tüm bunlar ilgi alanımıza girdi. Guy Debord, “Gösteri Toplumu”nun bir numaralı pasajında şöyle diyor: “Modern üretim koşullarının hâkim olduğu toplumların tüm yaşamı devasa bir gösteri birikimi olarak görünür. Dolaysızca yaşanmış her şey yerini bir temsile bırakarak uzaklaşmıştır.” Fonumuzda bu belirleme asılıydı.

    Onur Ünsal: Bence, herhangi bir fikri sabitleyince oyun bozuluyor. “Dıkşın” sürekli kafamızda, hayatımızda ki Koffi de öyle dönüyor yani; manaları tamamlamak yerine daha doğaçlama bakmak, düşünmek gerekiyor. Anlamak yerine, şahit olduğumuz parça parça olan yerleri, hayatın akışına bırakmamız gerekiyor. Gelen seyircilere de bunu tavsiye ediyorum. Bir şiiri nasıl okuyorsanız, oyuna da öyle bakın! Emine Ayhan’ın bu oyun için sosyal medyasında bir paylaşımı vardı, çok hoşumuza gitmişti; oyun için, “dil enflasyonu mu, söz enflasyonu mu” şimdi tam hatırlayamadığım bir tanım…

    · Tekste sizi en çok etkileyen cümle, bölüm ya da sahne hangisi? Ve bu sizde nasıl bir his hemhali ve durumu yaratıyor?

    Kemal Aydoğan: Beni oyunun tüm hareketi etkiliyor. Stan’i zorla bir hikâyenin içine sokup ona pornografik bir hikâyeye sevk etmesi -ki Stan de bundan başka bir hikâye anlatamıyor, belki de tek bildiği hikâye, bir nekrofili hikâyesidir onun da- Stan’in bunu anlatırken sinemanın unsurlarını kullanması bölümünü, sinemanın (kanaatler üreten sinemanın) ipliğini pazara çıkartması açısından da etkili buluyorum. Sonrasında efendi böyle bir hikâye olmadığını, bunu Stan’in zehirli zihninin ürettiğini, dolayısıyla kendisini böyle bir hikâye ile aldatmaya kalktığını söyleyip, Stan’in elinden tüm silahlarını alıp onu zeminsiz bırakır. Stan, efendiye bakıp, ona göre strateji geliştirmeye kalkmaktan kuruyup kalmış, hatta kendi sonunu kendi hazırlamıştır. Dilini, tavrını, kimliğini, kişiliğini ve de netliğini kaybeden Stan ölmüştür, ölüdür, zombidir, tıpkı anlattığı hikâyedeki kadın gibi.

    Onur Ünsal: Metinde sevdiğim cümle: “Afrika raşitik bir çocuk gibi; doğdu ve yaşlandı.”

    Mehmet Tekatlı: Cümle değil de bölüm var aslında… Bana, (Beckett’in) “Godot'yu Beklerken”deki Lucky karakterini hatırlattığı (Lucky, Pozzo karakterinin kölesidir ve Lucky, karakterlerin çoğunun durmadan konuştuğu bir oyunda benzersizdir, öyle ki yalnızca biri yedi yüz kelimeden uzun olan iki cümle söyler.)… Stan’in de halinin yaşadığı o an’ın bana hatırlattığı ve sevdiğim bölüm. Stan’in Lucky olduğu hal, o bölümleri daha bir seviyorum.

    · Bu sorum, sahnede bizleri oyunculuklarıyla başka bir dünya / hayatın parçası yapan oyunculara. Son yıllarda öyle absürtlüklere şahit oluyorum ki konser, sergi, tiyatro hemhalindeyken, açıkçası çoğu vakit “seyircilik / izleyicilik” duruşumuzdan / tavrımızdan rahatsız oluyorum. Mesela, bizlerin, sizleri sahnede gördüğü ışık muazzam! Peki, sizin, bizleri gördüğü fotoğraf nasıl; “Dıkşın” üzerinden, siz daha sahnede oynarken, biz de seyir halindeyken koltuktaki oturuşumuzu soruyorum? Örneğin, bizler, sizin içselleştirdiğiniz yerden Koffi’nin meramını anlayabiliyor muyuz?

    Onur Ünsal: Hemen / o anda oynarken anlama haline cevabım hayır olur! Zira “hemen” biz de anlamadık ki zaten... Evet, sizin verdiğiniz örnekler üzerinden “anlamayan” çok belki ama bu bir kamu sanatı ve sanatta bunlar olabiliyor ve bizler de bir sürü absürt şeylerle karşılaşabiliyoruz. Şöyle ki ben de oynaya oynaya öğrendim; direkt oynamaya başlamadım; seyirci de izleye izleye belki de...

