150 yıllık bir yolculuk; Büyük Zarifi Apartmanı’nın peşine düştük!
2011’den günümüze yayıncılık, sinema, müzik ve dans mesaisinde yaptığı / ürettiği işlerle dikkat çeken ve “Anlatılan şehrin hikâyesidir” diyen İstos, şimdi de tiyatro hemhaliyle karşımızda: İstos Sahne ve ilk oyunları (ki 27. İstanbul Tiyatro Festivali kapsamında seyircisine merhaba diyen) “Büyük Zarifi Apartmanı”. Yeni sanat adresimiz ise; Beyoğlu’nda, Pembe Çıkmazı’nda konuşlanan Büyük Zarifi Apartmanı. Zaten oyun da bu mekândan alıyor meramını ve efsununu...
“İçinde yaşadığımız zamanın kedine özgü bir tarafı varsa eğer, onu bulacağımız yer, siyasal militanlık, yaşam biçimlerindeki dönüşümlere gösterilen dikkat ile bir sanat dünyası arasındaki bu belirsiz yakınlık tarzdır: Söz konusu sanat dünyasına damgasını vuran da, kurulu sanatlara has dinamiklerden ziyade, ifade türleri ile bunların öğelerinin montajının kesinleşmesidir. Bu halleriyle yeni duyarlılıkların ifadesi ve geleceğin habercileri olacak bir edebiyatta, tiyatroya ya da sinemaya pek inanmıyorum. Bugün sanatı siyasete yakınlaştıran şey kurulu sanatların içsel yenilenmelerinden ziyade sözcük ve imgelerle, hareketlerle, zaman ve mekânlarla ve bu unsurların (performans, sahneye koyma, yerleştirme, sergi, vs.) oynak, muhtelif terkipleriyle ilgilenmektedir. Daha da ileri gidip şunu söyleyebiliriz Günümüz sanatının hâkim karakterlerinden biri, normalde birbirinden ayrılmış pratikler arasında çapraz bağlar kurmaktır. İş, sanatçının malzemeleri, teknikleri ve farklı türde temsil tarzlarını bira araya getiren bir tür çok yönlü teknisyene dönüşmeye meyletmesiyle kalmaz. Sanatçı ayrıca sanatsal etkinlik ile sıradan etkinlikler arasındaki hudutları kat eden ortak sözcükler, imgeler, sesler veya jestler üzerine çalışmayı çoğunlukla kendine özel amaç olarak seçer...”
Fransız filozof Jacques Rancière, (Metis Yayınları / yayıncı, aktivist Eric Hazan söyleşisi / Murat Erşen çevirisi,) “Nasıl Bir Zamanda Yaşıyoruz?” adlı kitabında bu peşrevden veriyor mevzusunu. Üstadın 58 sayfalık kitabı manidar ve hayattan bir türlü alamadığımız yaşam nasibinin de cevabı niteliğinde! (İç ses: Rancière, Hazan’ın sorularını 2016 Ağustos’u ile 2017 Şubat’ı arasında cevaplamış. Sonrasında dünyada çok sular aktı ve kesildi ama üstat geleceği betimlemiş adeta...)
“Geleceği yaratan sadece mevcut anlardır ve bugün için hayati krizi, kırılmasızlık yanlısı mantıksallar tarafından önerilen algı, düşünceler, yaşam ve ortaklık tarzlarına mesafe almayı sağlayan tüm bölünme biçimlerinin yaygınlaşmasıdır. Sonsuza dek karşılaşma ve bir özgürlük dünyasında fışkıran gücü yaratma imkânı vermek için çaba göstermektir.” diyen Rancière’e şu yaşadığımız veyahut yaşıyoruz sandığımız post – modern zamanlarda kulak vermekte fayda var!
Gelelim bu haftaki meramımıza... Rotamız: Beyoğlu’nda, Kâtip Mustafa Çelebi Sokak’ta yer alan 150 yıllık bir apartman olan Büyük Zarifi Apartmanı. Artık burada sadece kitap / yayıncılık, film / yapım, müzik / dans gibi atölye eğitimleri olmayacak, en yenisinden bir tiyatro adresimiz daha oldu: İstos Sahne. Ve İstos’un ilk oyunu ise: İlhamını konuşlandığı apartman/evden alan “Büyük Zarifi Apartmanı”... Tek perde, 80 dakikalık oyun: “Bir Ev Hatırlıyorum” (Yazar: H. Can Utku, Oyuncular: Pınar Fidan, Rasmi Tsopela), “Mavi Çiçekler” (Yazar: Fulya Özlem, H. Can Utku, Sandra Penso, İlyas Özçakır, Çağdaş Ekin Şişman, Oyuncu: Çağdaş Ekin Şişman, Video Oyuncuları: Ali Baran Özcan, Andreas Sarantidis, Çağdaş Ekin Şişman, Oğulcan Arman Uslu, Yusuf Tan Demirel) ve “Çatlakların Arasında Orada Bir Yerlerde” (Yazar: İlias Maroutsis, Oyuncular: Gafur Uzuner, Umut Çınar) adlı üç bölümden oluşuyor.
Sezonda ‘tiyatro en’lerim arasında yer alan, İstanbul Rumlarının hikâyesine misafir eden oyunun tüm emekçilerine -bir kez daha- mütemadiyen sevgi, selam! Proje tasarım ve yönetmen: İlyas Özçakır, yapımcı: Anna Maria Aslanoğlu, video yönetmeni / kurgu: Sandra Penso, yardımcı yönetmen: Melis Balaban, dekor tasarım: Osman Özcan, kostüm tasarım: Müge Orhan, ışık tasarım: Utku Kara, ses tasarım: Berkant Kılıçkap... (Es notu: Oyun fotoğrafları Salih Üstündağ’a ait.) Bir apartmandaki üç hikâyeden / hayattan yola çıkıp bir şehrin ve aslında bir coğrafyanın tarihine tanıklık ettiğimiz “Büyük Zarifi Apartmanı”nın yaratıcılarından İlyas Özçakır, Anna Maria Aslanoğlu, Gafur Uzuner ve Çağdaş Ekin Şişman ile hikâyelerinin peşine düştük...
