İflas talebine ilişkin haber sanırım önce sosyal medyada sonra geleneksel medyada kendine epeyce yer buldu. Keza böyle bir iflas, sektöre ve genel olarak inşaata dayalı büyüme modeline yönelik bazı kaygıların yeniden dile gelmesine gerekçe olsa da; meselenin esas mikro boyutu çok daha can yakıcıydı. Çünkü ateş düştüğü yeri yakardı. Hatta bazen iki kere yakardı.
Ateşin düştüğü yeri nasıl yaktığına gelmeden önce, resmi az biraz geriye sarmak gerekecek sanırım. Bana ve benim gibi düşünen bir çoklarına göre, sektördeki geliştiriciler, yani proje üreten firmalar, önemli derecede özkaynak yetersizliğinden muzdarip. Bu durum hane halklarının tasarruf yetersizliğiyle de birleşince; konut arz ve talep edenler için özellikle büyük projelerde sat-yap modeli (maketten satış) son yılların popüler finansman enstrümanı olmuş durumda.
Tabi bu finansman modelinin bir de üçüncü ayağı var. Finans kuruluşları. Şimdi, söz konusu üç sacayak üzerinde, en basit anlatımıyla süreç şöyle işlemektedir: Geliştirici maketten konutları satar. İnşaatı bitmemiş ya da henüz başlamamış projeden konut satın alan vatandaş, ödemeyi ya kendi tasarruflarından karşılar ya da bankadan konut kredisi kullanır. Geliştirici, satılan konutlardan gelen parayla inşaatı tamamlar ve daireleri sahiplerine teslim eder.
Şimdi gelelim ateşin düştüğü yere. Söz konusu geliştiricinin iflas istemesi, akıllara hemen “bu firmadan konut satın alanların durumu şimdi ne olacak?” sorusunu getirdi. Tabi burada herkes inşaatın tamamlanmaması nedeniyle oluşacak mağduriyeti düşündü haklı olarak. Oysa bu olayda da kısmen su yüzüne çıktığı üzere, risk sadece inşaatı devam eden projelerde değil. Aksine, inşaatı çoktan tamamlanmış ve konutu satın alanın içine girip yerleştiği veya kiraya verdiği konutlarda da çok ciddi başka bir risk var.
Buna göre, vatandaş inşaat tamamlandıktan sonra konutu teslim alıyor ama tapusunu almıyor. Çünkü, vatandaş tapu harcını hemen ödemek istemiyor. Elinde bir satış vaadi sözleşmesi olduğu için, hele bir de konut aldığı firma tanınır, bilinir, güvenilirse, işin peşine çok da düşmüyor. Ancak, projeyi geliştiren firmanın herhangi bir sebepten mali yapısının bozulması ve alacaklıların firmanın tüm varlıklarına haciz işlemi başlatması durumunda, vatandaş parasını ödediği evinden oluyor. Çünkü evin icradan satışının önüne geçmek öyle çok mümkün olmuyor.
Şimdi bu öyle bir risk ki, sadece vatandaşı yakmıyor. Söz konusu projeden milyonlarca lira tutarında konut kredisi kullandıran ve projenin olması gerektiği gibi tesliminden, kullandırdığı kredi tutarı miktarınca sorumlu olan finans kuruluşunu da; tüketiciye devri gerçekleşmemiş tapular üzerinde ipoteği dahi olsa, bir şekliyle ama mutlaka yakıyor. Sonrasında, henüz çok örneği olmasa da, tüketici, geliştirici ve finans kuruluşu arasında uzayıp giden mahkeme süreçleri başlıyor.
İşin ilginç olan tarafıysa, potansiyel olarak devasa bir risk söz konusu olmasına rağmen, hem tüketicinin hem finans kuruluşunun hem de iyi niyetli geliştiricinin bu konuda enteresan bir rehavet içinde olmaya devam etmeleridir.
İflas talebine ilişkin haber sanırım önce sosyal medyada sonra geleneksel medyada kendine epeyce yer buldu. Keza böyle bir iflas, sektöre ve genel olarak inşaata dayalı büyüme modeline yönelik bazı kaygıların yeniden dile gelmesine gerekçe olsa da; meselenin esas mikro boyutu çok daha can yakıcıydı. Çünkü ateş düştüğü yeri yakardı. Hatta bazen iki kere yakardı.
Ateşin düştüğü yeri nasıl yaktığına gelmeden önce, resmi az biraz geriye sarmak gerekecek sanırım. Bana ve benim gibi düşünen bir çoklarına göre, sektördeki geliştiriciler, yani proje üreten firmalar, önemli derecede özkaynak yetersizliğinden muzdarip. Bu durum hane halklarının tasarruf yetersizliğiyle de birleşince; konut arz ve talep edenler için özellikle büyük projelerde sat-yap modeli (maketten satış) son yılların popüler finansman enstrümanı olmuş durumda.
Tabi bu finansman modelinin bir de üçüncü ayağı var. Finans kuruluşları. Şimdi, söz konusu üç sacayak üzerinde, en basit anlatımıyla süreç şöyle işlemektedir: Geliştirici maketten konutları satar. İnşaatı bitmemiş ya da henüz başlamamış projeden konut satın alan vatandaş, ödemeyi ya kendi tasarruflarından karşılar ya da bankadan konut kredisi kullanır. Geliştirici, satılan konutlardan gelen parayla inşaatı tamamlar ve daireleri sahiplerine teslim eder.
Şimdi gelelim ateşin düştüğü yere. Söz konusu geliştiricinin iflas istemesi, akıllara hemen “bu firmadan konut satın alanların durumu şimdi ne olacak?” sorusunu getirdi. Tabi burada herkes inşaatın tamamlanmaması nedeniyle oluşacak mağduriyeti düşündü haklı olarak. Oysa bu olayda da kısmen su yüzüne çıktığı üzere, risk sadece inşaatı devam eden projelerde değil. Aksine, inşaatı çoktan tamamlanmış ve konutu satın alanın içine girip yerleştiği veya kiraya verdiği konutlarda da çok ciddi başka bir risk var.
Buna göre, vatandaş inşaat tamamlandıktan sonra konutu teslim alıyor ama tapusunu almıyor. Çünkü, vatandaş tapu harcını hemen ödemek istemiyor. Elinde bir satış vaadi sözleşmesi olduğu için, hele bir de konut aldığı firma tanınır, bilinir, güvenilirse, işin peşine çok da düşmüyor. Ancak, projeyi geliştiren firmanın herhangi bir sebepten mali yapısının bozulması ve alacaklıların firmanın tüm varlıklarına haciz işlemi başlatması durumunda, vatandaş parasını ödediği evinden oluyor. Çünkü evin icradan satışının önüne geçmek öyle çok mümkün olmuyor.
Şimdi bu öyle bir risk ki, sadece vatandaşı yakmıyor. Söz konusu projeden milyonlarca lira tutarında konut kredisi kullandıran ve projenin olması gerektiği gibi tesliminden, kullandırdığı kredi tutarı miktarınca sorumlu olan finans kuruluşunu da; tüketiciye devri gerçekleşmemiş tapular üzerinde ipoteği dahi olsa, bir şekliyle ama mutlaka yakıyor. Sonrasında, henüz çok örneği olmasa da, tüketici, geliştirici ve finans kuruluşu arasında uzayıp giden mahkeme süreçleri başlıyor.
İşin ilginç olan tarafıysa, potansiyel olarak devasa bir risk söz konusu olmasına rağmen, hem tüketicinin hem finans kuruluşunun hem de iyi niyetli geliştiricinin bu konuda enteresan bir rehavet içinde olmaya devam etmeleridir.