Malta'da mavi haftasonu
Malta'yı ve hakkındaki "küçücük ada yok pek bir şey" sözünü duymuşsunuzdur. Ama aldırış etmeyin, tanısanız siz de seversiniz, tabi eğer deniz tatiliyle aranız iyiyse... CNN TÜRK muhabiri Elif Özgen kişisel gezi izlenimini yazdı. Bu, klasik bir 'Malta Rehberi' yazısı değil, ajandasındaki gezi taslağını bir kenara bırakıp mavinin peşinden sürüklenen bir tatilci yazısı...
'Alıp başımı gideyim, rüzgar nereden eserse oraya sürükleneyim. Hatta rüzgar çok sert esmezse bir de denize gireyim...' Malta seyahati planlarım bu cümlelerle başladı. 2 günlüğüne de olsa işten uzaklaşmak, her şeyden bi'haber bi tatil için uygun mekan bakarken 'neden olmasın?' sorusuyla birlikte geldi Malta ismi aklıma. Arkadaş sohbetlerinde ya da sosyal medya paylaşımlarında zaman zaman karşıma çıkmıştı bu ada. Nedense o sohbetlerde çoğu zaman da 'küçücük ada yok pek bir şey' cümlesi geçiyordu. Ben yine de kendi bildiğimi okudum, aldım uçak biletimi. Malta'ya İstanbul'dan günde 4 seferi var, gidişler sabah 8.20 ve 16.30'da, dönüşler 10.50 ve 18.55'te. Amacım (daha doğrusu bütçemin el verdiği) 3 günlük bir geziydi, uygun fiyatlı olduğu için sabah akşamüstü uçağını, dönüşte de sabah uçağını tercih ettim. Dolayısıyla elde kaldı 2 gün 3 akşam!
Gitmeden önce taslak bir Malta planı çıkarmaya çalıştım, bu kadar kısıtlı zamanda nereleri, ne zaman gezebilirim diye. Günümüzde meclis olarak kullanılan Şövalye Sarayı'nın bulunduğu başkent Valetta, eski başkent -yeni sessiz şehir Mdina, balık pazarıyla ünlü -isminin okunması yazılmasından zor Marsaxlokk (Marsaşlok)... Malta'yı anlatan neredeyse tüm yazılar bu şehirleri sıralamıştı alt alta. Ben de ajandama öncelikle buraları not ettim. Ama John Lennon'u bir milyonuncu kez haklı çıkarırcasına 'hayat biz planlar yaparken başımıza gelenler'di, bu gezide bunu bir kez daha gördüm. 2 günlük gezim sırasında bu saydıklarımın hiçbirine gitmedim, 'rüzgar sert esmezse belki denize girebilirim' diye başlayan Malta ziyaretim zaman zaman sert esen rüzgara rağmen sadece bir deniz tatiline dönüştü. Dolayısıyla bu klasik bir 'Malta Rehberi' yazısı değil, ajandasındaki gezi taslağını bir kenara bırakıp mavinin peşinden sürüklenen bir tatilci yazısı. Deniz tatiliyle ilgilenmeyen ya da yüzmeyi sevmeyenler için köprüden önce son çıkış:)
Malta'da 1. gün
Cuma akşamüstü uçağa bindim. Gündemi ardımda bırakıp 2,5 günlüğüne kendi dokunulmazlığımı ilan ettim.
Malta gezimin deniz tatiline dönüşmesindeki en önemli etkenlerden biri kaldığım şehir oldu. (Yeri gelmişken küçük bir bilgi notu: Malta kendisi gibi ada olan Comino ve Gozo ile birlikte bir ülke olarak kabul ediliyor, bir nevi 3'ü birarada yani. Toplamda da dile kolay 55 şehri var.) Ben sahil kenti Sliema'da kaldım. Aslında sahil kenti bilinçli bir seçim değildi. İlk kez bir yurtdışı gezimde Air BNB sitesini kullanma kararım götürdü beni Sliema'ya. İlk kez evini turistlere açan bir yerlinin evinde kalacaktım. Bu yüzden lokasyondan çok evsahibi için yapılan yorumlara baktım. Eileen için yapılan güvenlik ve temizlik övgülü yorumlar beni O'na götüren başlıca sebepler oldu. Geceliği 55 Euro'dan rezervasyonumu yaptırdım.