“Sürgün ve göç devam ediyor”
· İzninizle sondan başlamak isterim. “Normal toplum kutsiyeti kalmadığı için ya da günahkârlığı yüzünden, bencilliğin ve açgözlülüğün hüküm sürmesi yüzünden, manevi değerler yerine maddi kaygıları geçirmesi, bireyin özgürlüğünü ayaklar altına alması, insanlar arasındaki mahremiyeti ve duygudaşlığı tahrip etmesi, insanlar arasında eşitsizliğe neden olması ve adaletsizliği şaha kaldırması, zorlama düşmanlıkları ve rekabeti teşvik etmesi ve istemesi vb. yüzünden kınanır” diyor (Ayrıntı Yayınları, Akın Emre Pilgir çevirisi) “Sosyolojik Düşünmek” adlı kitabında sosyolog / filozof Zygmunt Bauman ve (Tellekt Yayınevi, Sinan Okan Çavuş çevirisi) “Akışkan Modernite” adlı kitabında da şöyle noktayı koyuyor: “Dünya, düşünenler için bir komedi, hissedenler içinse bir trajedidir.” Üstadın bu kelamının yamacında, bugün yaşadığımız dünya gidişatına bakınca; sizlerin “2023 Z Raporu”ndan ne çıkar? Ve tiyatroya çağdair 2024 yılı (kısa ve uzun vadede) öngörünüz ne olur?
Gafur Uzuner: 2023’te insanın insana yapmaması gereken her şeyi gördük. Ukrayna’da gördük, depremde gördük, Gazze’de görmeye devam ediyoruz. İyilik kötülere yetişemiyor. İnsanlar kendilerine yapılmasını istemedikleri her şeyi başkasına reva görebiliyor. Üstelik dünyanın gözü önünde... Sürgün ve göç devam ediyor. 2024’te genç tiyatrocular için bir dileğim var. Çok sayıda oyunculuk okumuş gençler tiyatro yapamıyorlar. Bu oyuncuların bu fırsatı bulmalarını umuyor ve diliyorum.
Çağdaş Ekin Şişman: 2023’ten de öncesinden de çıkan şey dünya olarak giderek birbirimize ve çevremize karşı yüzeysel, yapay (zekası da dahil), tüketici, nefret dolu oluşumuz. 2024’e dair pek öngörüm yok açıkçası. 2024 ve sonrasında Türkiye tiyatrosunda emeklerin karşılığını bulduğu, dayanışma ve mücadele ortamı dileyebilirim ancak.
Anna Maria Aslanoğlu: Maalesef “2023 Z raporu” hiçbir açıdan parlak değil. Tarihin de tekrar ettiği, kendini hatırlattığı dönemleri yaşıyoruz. Kısa ve uzun vadede, barışın ve dayanışmanın hâkim olduğu bir dünyada özgürce üretebilmeyi, bağımsız kültür-sanat üretiminin yollarının çoğalmasını dileyebilirim.
· Gelelim fonunda sürgün, göç, ayrılık, zaman ve mekân gibi temaların geçişleriyle üç farklı boyutun yine üç farklı hikâyesini girift anlatan “Büyük Zarifi Apartmanı”na… Hikâyenin doğuşunu ve sizi bu hikâyeyi sahnede endam ettirmeye heves ettiren hemhali; ezcümle fitili ateşleyen mevzunun arka planını anlatır mısınız?
İlyas Özçakır: Fitili ateşleyen binanın bizatihi kendisi oldu aslında. 2022’nin son günlerinde İstos’un yeni ofisine başka bir işin okuma provası için gelmiştim, bu vesileyle attım ilk adımımı apartmandan içeri. Okuma provası bittikten sonra mekâna “alıcı” gözle baktım ve Anna Maria’ya, “Burada bir şey yapalım mı?” diye sordum. Anna da heyecanlanınca, o anda fitil yanmaya başladı aslında. Eve gider gitmez Büyük Zarifi Apartmanı’nın tarihi ve binayı yaptıran Zarifi Ailesi hakkında bir küçük araştırma yaptım. Sonraki birkaç gün ne ve nasıl anlatacağımız üzerinde düşündüm. Genel tasarımı hazırladıktan sonra Anna’ya sundum ve çalışmaya başladık.
Anna Maria Aslanoğlu: İlyas’ın İstos ofise geldiği günkü heyecanını hatırlıyorum, o yayılan heyecana kapılmamak imkânsız zaten. Kolları sıvadık ve yavaş yavaş inşa etmeye başladık. Şimdi bakıyorum, 60 oyun olmuş bile! İstos’ta yaklaşık 12 senedir, buna benzer ‘organik’ şekillerde ve bu heyecanla üretiyoruz, hatırlaması ne güzel!
· Metni sahneye taşırken hangi tür enstrümanlardan yararlandınız; karakterleri yaratırken ve sahnede şekil verirken öncelikleriniz nelerdi? Anlatım güzergâhınızı hangi rotalar belirledi ve bu nasıl evrildi / dönüştü?