    Mehmet Tekatlı: Ama işte orada da seyirci “ne izleyecek” mesela! Geçenlerde bir yoruma denk geldim: “Ben, şehir ve devlet tiyatrolarının iyi bir seyircisiyim, bu oyunu anlamadım, hiç beğenmedim…” yazıyor! “Anlamamak” hali anlaşılır bir şey, fakat anlamadığı için “kötü tiyatro” tarifi, tanımı; işte sorun da burada! TRT 2’de bazen denk geliyor izliyorum, devlet tiyatrolarında kostüm, dekor, oyun, yönetmen başlıklarında bir program. Orada devlet tiyatrosu yönetmeni diyor ki; “Bizim, seyircinin anlamasını sağlamamız lazım. Metni anlayacağı şekle getirmemiz lazım…” Şimdi en basitinden bu davranıştan yola çıkarak düşünürsek, o zaman işte o seyirci, Koffi gibi bir yazarın hikâyesini görünce, “iyi seyirciyim fakat bu oyunu anlamadım, beğenmedim, kötü…” diye bir yorum da bulunabiliyor. Bir de şöyle bir şey var; metni orijinal haliyle koysaydık sahneye, Onur’un karakteri çırılçıplak sahnede dolaşacaktı...

    · Diyelim ki oyunun karakterleriyle tesadüf bu ya denk düştünüz ve aynı masalarda kelamdasınız. Öncesinden de az-çok hayat hikâyesini biliyorsunuz. Bir sözünüz olsa, bu ne olurdu?

    Kemal Aydoğan: “Stan, senin boyun devrilsin emi, ne kadar da bana benziyorsun.”

    Onur Ünsal: “Çok iyi İngilizce konuşuyorsun Hacı!”

    Mehmet Tekatlı: “Üzme bizi Stan!”

    “Belki de ölü tiyatro seviyoruzdur…”

    “Aslında biz çöldeki bir adet kumu talep ediyoruz”

    · Burada yine sözü, iç sesime bırakıp soruma öyle geçmek isterim. Sade bir tiyatro izleyicisi olarak fikrim, Onur Ünsal oyunculukta “peygamberlik” ve artık da “tanrılık” vasfına ulaşmıştır; ki sonunuzu da marazlı görüyorum, zira ulaşılacak en iyi hemhaldesiniz, üstüne performans açısından “etkileyici” hale genç yaşta geldiniz! Oyunculuğu, hem oyunculuk açısından hem de kendi kariyeriniz açısından başka bir boyuta taşıyorsunuz… 20 yılı geçen bir oyunculuk hemhali ve ustalığıyla karşımızdasınız; sahnedeki enerjinizden nasiplenerek sorum, sizin açınızdan günümüz tiyatrosu ortaya nasıl bir fotoğraf çıkarıyor?

    Onur Ünsal: Haberleri takip ediyorum, dinliyorum, okuyorum: Gördüğüm kamu bankalarının reklam harcaması bir yılda yüzde 70 artmış (Es notu: Birgün'den Mustafa Bildircin'in haberine göre, basın yayın organlarına reklam veren bankaların reklam-ilan harcamaları toplamı 4 milyar TL'ye dayandı)… Paraya bakın, bu parayı görselleştirsek, sade vatandaşın yani senin, benim vergimi reklama harcıyoruz. Peki, bizler, sanat / tiyatro olarak ne istiyoruz; 1 milyon lira… Bizde o olmadığı için bağırıyoruz. Aslında biz çöldeki bir adet kumu talep ediyoruz. Herhangi bir mevzuya harcanan paranın binde biriyle bu sektör / tiyatro kurtuluyor. Abartmıyorum gerçekten kurtuluyor. Çünkü “ağlayarak istediğimiz” zaten para da para değil şu rakamlar karşısında… Şartlara bakınca, anormal durumda halimiz, biz tiyatrocuların senelerdir ağlayarak istediği(miz) meblağının komikliği de bu… Belki de tiyatrocular olarak realisttik değiliz! Çoğu insan, eski tip düşünce yapısında; oluruz” diyor; ama hepimiz eşit değiliz! Demokrasinin ilk cümlesini kura kura, bu işleri çözemiyoruz. Artık kılcaldamarlarına kadar sistemi çözmemiz gerekiyor. Daha önce de söylediğimiz gibi, tiyatroda istediğimiz bir oluşum içerisinde dağılalım, birimlere bölünelim. Çünkü tiyatrolar ve tiyatrocular olarak hepimiz aynı şeyi istemiyoruz, taleplerimiz, beklentilerimiz bile farklı. Ezcümle, “tiyatro” kelimesi altında ortak değiliz hiçbirimiz! Ve tüm bunları metodolojik olarak ayıralım: mesela, fatura adresi Kadıköy olup, Kadıköy’de hiçbir şekilde görünmeyen 200 tane tiyatro var. Eşitlikçi davranıp onlara bir şey yapamayız. Çünkü yoklar…

    · Yine çok mantıklı konuşan bir tiyatrocu ile birlikteyim, yalnız değilsiniz, gördüğüm çok değilsiniz ama az da değilsiniz. Fakat “aynı soru”yu yinelemek zorundayım, bir araya gelince neden bu mantık işleyemiyor, neden olmuyor?