Sliema yaklaşık 15 bin nüfuslu bir şehir. Havalimanından taksiyle (trafik yoksa) 15-20 dakikada gidiliyor, bedeli de 20 Euro. Havalimanından 20 Euro'luk taksi fişimi alıp araca bindim. Malta da İngiliz sömürgesinde kalmış adalardan biri olduğu için (dile kolay 165 yıl) trafik İngiltere'deki gibi soldan akıyor. Benim gibi arka koltuğa oturacaksanız fark etmez gerçi ama öne oturma niyetindeyseniz şoförle papaz olmamanız için aklınızda bulunsun:)
Sliema deniz kıyısında, dolayısıyla deniz ulaşımı konusunda çok cömert. (Başkent Valetta'ya gün boyu feribot var, diğer 2 adaya yapılan turların feribotları da buradan kalkıyor.) İlk akşam Eileen ile biraz sohbet, şehirde ufak bir gezinti ve hafif bir akşam yemeğiyle geçti. Telefondan bir sonraki gün sıcaklığın kaç derece olacağına bakıp sonlandırdım geceyi, 2 ve 5'i yan yana görünce rahatladım!:) 2 yıl önce iş için İspanya Rota'ya gittiğimde 26 derecede deniz sezonu açmışlığım vardı, 'yine yapabilirim' diye düşündüm.
Malta'da 2. gün
Ve yaptım da. 'Yes, we can' sloganıyla Dünya'nın en güçlü ülkesinin en tepesinde 8 sene oturan Obama'dan iyi olmasın, ben de bayağı iyiydim kafama koyduğumu yapmakta:)
İlk hedefim Popeye filminin çekildiği Temel Reis'in köyü olarak nam salan Popeye Village'ı ziyaret etmekti. Her şeyden önce ulaşım meselesini çözmem lazımdı. Eileen'in anlattığına göre bir postaneden ya da büfeden Tallinja Card almam gerekiyordu. Büfedeki yardımsever görevli Peter sadece 2 gün kalacağım için 12 kullanımlık kart almamın yeterli olduğu tavsiyesini verdi bana. Ben de bu tavsiyesinin karşılığında O'na 15 Euro verdim ve kartıma kavuştum. Peter'ın tek jesti bu da değildi, bana hangi otobüslere bineceğimi de anlattı: Sliema'dan önce 222 no'lu otobüsle Mellieha kentine gidecek, orada aktarma yapıp 101 no'lu otobüse binecektim. Ancak Peter'ın 1,5 dakikada anlattığı kadar çabucak olamadı bu yolculuk maalesef. Burada Malta ile ilgili belki de en kritik notumu, seyahat bloglarında Malta'ya yer veren ve Malta ile ilgili gezi programı yapan meslektaşlara teessüflerim eşliğinde düşeyim: Evet sevgili dostlar sizin de dediğiniz gibi Malta küçük bir ada, şehirler birbirine çok yakın. Ama bu ulaşımın kolay olduğu anlamına gel-mi-yor!!! 3 yıl önce iktidara gelen sosyalist hükümet 506 olan otobüs sayısını 250 civarına indirmiş, dolayısıyla otobüs sayısı yeterli değil. Bu yüzden de aktarmalar arasında çok uzun süre otobüs beklemek zorunda kalabiliyorsunuz!!! (O yüzden soldan akan trafiği dert etmem diyenler araç kiralama yoluna gidebilirler bence en güzeli) Ama illa 'ben toplu taşıma kullanacağım' diyenler Godot'yu bekler gibi beklemeye hazırlıklı olsunlar.
Beklemelerim sonuç verdikten sonra 222 no'lu otobüsle Mellieha'ya gittim. Ulaştığımda saat 10.25'i gösteriyordu, otobüsten inmeden önce yardım istediğim şoför 101 no'lu otobüsün 11.00'de geleceğini söylemişti, yani neredeyse 35 dakika boş zamanım vardı. Zamanım kısıtlı olduğu için taksiye binip hemen yoluma devam etmeyi düşündüm, ama otobüsten iner inmez gördüğüm manzara beni bu fikrimden caydırmaya yetti. Yarım saatten fazla beklemek zorunda olduğum otobüs durağı, 'görülecek koylar' listeme 3. sıradan hızlı bir giriş yapan Mellieha Koyu'nun hemen yanındaydı. Otobüs durağının taş zemininden itibaren atacağım 5. adım, koyun gri kumlarına denk gelecekti, o kadar yakındı yani. Ben de bu yakınlığı kullandım ve havlumu serdim kumların üstüne. Yolda en az 50 Euro bulmuşçasına sevinmeme yol açan bu beklenmedik zaferin sarhoşluğuyla, 10 dakikalığına da olsa kendimi kızgın kumlardan serin sulara atayım dedim. I-Ihh! Olmadı. Su serin falan değil, bildiğin buzdu. Ve bu gerçekle tokat gibi karşılaşan ben artık kumlardan bile daha kızgındım. Turkuaz suya arkamı dönüp sarı havluma geri döndüm. 15 dakika güneşlendim. Sahil beklediğimden daha kalabalıktı. İsteyen kendi şemsiyesini alıp geliyor, isteyen oradakilerden faydalanıyordu. Vaktim kısıtlı olduğu için benim şemsiyeyle falan işim olmadı ama siz sevgili okuyucular için gidip sordum: 1 şezlong 4,5 Euro. 2 şezlong alana bir şemsiye bedava. Hükümet Malta’nın değil mi, hem döveriz, hem severiz! Bu da az önce dövdüğümüz sosyalist hükümeti sevme nedeni, not düşmeden geçmeyeyim.