İlyas Özçakır: Ne anlatacağımızı bulmakta çok zorlanmadık! 150 yaşını aşmış, Osmanlı’nın son dönemlerine ve Cumhuriyet’in 100 yaşına tanıklık etmiş, birçok önemli tarihi olayın merkezinde bulunmuş bu apartmanda yapacağımız oyun tabii ki bir hafıza projesi olmalıydı. Bunu kolayca belirledikten sonra nasıl yapacağımız konusunda düşünmeye başladık. Öncelikle yapıyı belirledik. Binanın yapısından ilhamla oyunun üç farklı alanda geçecek üç bölümden oluşmasına karar verdik. Bu alanlardan ikisi orta noktaya göre birbirine simetrikti ve birbirinin aynadaki yansıması gibiydi. Bu yapı dramaturgi açıdan müthiş bir hediyeydi bize. Çünkü bizim anlatacağımız hafızanın da temelde iki tarafı vardı. Buradan hareketle bu iki bölümden birini Türkiye’den bir yazarın, diğerini Yunanistan’dan bir yazarın yazmasına karar verdik. Ayrıca yazarlarımızla yaptığımız toplantılarda bu iki bölümün anlatı ve anlatım olarak da simetri hissini taşımasını istedik. Yazarlarımız da karakterlerini, temalarını ve oyunlarının tonlarını buna göre belirlediler. Ortada yer alan (seyircinin tam karşısında bulunan) bölüm ise hem diğer iki bölümü birleştirici unsur olmalı, hem de farklı bir yapıda olmalıydı. Çünkü apartmanda oyun yapmanın getirdiği gerçekçi yaklaşım sebebiyle iki bölümü çok gerçekçi tasarlarken, ara bölümün bu gerçekçiliği kırmasını istiyorduk. Hafıza dediğimiz şey de gerçekliğin türlü çeşit yorumu değil miydi? Bireysel, toplumsal, siyasal… Hangi hafıza, hangi gerçek? İşte, gerçekçiliği kırmak (gerçekdışı ya da gerçeküstü demiyorum!) adına bu ara bölümde zaman ve mekân algısıyla oynamak istedik. Bu da bize ikinci bölümün temelini oluşturmamızda çıkış noktası oldu.
Anna Maria Aslanoğlu: Metinlerinden sahnelemesine projeyi tasarlarken, Büyük Zarifi Apartmanı’nın konu aldığı hafızaya nasıl yaklaşacağımızın üzerine çokça kafa yorduk. Yol haritalarımız bize Rum toplumunun hafızasına ve ortak bir coğrafyanın tarihine bakarken nostalji ile yetinmemeyi gösteriyordu. İstos’ta en başından beri gösterdiğimiz bir çabadır bu. Bunun üzerine gittik.
“Beyoğlu’nun hüznüne omuz vermemişiz”
· Metin yaratımı ve sonrası süreçte kolayladığınız, zorlandığınız ve aslında size tiyatral manada etkisi neydi, nasıldı? Zira farklı disiplinleri görüyoruz sahnede ve açıkçası tiyatro seyircisinin de çok sık rastlamadığı anlatım ve sahneleme biçimlerinden söz ediyoruz?
İlyas Özçakır: Çok fazla zorlandığımız şey oldu, bir o kadar da şansımıza şükrettiğimiz güzel tesadüfler! İlk büyük zorluklardan biri Yunanistan’dan yazar bulmaktı. Diğer edebi türlerde az da olsa Yunan yazarlardan çeviriler görüyoruz ama tiyatro oyunu yok maalesef. Dolayısıyla bizzat gidip oradan bulmamız gerekiyordu yazarı. İşimiz çok zordu! İstanbul Tiyatro Festivali’ne kabul aldığımız için, zaman kısıtlamamız da vardı çünkü. Ben bir Atina seyahati planladım. Birkaç oyun izledim, Atina Epidaurus Festivali direktörü ile bir toplantı yapıp önerilerini aldım ama asıl güzel haber Anna Maria tarafından geldi. Atina’da yaşayan sinemacı bir dostu (Josefina Markarian) tiyatro yazarı bir arkadaşı olduğunu söyledi. İşte İlias’la böyle tanıştık! Nea Smirni’de bir çay içtik ve anlaştık! Bu nasıl bir tesadüftür ki ailesi 64 sürgünü olan bir tiyatro yazarı bulmuştuk! Yine çok zorlandığımız benzer nokta ise Yunan oyuncu bulmak oldu. Türk yazarımız Can Utku öyle güzel bir fikirle gelmişti ki nasıl yapacağımızı çok düşünmeden bütün romantizmimizle evet dedik. Oyununda bir Yunan karakter vardı. Her şeyin bu kadar gerçek, bu kadar seyircinin dibinde yaşandığı bir oyunda bu karakteri oynayacak oyuncunun gerçekten Yunan olması gerektiğini düşündük. Rasmi Tsopela’yı da bulmak yine çok zordu ama bu sefer bulmanın ötesinde operasyonel anlamda ciddi büyük bir şeydi bu çapta bir oyun için. Özellikle maddi anlamda! Halen de zorlanıyoruz her ay kendisini İstanbul’a getirip 10 gün misafir ederken. Ama ne yapalım, biz de romantik yaratılmışız! Üçüncü en zorlandığımız nokta ise sizin de bahsettiğiniz farklı disiplinleri bir araya getiren ikinci bölüm oldu. Burada çok fazla detay vardı. Yine bu çapta bir oyun için ciddi büyüklükte bir film seti kurduk. Tabii burada Anna Maria’nın, videonun yönetmeni Sandra’nın ve yardımcı yönetmenimiz Melis’in sinema alanındaki tecrübeleri konuştu! Yalnız filmi çekmekle bitmedi bu arada! Projeksiyonun ve perdenin yerleşimi, ışığın tasarımı normal oyunlara nazaran farklı bir zekâ gerektiriyordu. Bu konuda ışık tasarımcımız Utku ve sahne tasarımcımız Osman’ın çok güzel dokunuşları oldu. Osman Abi ayrıca yine çok zorlandığımız konulardan seyirci platformunun yerleşimi ve oyun alanlarının açıları konusunda parlak fikirleriyle beni çok besledi.
