hourSON DAKİKA
left-arrowright-arrow
weather
İstanbul
down-arrowup-arrow

    Evren ve Şahinkaya'ya ömür boyu hapis istemi

    Evren ve Şahinkayaya ömür boyu hapis istemi
    expand

    12 Eylül Davası'nda Cumhuriyet Savcısı, Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya'nın, TCK'nın "devlet kuvvetleri aleyhine cürümler" başlıklı 146. maddesi uyarınca ağırlaştırılmış müebbet hapisle cezalandırılmalarını istedi.

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    Cumhuriyet Savcısı Selçuk Kocaman, Ankara 12. Ağır Ceza Mahkemesine verdiği 18 sayfalık esas hakkındaki görüşte, 12 Eylül dönemine ilişkin iddianamede yer verilen önemli gelişmeleri özetledi.

    Bu gelişmeler gözetildiğinde, "12 Eylül 1980 öncesi terör olaylarının toplumu kaosa, iç çatışmaya sürükleyerek ülkeyi yönetilemez hale getirip, askeri darbeye zemin hazırlamak ve yönetimi ele geçirmek isteyen devlet içindeki derin yapıların yönlendirmesi ve kurgulamasıyla çıkarıldığı" ifade edilen görüşte, şunlar kaydedildi:

    "Devlet içindeki etkili güçlerin, olaylarda güvenlik güçlerinin etkin olarak görev yapmasını engellediği, güvenlik güçlerinin bazı olaylarda kullanıldığı, bu kadar organize ve geniş çaplı olayların devlet içinde örgütlenmiş illegal güçlerin planlaması ve iştiraki olmadan yapılamayacağı, sanıkların darbe yapmaya yaklaşık bir yıl önceden karar verdikleri, her halükarda ülke yönetimini cebren ele geçirmek niyetinde oldukları, yapılacak askeri darbenin halkın gözünde meşru görülebilmesi için terör olaylarının üzerine bilerek gitmedikleri, müdahale etmedikleri veya tertiplenen olay amacına ulaştıktan sonra müdahale ettikleri, sanıkların darbe yapmak için bir yıl şartların olgunlaşmasını bekledikleri, darbe için fırsat kolladıkları anlaşılmıştır."

    Görüşte, "12 Eylül 1980 öncesinde darbe yönetiminin yaptığı hazırlıklar ve attığı adımlar", "müdahale fikrinin ortaya çıkışı", dönemin Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk'e verilen uyarı mektubu, Bayrak Harekat Direktifinin sıkıyönetim komutanlarına gönderilmesi ve geri toplatılması ile darbe sonrasına ilişkin gelişme ve değerlendirmelere de yer verildi.

    Darbe döneminde gözaltında veya cezaevindeki kötü muamele, işkence ve ölümlerle ilgili bilgiler verilen görüşte, şu değerlendirmelerde bulunuldu:

    "12 Eylül askeri yönetimi, gözaltına almış olduğu sağ ve sol görüşlü kişileri, aşırı fraksiyonların etkisinde kalmış, dolayısıyla topluma zararlı, yola getirilmesi gereken kişiler olarak görmüştür. Bu nedenle gözaltı ve cezaevlerinde uygulanan yöntemlerle, kişiliklerini ezip ortadan kaldırarak toplumu tek-tipleştirmek istemiştir. Bu amaçla cezaevlerinde 'karıştır-barıştır' denilen yöntemle sağ ve sol görüşlü kişileri aynı koğuş ve hücrelere koyup, zorla yaptırmış oldukları bir kısım hareketler, bir kısım marşların ve konuların zorla öğretilmesi ve ezberlettirilerek yüksek sesle söylettirilmesi suretiyle düşünce ve farklılıkları ortadan kaldırmaya çalışmışlar, bu yöntemleri de bir işkence yöntemi olarak uygulamışlardır. Gözaltında kalan veya cezaevinde kalan kişilerin beyanlarından da anlaşıldığına göre bütün merkezlerde benzer veya aynı tür işkence yöntemlerinin kullanılması, cezaevi ve gözaltına alınan kişilerin rutin olarak aynı işkence yöntemlerinden geçirilmesi, işkence uygulamalarını yapan görevlilerin aynı tür davranışlar sergilemesi cezaevlerinde sağ ve sol görüşlü kişilerin arasındaki husumetleri yok etmek amacıyla kullanılan 'karıştır-barıştır' yöntemleri, işkencelerin cezaevlerinde bu dönem içinde bilinçli ve sistematik olarak uygulandığını göstermektedir."