    Onur Ünsal: Biz tiyatrocular, planlı metodolojiyi uygulayamıyoruz; biz soyut, güzel cümlelerde kalıyoruz. Planlı metodolojiyi için de sadece bizlerin değil, bakanlığın da el atması gerekiyor. Çünkü buna bir birim ayırıp bunları sınıflandırması gerekiyor. Moda Sahnesi’nin devletten isteği nedir, falan tiyatronun devletten isteği nedir diye… Hepimize 10’ar bin lira verip, bu işin altından kalkamayız… Tiyatro Kooperatifi örgütlenip güzel şeyler yaptı. Fakat bizlerin bakanlık seviyesinde temsil edilmemiz gerekiyor. Çünkü dediğim gibi herkes aynı düşünmüyor. Bu konularda derinlemesine bir okuma yapmamız gerekiyor…

    · Pek çok tiyatrocu, mecburen sanat yapmaktan hariç sahne arkası mevzular sebebiyle adeta bir muhasebeci, iktisatçı (gibi olmak zorunda)... Peki, siz, tiyatrodan uzaklaşıp yeniden döndüğünüz sahnede görüp de çektiğiniz fotoğraf nedir?

    Mehmet Tekatlı: Açıkçası ben hiçbir zaman inanmadım birlik, bütünlük olunacağına; bu konularda karamsarım. Fotoğrafa baktığımızda, gerçekten tiyatro veya sanat yapmak isteyen insan sayısı çok az! Toplanan insanlar arasında da az… Hayat şartları adı altında kısa zamanda yol kat etmek ve para kazanmak oluyor sonuç çoğu tiyatrocu / sanatçı için… Gerçekten başka bir şey yapmak isteyen mesela, Koffi diye bir yazarı bulayım, oynayayım ve tiyatro bu da olabilir diyen birileri çok az…

    · Son zamanlarda kültür sanat rotasında size iyi gelen veya dikkatinizi çeken neler var; paylaşırsanız bizler de nasiplenelim isterim?

    Kemal Aydoğan: Neşet Ertaş’ın yeni albümünü, Passolini’nin yeni filmini, Dostoyevski’nin son romanını dört gözle bekliyorum. Bir de Koltes uzun zamandır yazmıyor, yeni bir oyun yazsa fena mı olur?

    Onur Ünsal: Mayıs’ta gerçekleşen Mamut Art Project’e gittiğimde orada, Elif Acar ve Kübrasu Yıldırım’ın işlerine hayran kaldım diyebilirim. Son zamanlarda dinlediğim -ve hâlâ sevip sevemediğime karar veremediğim ama neredeyse bininci kez dinliyorum- Baneva’nın “Alaturka” şarkısı. İzlediğim ise “Baby Reindeer” dizisini çok çok sevdim. Ekrandan maksimum alabileceğin sanat verimi bence “Baby Reindeer”dir.

    Mehmet Tekatlı: Ben yaklaşık beş aydır oyunla hemhalim ve bir yere çıkamadım desem; zaman kaldıkça ve buldukça da çocuğumla vakit geçiyorum.

    · Moda Sahnesi yeni sezonda / Ekim’de bizi bekleyen heyecanlardan neler var, biraz tüyo alabilir miyiz?

    Kemal Aydoğan: “Macbeth” ile sezonu açacağız. Sıkı bir kadro kurduk. “Macbeth”i tepetaklak eden bir yorum ile seyirci karşısında olmayı planlıyoruz. Eylül sonunda prömiyer yapmayı planlıyoruz. Barış Atay, Ezgi Çelik, Aybanu Aykut, Deniz Elmas, Melek Ceylan, Özge Öztürk, Gözde Kısa’dan oluşuyor oyuncu kadrosu. Bunun dışında planladığımız başka oyunlar da var.

    · Ayrıca, “bu da var...” dediğiniz mevzular varsa da seve seve yazalım…

    Kemal Aydoğan: Biraz tatil yapmamız lazım Betül. Bu yıl, ben 4 oyun yönettim, Moda Sahnesi 6 yeni oyun sahneledi. Moda Sahnesi diyor ki: “Artık yeter da!”

    · Bir de “Dıkşın”a turne gözüküyor mu?

    Kemal Aydoğan: “Dıkşın”ın turnesi olmaz. Bu oyunu turneye götürecek organizatör de bu oyunu seyredecek seyirci de -hele ki Anadolu düşünülürse- pek yok gibi! Bu ticaret dışı oyunu kim, niye turneye götürsün ki? Mal üretim bandına uygun formlara sahip değil “Dıkşın”... Bırak “Dıkşın”ı, “Şirreti Evcilleştirmek” bile değil! Niye? Oyun içindeki göndermeler münasip bulunmuyor. Suya sabuna dokunmayan sanatla zehirlendi seyirci. Belki o da ölü, tüm organizatörler gibi! Belki de ölü tiyatro seviyoruzdur, tiyatro nekrofiliyizdir, tiyatroyu canlı değil de pornodaki gibi ölü iken seviyoruzdur; Koffi böyle diyor

    Sıradaki Haberadv-arrow
    Sıradaki Haberadv-arrow