Hayatta kalanların suçluluk hissi: ''Rüzgarın Hatıraları''
Uluslararası Antalya Film Festivali'nden En İyi Müzik ve İzleyici Ödülü alan Rüzgarın Hatıraları, Cuma günü vizyona girdi. Film, İkinci Dünya Savaşı'nda İstanbul'dan kaçmak zorunda kalan ve geri dönüşlerle 1915'te yaşadığı acı dolu anıları hatırlayan şair Aram'ın hikayesini anlatıyor. CNN TÜRK'ten Gökçe Pekhamarat filmin yönetmeni Özcan Alper'le Rüzgarın Hatıraları üzerine konuştu.
''Geçmişle yüzleşilmediği sürece gelecek geçmişin yansıması olacaktır''
Aram 1940'larda yaşayan ara ara 1915'i hatırlayan bir karakter ve bu zamanları hatırladıkça büyük bir travma yaşıyor. Yaşadığı travmanın nedeni nedir?
Toplumsal olarak yaşanmış bir trajedi ve buna maruz kalmış bir çocuk var. Bütün ailesini kaybetmiş, bu zaten büyük bir toplumsal travma ve trajedi. Biri de tabi birey olarak bütün bu travma esnasında kendi üzerine aldığı bir suçluluk duygusu da var. Bu tarz durumlarda hayatta kalanlar için hep böyle örnekler söylenir. Yani çoğunluk yaşamını yitirdiği için kalanlarda böyle bir travma oluşur. Bu sadece 1915 zamanı için değil holokost zamanı da Endonezya'daki olayda da ya da Saraybosna'daki olayda. Mesela en son Türkiye'den örnek verelim, ben birebir konuşabildiğim için Ankara katliamından sonra bile, hayatta kalanlarda acayip bir suçluluk hissi oluştu. O yüzden bu travmatik olay bizim karakterimizde böyle kendisini gösteriyor.
Peki, toplumda öğrenilmiş bir çaresizlik mi var? Mesela Aram ilk önce Mikail'e kendisini Ahmet olarak tanıtıyor? Yani kimliğini gizleme ihtiyacı duyuyor.
Öğrenilmiş çaresizlik olarak mı görebiliriz bilmiyorum ama orada şöyle bir durum var; toplumda komünistlere karşı bir cadı avı dönemini var. Bir de böyle bu toplumda bir ermeni olarak, yani Aram'ın iki türlü azınlık olma durumu var. Kimliğini bu yüzden saklama gereği duyuyor. Bırakın 1943-44'te olmasını, bu durum bugün bile devam etmekte aslında.
İlk iki filmde de toplumsal olayların bireyler üzerindeki etkisini incelemiştiniz. "Rüzgarın Hatıraları"nda da böyle bir durum söz konusu. Acaba "Rüzgarın Hatıraları"na bir devam filmi ya da bu filmlere bir üçleme diyebilir miyiz?
Tema olarak bir üçleme. Türkiye'nin toplumsal olaylarını anlatmak istediğim beş film vardı aslında kafamda. Bu projeyi gerçekleştirdikten sonra ben de tematik olarak baktığımda hem ölüm teması hem doğa teması hem de bellek meselesi üzerinden okuyabiliriz üç filmi de. Hem de kendi katmanları içinde politik olarak toplumsal bir bellek yaratma ve hem de 1990'lardan başlayarak 1940'lar ve 1915 parantezini kapatan bir süreç olarak da bakabiliriz üç filme.
Filmin giriş cümlesi oldukça etkileyiciydi " Geçmiş aslında geçmiş değildir. Geçmiş, geçmiş bile değildir." Bu cümle, filmi özetliyor diyebilir miyiz?
William Faulkner'in sözü aslında bu. Bilinç akışını çok iyi kullanan bir edebiyatçı. Türkiye toplumu için çok geçerli bir söz. Şöyle söyleyebilirim ki, hep geçmişin üstünü örtme, yüzleşmemek meselesi bugünümüzü çok fazla etkiledi. Biz bile bugün bu filmleri yapıyorsak bu bile bunun bir kanıtı .
1915 yılına dönüşlerde daha çok sisli bir ortama dönüyoruz. Hatırlama meselesi olduğu için mi sisli bir ortam yaratmayı tercih ettiniz?
Bu bir tercih meselesi tabi. Evet, hatırlama olduğu ve o coğrafyada sisli olduğu için o yüzden geçmişe dönerken de böyle bir ortam yaratmayı tercih ettim. Aram aslında kendi yaşadığı alanla orayı birleştiriyor. O yüzden sisli gibi hatırlıyor. Aram'ın bilinciyle alakalı biraz.
Aram, Meryem'i gördüğü zaman neredeyse sonsuzluğa uzanan yeşilin ortasında " Sen de benim gibi burada hapis hayatı mı yaşıyorsun" diye kendi kendisine düşünüyor ve sonra Meryem'le Aram arasında bir aşk hikayesi de başlıyor. Acaba bu ruhdaşlık mı arasında bir şeylerin başlamasını sağlıyor?
Evet hissediyor bunu bir şair olarak ama bilmiyorum nedenini ama aslında sonra da büyük hapishaneden kaçan kendisi gibi Mikail'in Meryem'e başka bir hapishane kurduğunu anlıyor.
Ankara katliamından bahsettik. Bu katliamla da yüzleşilmiyor. Bu olayın geleceğe nasıl bir yansıması olacak sizce?
İşte buradaki sorun devlet zaten yüzleşmiyor toplum da nasıl yüzleşeceğini bilemiyor. Tabi bu tekrardan katmerleşen travmalara neden oluyor. Böyle olunca da hep bir domino taşı gibi sorunlar silsilesi devam ediyor. Bu olaylar bütününde özgür ve demokratik bir ülke ortamı yaratmayı engelliyor. Başka türlü de düşünürse, hep bu sarmal başka türlü bir şiddetin ve cinnetin doğmasına neden oluyor. Bir cinnet ve şiddet ortamı oluşuyor.
Ahmet Büke'yle nasıl tanıştınız? Senaryoyu birlikte yazma aşamasına nasıl geldiniz?
Ahmet Büke, sevdiğim bir edebiyatçı. Aram karakterinden dolayı bir edebiyatçıyla çalışmak istiyordum. Aklımda 4-5 edebiyatçı vardı. Bir gün vapurla karşıya geçiyordum. Tesadüfen karşılıklı oturduk. Ben Ahmet'e bakıyorum, Ahmet bana bakıyor. Çünkü daha önce hiç tanışmamıştık. Sonra ben "Ahmet Büke misiniz ?" diye sordum. O'da "Siz de Özcan Alper misiniz" diye sordu ve böyle ilginç bir tanışmamız oldu. Projeden ve onunla çalışmak istediğimden bahsettim. O'da benimle çalışmak istiyormuş zaten. Bir şekilde konuştuk, çok çabuk kaynaştık ve yola devam ettik. İyi ki de çalışmışız, çok güzel oldu.
Son olarak gişeden beklentiniz nedir?
Genelde başka sinemada yer alan filmler daha düşük gelir elde edebiliyor. Fakat bu bir dönem filmi olduğu için bütçesi biraz yüksek.
Çok seyirci olmasını isteriz ama bu dağıtım koşullarından dolayı çok az kopyayla girebiliyoruz. Yine de ben bir şekilde seyirciye ulaşacağını düşünüyorum. İki günün sonunda yaptığım gözlemle seyircinin filmle özdeşlik kurabildiğini görüyorum. Umuyorum iyi bir gişe yapacağız.