Çağdaş Ekin Şişman: Ben, oyunun ikinci bölümü olan “Mavi Çiçekler”de Hrisoula karakterini canlandırıyorum. 1960’larda rebetika solisti olan bir kadın. Hrisoula’yı hem projeksiyondaki gençlik haliyle, canlı performansta ise 80’lerindeki hâliyle canlandırıyorum. Hrisola’dan farklı olarak ben 35 yaşındayım, müzisyen değilim ve Yunanca bilmiyorum. Dolayısıyla bu üç başlık “yaş, müzikalite ve dil” masa başı çalışmasının ve sahne provalarının dışında özel bir çalışma yapmamı gerektiriyordu. Özellikle müzik ve dil konusunda profesyonel insanlarla provalar yaptım. İstos Korosu’nun şahane şefi Fotini Kokkala ile oyun için gereken şarkıları telaffuzlarıyla beraber çalıştık, bana müthiş katkısı oldu. Oyunun “film” gibi olan kısmındaki Mavi Çiçekler grup provası sahneleri için de, aynı zamanda oyunumuzda da buzukisiyle rol alan buzukist Andreas Sarantidis ile enstrüman eşliğinde provalar yaptık. Bu iki isim dil ve müzik konusunda en büyük katkısı olan isimler. Benim için bir diğer zorluk projeksiyon ile eşzamanlı oyun kurmaktı; milimetrik hesaplarla kurduğumuz bir dünyaydı ve ilk defa böyle bir şey denedim. Matematiğine alıştıktan sonra genişleyen imkânları bulmak da mümkün oluyor ve çok keyifli oluyor.
Anna Maria Aslanoğlu: Yapımcı olarak farklı disiplinleri bir araya getirmek çok heyecan verici!
· Oyun sonrası us’umda dolanan (ve kişisel tarihimde de özel bir yeri olan Beyoğlu’nun) Demir Özlü’nün “Bir Beyoğlu Düşü” adlı kitabı oldu: “İçimde bir çöküntü duydum, sonraya ertelenmiş bir mutluluk duygusunun kırılmasına benzer bir duygu içinde dolaşmamı sürdürdüm… Atıldığın yeni hayat, bilmediğin karmaşıklıklar üzerine kurulmuş bir labirentten başka neydi ki? Çıkışı bilinmeyen bir labirent. İnsan da bir labirent değil mi?” Üstadın bu tarifini fener yaparsak sizin için Beyoğlu ne ifade ediyor? Metinden önce ve sonrasında sizin fokuslamanızdan nasıl bir Beyoğlu fotoğrafı var / çıkar?
İlyas Özçakır: Beyoğlu ile lise yıllarımda tanıştım. Silivri’de yaşıyorduk, abim ve ablam Çapa’da öğrenci evinde kalıyordu. Hafta sonu onları ziyarete geldiğimde ilk iş Taksim’e çıkardık. Boğaziçi’ni kazandıktan sonra da her hafta birkaç kez gelirdim arkadaşlarımla. Sanırım son demlerini biz yakaladık. Ama ne ifade ediyor sorusuna asıl cevabım “profesyonel tiyatroya başladığım yer” olur. İlk olarak 2006 yılının Aralık ayında -aynı zamanda Oyuncular Kahvesi olarak bilinen- Cem Safran Sahnesi’nde adımımı attım özel tiyatroya. Dolayısıyla benim için hayallerimin başladığı yerdir Beyoğlu. Şimdi ne Cem Safran sahnesi kaldı, ne harika oyunlar izlediğimiz Aziz Nesin Sahnesi, Taksim Sahnesi, Muammer Karaca Tiyatrosu, Maya Sahnesi… Bu genç yaşımda bu kadarını hızlıca sayabilmek bile üzüyor insanı! Neyse… Yıllar sonra yeniden Beyoğlu’nda tiyatro seyircisiyle buluşmak harika! Oyunda da hafızayı yaşatmak üzerine çalıştığımız için anlamlı oldu tabii bu geri dönüş.
Çağdaş Ekin Şişman: İstanbul’da doğup büyüdüğüm için Beyoğlu, özellikle üniversite yıllarımda benim için çok önemliydi. Beşiktaş’ta, Galatasaray Üniversitesi’nde okurken sınavdan erken çıkıp festival filmine İstiklal boyunca koşa koşa yetiştiğimiz zamanlar en güzel zamanlardı benim hatıramda. Bundan 15-20 yıl evveli yani. Muammer Karaca’da oyun izlemek çok güzeldi mesela, kapısında beklemesi bile. O yokuştaki Doğa Kafe’de çok anım var; kıraathanenin sahibi abiye, çocuğunun evlendiğinden bahsettiğinde bir sonraki gidişimde ekmek kesme tahtası hediye almıştım. 3. Mevki diye bir yemekçi vardı, git-gel dolapla gelirdi yemekler, müthiş güzeldi ve oranın kakaolu tatlısının tarifini hep merak etmiştim, kendim yapacağımdan da değil ha, bilsem de yapmaz orada yerdim, orada yemesi güzeldi. Gelen yemeğin başına toplanıp yan masa ile “bunlar sizin galiba, yok bizim mi acaba?” muhabbeti yapması keyifliydi. Saymaya kalksak yok olan pek çok hafıza mekânımız var aslında, sayfalar sürebilir. Ama bence Beyoğlu’nun bizim kuşak için geçmişinde olan en önemli şeylerden biri mekânlarla birlikte insanlarla kurulan ilişkilerdi. Müdavim olduğumuz yerler vardı hepimizin, tanıdık yüzlerdik belli mekânlarda, muhabbetimiz vardı. Mekânları insanlarla birlikte sever, öyle ilişkilenirdik. Son 10 yıldır, belki de Gezi’den sonra çok sık gitmemeye başladım Beyoğlu’na. Artık az mekânımız vardı. Nadiren çıkınca bile hem mutlu hem hüzünlü hissediyordum. Zarifi’ye başladığımız süreçte provaların etkisiyle Beyoğlu’nu yeniden çok sık arşınlar oldum, haftada 2-3 gün, bazen daha fazla. Ki benim ritüellerim vardı, Tünel’e yakın da olsam meydana yakın da olsam eve mutlaka caddeyi yürüyüp Yüksek Kaldırım’dan inerek Karaköy’den giderdim. Şimdi de öyle yapıyorum. Çok özlemişim. Çok yalnız bırakmışız. Yok olan mekânların üzüntüsünü sanki bir biz çekiyormuşuz gibi Beyoğlu’nun hüznüne omuz vermemişiz, bunu anladım. Şu artık klişeleşmiş “eski Beyoğlu kalmadı” lafını çok duyuyordum ben de, ama hak vermiyordum içten içe, sık gitmediğim için aksini de iddia edemiyordum. Zarifi ilaç gibi geldi Beyoğlu ile kurduğum ilişkiye. Beyoğlu bitmedi; değişti, yer yer yozlaştı, talan edildi. Ama bu Beyoğlu mu sadece? Hepimizin hayatı, her semt, her güzellik, İstanbul’un, Türkiye’nin kendisine olan bu değil mi? Beyoğlu’ndan dilediğim özür gibi bu oyun benim için. Benim yaşadığımın beş katını yaşamış Büyük Zarifi Apartmanı aramızı yeniden yaptı diyebilirim. Ne de güzel oldu!