Başkalarının işine yarayacak bilgi almanın haklı gururu ve deniz sezonunu açamamış olmanın daha da haklı hayalkırıklığıyla durağa geri döndüm. Güneşte, ayakta beklediğim 20 dakikanın ardından bir de Malta ulaşımıyla ilgili kaygılarımın haklılığı eklendi bünyeme. 101 no'lu otobüs geldiğinde saat 11.20 idi. Güneş beynime o kadar işlemişti ve ben o kadar daralmıştım ki, otobüsün tabelasında yazan Cirkewwa 101, benim gözüme Eziyete Giriş 101 olarak görünüyordu!! Neyse ki otobüse binerken yaşadığım ufak çaplı şok beni kendime getirdi. Otobüste inişler de binişler de ön kapıdandı. Ve otobüsten son inen teyze, önündekiyle takip mesafesini gereğinden fazla(!) koruyunca binmek için bekleyen yaklaşık 20 kişi teyzenin otobüsün en arkasından en öne gelmesini beklemek zorunda kaldık. Ve tek bir kişinin çıtı çıkmadı, 'aman o gelene kadar ben çoktan gözüme kestirdiğim şu koltukta bağdaş bile kurmuş olurum' deyip otobüse binmeye çalışan da olmadı. İşte o zaman hatırladım 34 Avcılar-Zincirlikuyu Metrobüsü'nde değil de, 101 Cirkewwa otobüsünde olduğumu:)
Ve saatler 11.35'i gösterdiğinde Popeye Village'e ulaştım. Ezelden merak etmişimdir, Temel Reis'in orijinal adı Popeye ismi nereden geliyor diye. Meğer Pop-Eye kelimelerinin birleşimiymiş, yani Patlak Göz anlamına geliyormuş. Temel Reis'in resimlerinde tek gözünün görünmesi de bundanmış. Popeye hayali bir kahraman olduğu için Malta ile ilgisi yok elbet, çizeri E.C.Segar Kaliforniyalı. Ama kahramanımızın denizci olmasından kaynaklanıyor olsa gerek, Malta doğru bir seçim olmuş bu köy için. 1980 yılında Robbie Williams'ın başrolünde oynadığı film için kurulmuş bu köy, sonra da eğlence parkına çevrilmiş. Kışın giderseniz 10, yaz sezonunda giderseniz 15 Euro vermeniz gerekiyor. İsteyenlere düğün organizasyonu da yapıyor yetkililer. Hem evlenilecek hem eğlenilecek mekan yani:)
Köy Temel Reis'in eviyle başlıyor, Safinaz'ın, Kabasakal'ın evi de sıra sıra dizilmiş. Postanesi, çiçekçisi... İnsan yanlarından geçerken hangisine bakacağını, hangisinin önünde fotoğraf çektireceğini şaşırıyor. Tabii bir de yalnız olunca 'fotoğrafımı kim çeker acaba?' diye köyün misafirlerini takip etmece de ekleniyor 'yapılacaklar liste'me. Köyün bir restoranı ve hediyelik eşya mağazası da var. Bir de çocukların oynayabilmesi için çocuk havuzu. 'Benim bu bebelerden neyim eksik, ben de bir serinleyeyim' diyorum. Bir denize girme girişimi de burada yapıyorum , ama o da başarısız oluyor. Köyün bulunduğu Anchor Koyu yosunlu ve çok da temiz görünmüyor. Denizden gelen kötü koku da burnuma çalınınca sezon açma girişimimi bir süre daha kendime saklamaya karar veriyorum.
