Yani alınan kredilerin geri ödemesi için katlanılan mali yük, en azından kısa vadeli nakit akışını bozacak şekilde, yatırımlardan beklenen getiriyi aşmaya başladı. Bu da esas itibariyle firmaların, döviz yükümlülüklerinin döviz varlıklarından fazla olmasından kaynaklanıyor. Tabi TL’nin gittikçe maliyetli hale gelmesi de, yine aynı şekilde finansman yükünü artırıyor.
Nitekim, son dönemde şahit olduğumuz üzere, Türkiye’nin önde gelen holdinglerinin kredi yapılandırma talebiyle bankalarla masaya oturması ya da bu yöndeki irade beyanları tesadüf değil. Keza söz konusu talepler, reel sektörde tehlikeli bir daralmaya işaret ediyor. Nihayet, büyüklerden gelen bu taleplerin devam etmeyeciğinin garantisi olmadığı gibi; küçük ve orta ölçekli firmalardan da yakın gelecekte aynı yönde taleplerin peşpeşe gelmesi çok olası görünüyor.
Nitekim, T. İş Bankası Genel Müdürü Adnan Bali’nin yapılandırma taleplerine ilişkin olarak geçtiğimiz günlerde yaptığı, “Kaynak tahsisini bozacak şekilde taleplerde, girişimlerde bulunmamalıyız. Çünkü bu aldığımız inisiyatifler bir ‘kredi kampanyası değildir. Bir ‘kredi yapılandırma' kampanyası da değildir” şeklindeki açıklama boşuna değildir.
Sayın Bali’nin piyasayı ve ekonomiyi çok iyi okuduğunu; bu yönde yeterince enstrümana sahip olduğunu tahmin etmek zor değil. Keza, duayen bankacı haklı olarak şunun farkında: Bu taleplerin haklı ya da haksız çığ gibi büyümesi ve bir kampanyaya dönüşmesi demek, bankaların alacaklarını vadesinde tahsil edememesi anlamına gelecek. Bu da bir banka için en kritik ölçülerden birisinin, yani aktif-pasif vade uyumunun bozulması demek.
Sonuç olarak, alacağını ötelemek durumunda kalan finans sektörü, yeni kaynak yaratmak için daha fazla ve mevcut konjoktürde daha pahalı borçlanmak zorunda kalacak. Ya da bir diğer olasılık, bankalar kredi musluklarını kısacak. Bu da kârlılığı düşürecek. Malum kârlılığın düşmesi, aslında kredi musluklarının daha da kısılmasına yol açacak bir döngünün tetikleyicisi. Yani bir fasit daire söz konusu olacak.
Burada asıl korkutucu olan, bu olası döngünün finans ve reel sektörü ve dolayısıyla topyekün ekonomiyi içine alan ve iliklerimize kadar hissedeceğimiz çok daha büyük ve tahrip gücü yüksek başka bir döngüye yol açma riskidir.
Yani alınan kredilerin geri ödemesi için katlanılan mali yük, en azından kısa vadeli nakit akışını bozacak şekilde, yatırımlardan beklenen getiriyi aşmaya başladı. Bu da esas itibariyle firmaların, döviz yükümlülüklerinin döviz varlıklarından fazla olmasından kaynaklanıyor. Tabi TL’nin gittikçe maliyetli hale gelmesi de, yine aynı şekilde finansman yükünü artırıyor.
Nitekim, son dönemde şahit olduğumuz üzere, Türkiye’nin önde gelen holdinglerinin kredi yapılandırma talebiyle bankalarla masaya oturması ya da bu yöndeki irade beyanları tesadüf değil. Keza söz konusu talepler, reel sektörde tehlikeli bir daralmaya işaret ediyor. Nihayet, büyüklerden gelen bu taleplerin devam etmeyeciğinin garantisi olmadığı gibi; küçük ve orta ölçekli firmalardan da yakın gelecekte aynı yönde taleplerin peşpeşe gelmesi çok olası görünüyor.
Nitekim, T. İş Bankası Genel Müdürü Adnan Bali’nin yapılandırma taleplerine ilişkin olarak geçtiğimiz günlerde yaptığı, “Kaynak tahsisini bozacak şekilde taleplerde, girişimlerde bulunmamalıyız. Çünkü bu aldığımız inisiyatifler bir ‘kredi kampanyası değildir. Bir ‘kredi yapılandırma' kampanyası da değildir” şeklindeki açıklama boşuna değildir.
Sayın Bali’nin piyasayı ve ekonomiyi çok iyi okuduğunu; bu yönde yeterince enstrümana sahip olduğunu tahmin etmek zor değil. Keza, duayen bankacı haklı olarak şunun farkında: Bu taleplerin haklı ya da haksız çığ gibi büyümesi ve bir kampanyaya dönüşmesi demek, bankaların alacaklarını vadesinde tahsil edememesi anlamına gelecek. Bu da bir banka için en kritik ölçülerden birisinin, yani aktif-pasif vade uyumunun bozulması demek.
Sonuç olarak, alacağını ötelemek durumunda kalan finans sektörü, yeni kaynak yaratmak için daha fazla ve mevcut konjoktürde daha pahalı borçlanmak zorunda kalacak. Ya da bir diğer olasılık, bankalar kredi musluklarını kısacak. Bu da kârlılığı düşürecek. Malum kârlılığın düşmesi, aslında kredi musluklarının daha da kısılmasına yol açacak bir döngünün tetikleyicisi. Yani bir fasit daire söz konusu olacak.
Burada asıl korkutucu olan, bu olası döngünün finans ve reel sektörü ve dolayısıyla topyekün ekonomiyi içine alan ve iliklerimize kadar hissedeceğimiz çok daha büyük ve tahrip gücü yüksek başka bir döngüye yol açma riskidir.