Gafur Uzuner: Beyoğlu’nun benim sanat yaşamında çok önemli bir yeri var. Ankara’da üniversiteyi bitirdim ve bir günlüğüne İstanbul’a geldim. Geldiğim günün gecesi Beyoğlu’nda bir eğlence mekânında beni sahneye davet ettiler (televizyonda bir yetenek yarışmasına katılmıştım) ve ben mikrofon başında küçük bir gösteri yaptım. Tesadüf bu ya, seyircilerin arasında Şan Tiyatrosu’nun sahibi Egemen Bostancı da var. Hisseli Harikalar gibi, büyük prodüksiyonlar yapıyor. O gece bana iş teklif etti. Ertesi gün, yeni bir müzikalin rejisini yapan Haldun Dormen’e götürdü ve İstanbul’daki profesyonel yaşamım başladı. Daha sonraki yıllarda da Beyoğlu’nda oyunlar oynadım. Devlet tiyatrosunun Taksim’deki Venüs Sahnesi’nde bir müzikalde, Karaca Tiyatrosu’nda Nisa Serezli, Tolga Aşkıner topluluğuyla Turgut Özakman’ın “Ah Şu Gençler” oyununda ve Küçük Sahne’de Sadri Alışık Tiyatrosu’nda da oynadım. Beyoğlu’nda oynamaya devam ediyorum. İstos Sahne ile “Büyük Zarifi Apartmanı”. Son zamanlarda neredeyse Beyoğlu’na yerleştim. Ayın on günü, yirmi oyun oynuyorum. Büyük Zarifi Apartmanı’nda yaşıyor gibiyim. Şaka bir yana, oyun sayesinde Beyoğlu’nu yeniden keşfediyorum. Geçmişteki ayak izlerimi görmek hoşuma gidiyor. Oyundan önce ressam arkadaşlarımın atölyelerini ziyaret ediyorum. Onların parkeleri de gıcırdıyor muhtemelen o eski apartmanlarda da, yeni bir oyuna konu olacak ne hayatlar yaşanmıştır.
Anna Maria Aslanoğlu: Doğma-büyüme Beyoğluluyum, ailem de öyle. Koyu bir Beyoğluluyum! Üniversiteye kadar okuduğum tüm okullar buradaydı, sosyal yaşamım halen burada; İstos olarak Beyoğlu’nda kurulduk. Ofislerimizi hep buralarda aradık, buralarda kurduk. Bunların üstüne, Büyük Zarifi Apartmanı’nda yerleşik olmanın ve burada bir oyun üretmiş olmanın verdiği duyguyu tarif etmek güç. Beyoğlu’nun çok hızlı değişmesi hem şaşırtır, hem de keşif duygusunu hep canlı tutar, 40 yıldır halen arka sokaklarında dolanmanın, pasajlarına girmenin, sabah erken saatlerinde yürümenin tadı ve duygusu eskimedi bende. Burada üretirken her köşesine ve binasına kişisel hafızamda ayrıca bir katman ekleniyor. Vazgeçmesi güç.
“Apartmanın üç ayrı sakinine misafir oluyoruz”
· Yine Beyoğlu’ndan hareketle sorumu sarkıtmak isterim. İlhan Berk, “Pera” adlı kitabında Büyük Zarifi Apartmanı’nın bulunduğu Pembe Çıkmazı’nı şöyle anlatmış: “Yine bu sokağın Pembe Çıkmazı’nı da unutmamalı. Bugünkü Beyoğlu’ndan kendini sıyırmış belki de tek çıkmazdır o. Pera burada hâlâ yaşıyor gibidir. Hem bu çıkmazın Zarifi Apartmanı’nın (No.4) güzelliği, gizemi de bunu göstermiyor mu? Ya bu evin, bir zamanların güzeller güzeli Luiza Karakasyan’ı? O nasıl unutulur? Ya Madam Aleksandra? Madam Aleksandra’nın (o neşeli masum çıplak) ölümü gazetelerin de konusu olmamış mıdır? Bulmaca merakı yüzünden her gün üç gazete birden aldığı ve bir bulmacayı tamamlayamayıp yarım bıraktığı da gazetelere geçmemiş midir? Pembe Çıkmazı bir tarihtir.” Aslında hikâyeyi daha da ferahlatan ve genişleten, hatta bir üst peşrevden söylersem, oyunculuklara özne olan / çatı sunan “Büyük Zarifi Apartmanı” sizin için oyun öncesi ve artık ne ifade ediyor?
İlyas Özçakır: Öncesinde tanışmadığım için bu güzide apartmanla sonrasında, çölde vaha bulmak gibi oldu benim için. İçine girdikçe her gün yeni güzellikler sundu bize. Her bir köşesinden gizemli hikâyeler fısıldadı. Çıkmaz sokakta yer almasının da avantajıyla nispeten çok daha sakin kalabilmiş ve eski Beyoğlu ruhunu nispeten koruyabilmiş bir yer burası. Dolayısıyla yeniden barıştırdı beni Beyoğlu ile. Artık Beyoğlu benim için Pembe Çıkmazı’ndan başlıyor tabii ki. Başlıyor kelimesini özellikle kullanıyorum! Her zaman umut var güzel günlere kavuşmak için, Beyoğlu’nun güzel günlerine de… Dolayısıyla, Büyük Zarifi Apartmanı yepyeni bir umudu ifade ediyor benim için.