Köyün çıkışına doğru giderken son 2 saattir çok iyi vakit geçirmeme rağmen hissettiğim eksiklik duygusunun nedenini kavrayıveriyorum birden: Ispanak yok! Temel Reis'e pazılarını şişirten, Safinaz'ına kavuşmasını sağlayan, Kabasakal'ın kabus menüsünde 1 numaradaki ıspanaktan eser yoktu köyde. Sırf buna bakmak için gerisin geri yürüdüm. Ve korkulukların olduğu evlerden birinin önündeki 'Ispanak' tabelasıyla karşılaştım. Ama korunmaya gerek kalmayacak kadar azdılar. Eyyyy organizatörler, birinci vazifeniz köye ıspanak ekmektir, duyun sesimi!
Temel Reis'in Köyü'nden çıkışta, sabah indiğim 101 numaralı otobüse binip yola devam edecektim. O yol da beni bol kulaçlı, balıklama atlamalı, buna karşın az yanık izli olmasını umduğum 2016 deniz sezonunun açılışına götürecekti. Ama otobüsün gelmesi bu kez de 15 dakika gecikti. Ama neyse ki sonunda geldi ve beni Golden Bay'e sağ salim bıraktı. Ve ben havlumu, 'sermek' yüklemini hak etmeyecek kadar rastgele bir şekilde kumlara attıktan sonra 'İlk hedefiniz Akdeniz'dir ileriiiii!!' komutuna biat eden askerler gibi turkuaz suya koştum. Beynimdeki komutun verdiği coşku (gaza gelme de diyebiliriz) -postalsız- ayağımın suya değmesiyle yerini hafif bir ürpertiye bıraktı. Bundan sonraki yaklaşık 10 dakika yazıyı ileri sarıyorum. Ama yazıyı kısaltma amaçlı değil, yanıbaşımdaki bacak kadar veletler tıpış tıpış suya girerken, benim bacaklarımın yarısını bile sokmayı becerememiş olmanın utancı yüzünden!
...Ve 10 dakikalık debelenme sonrası denize girmeyi başardım. Bundan sonraki 3 saat turkuaz su-beyaz duş-sarı havlu şeytan üçgeninde geçti. Sadece midemden gelen guruldama seslerini durdurmak için kumsalın hemen önündeki Spiagga D'oro Restoran’a gitmek için ayrıldım sahilden. Orada da şeytana bir kez daha uydum. Hafif bir salata yeme hedefiyle girdiğim restorandan patates ve parmak tavuk kızartması hüpletmiş olarak çıktım! İstanbul dönüşü motto’m şimdiden belli olmuştu: İlk hedefiniz spor salonudur, ilerrriiii!!!!
Yazının giriş ve gelişme bölümleri düşünüldüğünde, bu noktada, Sliema'ya dönüşte 225 no'lu otobüsü 25 dakikadan fazla beklediğimi uzun uzun anlatmama gerek yok sanırım.
Sliema’ya döndüğümde akşam saatlerinin en büyük jesti Tabiat Ana'dan geldi. 'Deniz kıyısında günbatımını izleyeyim' deyip bir saatliğine gittiğim Terrace Restoran'dan ancak 3 saat sonra kalkabildim. Pembe, turuncu, mor kombinasyonlu gökyüzü ve deniz üzerinde şahane manzara, iyi hizmet ve uygun fiyat kombinasyonlu restoran biraraya gelince Malta'nın unutulmaz anlarına bir yenisi eklenmiş oldu.
Malta'da 3. gün:
Son günümü tekne turuyla değerlendirmeye karar vermiştim. Turkuaz, berrak suyuyla ünlü Blue Lagoon'un bulunduğu Comino Adası'na her gün giden feribot turlarına ismimi yazdırdım. Açık büfe öğle yemeği garantili tur 20 Euro idi. Sabah 10.00'da başlayacak yolculuk öncesi 09.30'da feribotta olmamız istendi. Ben saat 09.00'da gitmeme rağmen direk gemiye gitmedim, hediyelik eşya mağazalarında oyalandım. Yanlış yaptığımı feribota gidince anladım. Karşımda feribot değil, 2 katlı, hınca hınç dolu bir gemi vardı. Titanik'in kırmızı renkli versiyonu gibiydi adeta. Ama o kadar kalabalıktı ki, Jack ile Rose gelse o meşhur sahnedeki rüzgarda uçuyormuş pozunu verecek boş bir alan bile bulamazlardı:) Böylelikle deniz kıyısına en yakın köşede yolculuk etme hayallerim suya düşmüş oldu.
Comino Adası'na ulaştığımızda saat 12.30'du. 8 saatlik yolculuğun 2,5 saati geride kalmıştı bile. Sonraki yarım saat de yemek dağıtım fiyaskosuyla geçti. 400 kişilik gemiye (geminin kaptanı Arthur'un verdiği rakam, göz kararı değil kesin bilgi yani) yemek dağıtması için sadece 2 kişi görevliydi. 20 dakikalık kuyruğun sonunda el kadar ketçaplı soğuk makarnayla azıcık yıkanmış marul (salata yazmaya elim varmadı) tutuşturdular elimize. Tam bu noktada Türkiye'deki tekne turlarındaki ızgara tavuklu-balıklı, bulgur pilavlı, karpuzlu menüler geçti sıcaktan kararmaya başlayan gözümün önünden. Başta Kaş olmak üzere tatil beldelerinde tekne turu düzenleyenlere selam olsun, bir daha kendilerinden şikayet etmeyeceğim, ant olsun! Tam bu noktada bir de tur organizatörlerinin son dakika golünden söz edeyim: Comino'ya varmamıza yakın bir görevli yanımıza gelip Blue Lagoon'daki mağaraları gezip gezmek istemediğimizi sordu. Gruptaki pek çok kişi 'Evet tabii ' deyince herkesten 10'ar Euro daha istedi. Meğer mağaraya gitmek ekstra ücrete tabiiymiş. Halbuki turun katalogunda böyle bir bilgi yoktu. Yazılıyı geçtim sözlü olarak da bilgi vermemişlerdi kimseye. 'Likya Turu'nda alası var bu mağaraların' cümlesiyle kendimi teselli edip 10 Euro'mu kendime sakladım. Malta'da bu turlara giderseniz aman dikkat! Çakal çıkabilir!
Neyse ki gemi ekibine öfkem denize gireceğim alana gelince geçti. Kötü mötü, sonuçta beni bu berrak denizle buluşturan bir anlamda onlardı. Turkuazı görünce keyfim yerine gelmişti, bardağı dolu tarafından görmeye meyilliydim, öyle de yaptım.
Koyda en çok dikkatimi çeken beyaz kumlara yayılmış insanların çeşitliliğiydi. Alman, Libyalı, İngiliz, İtalyan, Pakistanlı... BM Genel Kurulu toplantılarına ara vermiş de pikniğe gelmişçesine pek çok farklı milliyetten insanlarla doluydu ada. Etnik çeşitliğe ve güzelim güneş ışınlarına kendimi bıraktım ve 3,5 saatlik süre boyunca yaz ritüellerinin hepsini sırayla yerine getirdim. Denize girdim, yüzdüm, çıkışta azıcık güneşlendim. Güneş bayıltmaya başlayınca büfeye gidip buz gibi bir içecek aldım. Gözlerimi kapattığımda yanımdan geçenlerden burnuma çalınan deniz kremi kokusu da ritüeli tamamlamış oldu.
Feribot turunun sonu 2,5 günlük Malta tatilimin de sonuydu bir nevi. İlk geldiğim gün adını telafuz etmekte zorlandığım dünyalar tatlısı evsahibeme ''Aylincimm'' (okunuşları çok benziyor evet) diye sarılıp veda ettim. O sırada kendisi de İtalya tatiline hazırlandığı için ben de ona iyi tatiller diledim. Bu arada hem benim için hem de (bence) tüm insanlık için önemli bir bilgi öğrendim. Malta'dan İtalya başta pek çok Avrupa ülkesine uçuşlar çok uygunmuş. Öyle ki Aylincimm sadece 20 Euro'ya satın almış biletini. 'Ne şanslısın' dediğimde bunun şans olmadığını, özellikle Asyalıların bu durumu çoktan keşfettiğini, Avrupa seyahatleri öncesi Malta'ya gelip uçuşlarını oradan gerçekleştirdiklerini anlattı. Demek çekiklerin bu kadar sık tatil yapabilmelerinin sırlarından biri de buymuş!
Taksiye binerken Aylincimmm arkamdan sesleniyordu , 'Yine gel. Ama Temmuz-Ağustos çok nemli oluyor. İyisi mi sen Eylül'de gel.'' Havalimanına yüzümde huzurlu bir sırıtış, kulaklarımda Alpay'ın buğulu sesiyle ulaştım... 'Eylül'de gel demiştim...'