Çağdaş Ekin Şişman: Bir önceki soruda dediğim gibi öncelikle, Beyoğlu ile kurduğum ilişkiyi tamir etmede müthiş bilgelikte bir aracı kendisi. Büyük Zarifi Apartmanı ile İstos’un yeni ofisi olarak tanıştım önce. Her yere biraz fazla erkenden gitme gibi bir huyum olduğundan Pembe Çıkmazı’nda da çay içerek bu çıkmaz sokakla tanıştım. İlyas’ın projeci çılgın gözü bende yok; ben apartmana “ay ne güzel apartman” diye diye hayranlıkla girip çıktım defalarca. Oyun sürecinde ise bu ilişki farklı bir boyut kazandı, derinleşti. Bu apartmandaki hikâyeleri öğrenmek, apartmanın mimari detaylarıyla ilgili bilgiler edinmek, koridorda hangi parkelerin daha çok gıcırdadığı bilmek artık burayı evleştirmeye başladı. Seyirciyle buluşmaya başladığında da iyice evimiz oldu artık, yerleştik, alıştık, gelenimiz gidenimiz oluyor (gülüyor).
Anna Maria Aslanoğlu: Benim için de Büyük Zarifi Apartmanı önce Pembe Çıkmazı’ndaki o güzel binaydı, sonra ofisimiz, sonra oyunumuzun mekânı ve evimiz oldu, şimdi de misafirlerimizi ağırlıyoruz.
· Üç bölümden oluşan oyunun içeriklerinden bahseder misiniz; nedir bu bölümlerin efsunları?
İlyas Özçakır: Oyunu henüz izlememiş izleyiciye genel hatlarıyla bahsetmek isterim. Apartmanın üç ayrı sakinine misafir oluyoruz. Onların da kendi misafirleri var. Biz bu ziyaretleri izliyoruz. Bir sakinimizin adı Serap... Serap’ın misafiri kapıyı açık bulup içeri giren (Yunanistan’dan İstanbul’a turistik ziyarete gelen) Elefteria. Bir diğer sakinimizin adı Leandros. Onun da bir davetsiz misafiri var: Aslan. Leandros kendisini günler önce bırakıp giden oğlu Angelos’u beklerken kapı yıkılırcasına çalar, Aslan bir eyleme katıldığını, sert müdahale olduğu için bir süre bu eve sığınmak istediğini söyler ve hikâyemiz başlar. Bir başka sakinimizin adı ise Hrisula. Onun misafirleri ise çok yakından bildiği insanlar. Uzun zamandır görmediği bu insanlar belki de hep buradaydılar!
· “Anlatılan şehrin hikâyesidir" sloganıyla kendini takdim eden İstos, 150 yıllık bir apartmanda kadim kolektif hafızamızın sahnesi olarak Büyük Zarifi Apartmanı’ndan ses veriyor. Tarih boyunca yetimlere, derneklere, İstanbullu Rum ailelere ev olmuş bir apartman bu. Günümüze baktığımızda, bu hikâyenin nidalananları bugün kimlere ve nelere denk düşmektedir?
Anna Maria Aslanoğlu: İstos ofisin sizin de tanımınızla ‘kadim kolektif hafızamıza’ ses verdiğini duymak mutluluk verici. İstos’u oluştururken bir araya geliş amacımız tam da buydu. “Anlatılan şehrin hikâyesidir” İstos’un bütün girişimlerinin, üretimlerinin ortak sloganı aslında. Bizim için şehrin hikâyesinde sıradan insanların ve aşağıdan olanın, ezilenin hikâyesi nidalanıyor. Bu nida, sadece geçmişin nâhoş sadâsı değil tabii, aynı gökkubbenin altında hem yankılar hem de yeni sesler var. Bu hikâyeyi biz bir rivayet olarak değil, faal, süregiden, bizim de karakterlerinden biri olduğumuz bir hayat olarak ele alıyoruz. Geçmiş, bugün ve gelecek arasında ortak kesen çizgileri sadece yürümüyor, onları gerekirse bükerek muhayyel gelecekte yeni sonlara ulaştırmaya çalışıyoruz.
· Provalar sürecinde ve seyirciyle buluştuğu ilk anda; sizin his dünyanızda neler oldu? Mesela, yaratım aşamasında ve sonrasında sahnedeyken sizin fonunuzda neler vardı? Yönetmen ve yapımcı ve oyuncular olarak kafanızda dolanan, aklınızdan çıkmayan ses, görüntü, müzik, replik, buna benzer durum veya ögeler veya objeler nelerdi?
İlyas Özçakır: Benim için müthiş bir öğrenme süreciydi. Çoğu oyunumu ilgi duyduğum konu üzerine daha fazla düşünebilmek, o konuda derinleşebilmek ve bir şeyler öğrenebilmek için yapıyorum aynı zamanda. Ama bu proje bu anlamda en doyurucu projelerimden biri oldu sanırım. Hani lezzetli bir yemek yedikten sonra gelen tatmin hissi vardır ya ona benzer bir duygunun günlere, aylara yayıldığını düşünün. Tatminimi tarif etmem imkânsız. Aylardır hiç bilmediğim deryalarda yüzüyorum. Efsane şarkılar dinledim, nefis yemekler tattım, ufuk açıcı ritüeller öğrendim, hiç tanımadığım insanlara sarıldım. Bu süreçte ruhumu besleyen birkaç şey paylaşayım çeşitli alanlardan: Eleni Vitali’nin Matia Mou Malametenia şarkısı, Marianna Yerasimos’un (Yapı Kredi Yayınları) “İstanbullu Rum Bir Ailenin Mutfak Serüveni” kitabı ve içindeki enfes lezzetler, Mehmet Yaşın’ın “Bir Hayalet” şiiri, Yeorgios Viziinos’un öyküleri, İlias Venezis’in yaşamöyküsü, Zarifi Ailesi’nin hatıraları, oyuncularımızdan Rasmi Tsopela’nın Noel keki, Tassos Boulmetis’in “Bir Tutam Baharat” filmi, Atina’da müdavimi olduğum Kyklamino Restaurant, yazarlarımızdan İlias Maroutsis’in anneannesinin tarifiyle evde yaptığım sirkeli kurabiye, Fotini Kokkola önderliğinde İstos Korosu’nun müthiş şarkıları, Arnavutköy’deki Profitis İlias Kilisesi ve Midilli’de ziyaret ettiğim Profitis İlias Kiliseleri…
Çağdaş Ekin Şişman: Bu süreçte en çok şarkılar hafızamda yer etti. Ben daha önce Sotiria Bellou’yu tanımıyordum. Oyun şarkılarını araştırdığımda dinledim ilk kez. Onunla tanışmak bana çok iyi geldi. Oyunda da geçen Horisame Ena Dilino şarkısının girişindeki ilk 5 saniyelik bölüm ömrümce unutmayacağım bir melodi diyebilirim. Zaten sürekli dinliyorum. Bir de ışık tasarımcımız Utku’nun geldiği gün duyduğum şarkı var. İlk olarak ışık toplantısı için arka odaya geçmiştik, sahne alanında İstos Korosu’nun provası vardı. İlyas ve Anna, Utku ile konuşurlarken ben de bir yandan onları bir yandan da içeride çalan şarkıları dinliyordum. Koronun söylediği bir parça, toplantıyı dinleme motivasyonumu tamamen yok etti. Gidip soramadım da neydi bu parça diye. Tekrar eden bir kısmı kalmıştı aklımda ama Yunanca olduğundan aklımda kalan şeyi araştırmakta da zorlandım. O akşam ve sonraki birkaç gün habire şarkıyı aradım ve buldum sonunda. Sorsaydın diyebilirsiniz tabii ama ben de böyle bir insanım işte. Şarkıyı bulduktan sonra da sözlerini ve hikâyesini araştırdım. Şarkı Kaisaras Kikis’in “Galazia Erimia” albümündeki “Afousis”. İnternetteki forumlardan araştırdığım kadarıyla, Girit’te ailesinin katliamına şahit olan ve sonrasında aklını yitiren Afousis isminde bir öğretmeni anlatıyormuş. Hikâyesi ile beraber aklımda yer eden müziklerden biri de bu. Tabii daha pek çok var; Mariza Koh-Sto Pa Ke Sto Xanaleo, Sotiria Bellou-Anapse To Tsigaro, Stella Haskil-Bir Allah, Domna Samiu-O Konstantinos O Mikros…
Anna Maria Aslanoğlu: Sanırım Logia Andallaxame Varia’yı binlerce kez dinleyebilirim. Yazarımız İlias Maroutsis’in metninde başlayan şarkıyla ilişki kurma serüvenimiz, bende takıntıya dönüştü!
Gafur Uzuner: Benim için süreç teklifin geldiği an başladı. Anna beni aradı ve projeden söz etti. Çok heyecanlandım. Çünkü uzun süredir tiyatro yapmıyordum. Gelen öneriler de aklıma yatmıyordu. Oyunu istedim. Okuduğumda ‘beklediğim başka iş galiba bu’ dedim. İstos’ta, yapımcımız Anna ve yönetmenimiz İlyas’la buluştuk. İkisi de sempatik, doğal. Kardeşlerimle karşılaşmış gibiyim. Gençlere inanırım. Kucaklaştık, kaynaştık anlaştık. Provalarda yönetmenimize teslim oldum. İşini biliyor. Ondan bir şeyler öğrenmeye gayret ettim. Partnerim Umut da genç, yetenekli, saygılı. Durum bu olunca işimde kolaylaştı. Şile’de deniz kıyısında bile prova yaptık. Fonda martı sesleri… Son provalarda duygularım karmakarışık. Seyircimizle tiyatroya ilk başladığım günün heyecanıyla buluştum. Keyifli bir oyun oldu. Güzel insanlarla çalışıyorum. Yaşasın tiyatro!
“Büyük Zarifi Apartmanı’nın Yunanistan versiyonu”
· Tekste sizi en çok etkileyen bölüm ya da sahne hangisi? Ve bu sizde nasıl bir his dünyası yaratıyor?
İlyas Özçakır: Özellikle şu bölüm demeyeceğim ama bu binada gerçekten yaşanan hikâyelere çok yakından temas ettiğimizi düşündüğüm anlar var. Gerçekten yaşanmış hikâyeler anlatmıyoruz ama yazarlarımız bazen gerçeklerden beslenerek, bazen binanın kendisinden aldıkları ilhamla, bazen de tamamen kendilerinden çıkanlarla öyle gerçeğe yakın hikâyeler yarattılar ki bazen hangisi gerçek karıştırıyorum. Bu çok büyülü bir şey! İşte o anlarda iyi ki yapmışım, iyi ki yapmışız diyorum.
Çağdaş Ekin Şişman: Haliyle oynadığım bölüm beni en çok etkileyen diyebilirim sanırım. Ama her 3 bölümden de kulisteyken her duyduğumda ve oynarken her seferinde etkilendiğim yerler var. Sürprizleri bozmamak için sadece repliklerle şu kadarını diyebilirim; İlk bölümde “+Senin evin mi? -Ne (Yunanca evet)”, ikinci bölümde “+Şimdi siz bunları bana niye anlatıyorsunuz? -Sence?”, oynadığım bölümde de “Hiçbir yere gitmiyorsun!” cümleleri beni her seferinde etkiliyor.
Gafur Uzuner: Oyundaki üç hikâye de kıymetli, güzel hikâyeler ama tabii ki bazı yerler oyuncuya daha çok imkân veriyor. Benim Leandros’u, Umut Çınar’ın Aslan’ı oynadığımız son hikâyede de, parkelere basıp gıcırdattıktan sonra, duyuyor musun diye başlayan tiradım, öfkenin en önde durduğu bunun yanı sıra çok farklı duyguları barındıran bir sahne. Oynarken çok keyif aldığımı söyleyebilirim. İlk iki hikâyede de sahnede olduğum için, nerdeyse bütün replikleri ezberledim. Yunancalar da dâhil. Tabii ki ikinci hikâyedeki şarkı sözleri hariç... Şarkıları Hirusula’nın (Ekin’in) şahane yorumuyla dinliyorum.
Anna Maria Aslanoğlu: Artık çoğunlukla seyirci koltuğunda değil ama kuliste oyuna kulak misafiri olarak geçiriyoruz oyun günlerini; açıkçası 3 bölümün çeşitli aynı yerlerinde halen gözlerim doluyor. İster kuliste, ister seyirci koltuğunda farklı yerlerde benzer duygular yaşayan seyircileri görünce, ya da oyunlardan çıkan seyircilerle göz göze gelip nasıl duygular yaşadıklarını bir bakışla görünce, çok etkileniyorum.
· Diyelim ki oyunun karakterleriyle tesadüf bu ya denk düştünüz ve aynı masalarda kelamdasınız. Öncesinden de az - çok hayat hikâyesini biliyorsunuz. Bir sözünüz olsa, bu ne olurdu?
İlyas Özçakır: Şarkı söylemek isterdim; Mavi Çiçekler çalsın, Hrisula söylesin, hep beraber eşlik edelim ve sabaha kadar içelim isterdim!
Çağdaş Ekin Şişman: İlyas’ın hayali çok hoşuma gitti, ben de ondan istiyorum.
Anna Maria Aslanoğlu: Ben de, ben de!
· Son zamanlarda size iyi gelen neler var; kitap, müzik, tiyatro, sergi veyahut bir an veya bir fotoğraf karesi gibi, paylaşırsanız bizler de nasiplenelim isterim?
İlyas Özçakır: Ethan Kross’un (Domingo Yayınları, Ayşegül Çetin) “Geveze” kitabı, Kamkars Ensemble’ın “Xoş E Hewreman” şarkısı, Atina’da izlediğim Mario Banushi’nin “Goodbye Lindita” oyunu, Öktem Aykut galerisinde gördüğüm Can Altay’ın “Su Kuşlarının Yumağı” sergisi, “Gibi” izlemek, Deniz Göktaş izlemek / dinlemek.
Çağdaş Ekin Şişman: Son zamanlarda değil ama genel olarak sürekli dönüp baktığım, bana iyi gelen şeylerden bir kısmını söyleyebilirim. Orhan Kemal okumak örneğin beni her zaman ferahlatıyor. Goya’nın gravürleri ve karanlık çağ dönemleri resimlerine de dönüp dönüp bakarım. Müzik olarak da en büyük sığınağım Tom Waits’in Orphans: Brawlers, Bawlers and Bastards albümü.
Gafur Uzuner: Oyunlardan arta kalan zamanda resim yapıyorum. Özellikle Pera resimleri. Zaten profesyonel işim benim. 7 Mart’tan itibaren Ankara’da sanat fuarı var. Art Ankara’ya gideceğim. Mayıs başında İzmir’de İAFF Sanat fuarı var. Orda da resimlerimi sergileyeceğim. Şu sıralar eski kitapları tekrar okuyorum. Elimde Gülriz Sururi’nin (Doğan Kitap) “Kıldan İnce Kılıçtan Keskince” kitabı var. Resim atölyemin olduğu Şile’de doğada vakit geçirmek bana çok iyi geliyor.
Anna Maria Aslanoğlu: Bu aralar Norveçli yazar Dag Solstad’ın kitaplarına sardım, yanı başımda onlar var. Yollarda ise Johann Hari okuyorum.
· 2024 projelerinizden, kafanızda veya hayalinizde veyahut masanızda olan işlerden de bahseder misiniz?
İlyas Özçakır: 2024’te başlayabilir miyiz bilmiyorum ama “Büyük Zarifi Apartmanı”nın Yunanistan versiyonunu Atina’da yapmak istiyorum.
Çağdaş Ekin Şişman: Zarifi’yi Yunanistan’da oynayabilmek benim de oyuna dair en büyük arzularımdan biri. Yeniden çalıştığımız bir başka oyunum daha var, onu da sezon bitmeden oynamak istiyoruz. Masada bekleyen fikirler de var ama adım atılmış değil. Geçen sene kurulan ve deprem bölgesine turlar düzenlediğimiz bir sosyal clown ekibimiz var (S.O.S), onlarla ihtiyaç duyulduğu sürece bölgeye gidebilmeyi istiyorum. Hayallerin bir kısmı bunlar, bakalım gerçekler neler olacak.
Anna Maria Aslanoğlu: İstos’ta kısa ve uzun vadeli projelerimiz ve hayallerimiz bitmez, takipte kalınız! Biletlerimiz ne mutlu ki satışa çıkar çıkmaz bitiyor. Yer bulamadığını söyleyen ve oyuna gelmek isteyen çok seyirci oluyor, olabildiğince oyunları çoğaltmaya çalışıyoruz. Bu ilgi bizi çok mutlu ediyor. İleride daha fazla seyirciye ulaştırabilir miyiz, bunun yollarını arıyoruz, önerilere açığız.
SON DAKİKA
EN ÇOK OKUNANLAR
Guns N' Roses İstanbul Konseri Tarihi ve Bilet Fiyatları: Guns N' Roses İstanbul Konseri Ne Zaman, Biletler Satışa Çıktı mı?
Anita Taylor'ın 'Moonraker' sergisi VISION ART PLATFORM'da!
Osmanlı Padişahları sırası, Osmanlı'da tahtta kalma süreleri! Sırasıyla tahta çıkan padişahlar... Mehmet, Kanuni, duraklama, gerileme dönemi Osmanlı padişahları kimler?
Kuruluş Osmanlı'da beylikler dönemi! Osmanlı'da hangi beylikler var? Osmanlı dönemi Anadolu beylikleri hangileri?
Taş Tepeler’in uzaylıları