    "35. madde darbe yapma yetkisi vermez"

    Sanıklar ve vekillerinin, savunmalarında askeri darbenin Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmetler Kanunu 35. maddesindeki yetkiye dayanarak yapıldığının belirtildiği görüşte, şu ifadeler yer aldı:

    "211 sayılı Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanunu'nun 35. maddesindeki düzenlemenin 'Silahlı Kuvvetlerin vazifesi; Türk yurdunu Anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyeti'ni kollamak ve korumak' şeklinde olduğu, Anayasa ile kurulmuş bir devlet olan Türkiye Cumhuriyeti'nde yasal düzenlemeler arasında bir hiyerarşi olduğu, bunlardan en yukarıda Anayasa'nın yer aldığı, kanunların ise Anayasa'nın hiyerarşik olarak altında yer aldığı, dolayısıyla kanunların Anayasa'ya aykırı olamayacakları temel hukuki kurallardandır. Bu nedenle, kanunlar Anayasa'ya aykırı olamayacakları gibi, kanunla verilen bir yetkinin Anayasa'yı ortadan kaldırmak amacıyla kullanılması da mümkün değildir. Dolayısıyla söz konusu hüküm, anayasal düzeni, Anayasa ile kurulmuş devlet düzeninin temel kurumlarından olan TBMM ile hükümeti ve tüm hak ve özgürlükleri ortadan kaldırmak amacıyla kullanılamaz. 35. madde askeri darbe gerekçesi olarak ileri sürülmüşse de bu durum
    hukuka aykırılığa kılıf bulma gayretinden öteye gitmemektedir Ayrıca, 35. maddenin askeri darbe yapma yetkisi verdiğinin kabul edilmesi halinde, bu eylemlerin suç olarak düzenlendiği 765 sayılı Türk Ceza Kanunu'nun 146. ve 147. maddelerinin bir anlamı kalmayacaktır. Hatta 35. madde hiyerarşik olarak Anayasa'nın da üzerinde kabul edilmiş olacaktır ki bu durumun düşünülmesi bile mümkün değildir. Kanunlar Anayasa'ya uygun olmak zorundadır. Sonuç olarak, İç Hizmet Kanunu'nun 35. maddesi hiç kimseye demokratik düzeni ortadan kaldırarak, diktatörlük kurmaya yol açacak bir askeri darbe yapma yetkisi vermemektedir."

    Suç tarihi değerlendirmesi

    Görüşte, askeri darbe suçunun 12 Eylül 1980'de işlenip sona ermediği vurgulanarak darbenin ardından da sanıkların topluma büyük mağduriyetler yaşatan eylemlerine devam ettikleri kaydedildi.

    Dolayısıyla demokratik rejime geçiş serbest bırakılıncaya kadar, yani TBMM görevine başlayıncaya kadar Anayasayı ihlal suçunun sürdüğü aktarılan görüşte, 12 Eylül 1980 ile TBMM Başkanlık Divanının oluştuğu 6 Aralık 1983 tarihleri arasının suç tarihi olarak değerlendirildiği bildirildi.

    Cumhuriyet Savcısı Selçuk Kocaman, esas hakkında mütaalasında, "davanın Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk defa, başarıyla sonuçlanan bir darbenin yargılanması mahiyetinde olduğuna" işaret edilerek, "kendilerinin darbe yapmak suretiyle kurucu iktidar oldukları, dolayısıyla yargılanamayacakları savında bulunan sanıkların, geçmişte yapılan ve başarıya ulaştığı için faillerinin yargılanamadığı darbe ve muhtıralardan cesaret ve örnek aldıkları" kaydedildi.

    27 Mayıs 1960 Darbesi'nden sonra hazırlanan 1961 Anayasası'nın, "Milli Birlik Komitesi ve Devrim Hükümetlerinin, 27 Mayıs 1960'tan kurucu meclisin toplandığı 6 Ocak 1961'e kadarki karar ve tasarruflarına karşı herhangi bir yargı merciine başvurulamayacağına" dair geçici 4. maddesinin benzerinin, yargılama teşebbüslerine karşı koruma sağlamak amacıyla 1982 Anayasası'nın geçici 15. maddesi olarak düzenlendiği ifade edildi.

    Görüşte, "Sanıkların suç tarihinde yürürlükte bulunan 765 sayılı TCK'nın 146. maddesine açıkça muhalefet ederek, konumları itibarıyla komuta kademesinde bulundukları TSK'nın, devlet içerisinde hiçbir kurumun karşı koyması mümkün olmayan silahlı gücüne dayanarak, yasama ve yürütme organlarının yetkilerini ele geçirmeleri fiili durum yaratmaktan öteye geçemez, fiili durumun sanıkların yargılanmalarını imkansız kılması, eylemlerinin hukuka aykırı olduğu gerçeğini ortadan kaldıramaz" değerlendirmesi yer aldı.

    1982 Anayasa tasarısının halkoyuna sunulmasına ilişkin kanunda, "anayasa tasarısının açıklanması ve tanıtılmasının serbest bırakılırken, eleştirilmesine izin verilmediğine, oy kullanmayanların 5 yıl süreyle seçme ve seçilme hakkından yoksun bırakılmasının" düzenlendiğine işaret edilerek, bu düzenlemeyle, sandık başına gitmeme suretiyle sessiz direniş ya da protesto eylemlerinin önünün kesildiği kaydedildi.

    "Zamanaşımı dolmadı"

    Alınan önlemlerin bunlardan ibaret olmadığı savunulan görüşte, Anayasa tasarısının reddi durumunda ne olacağının belli olmadığı, dolayısıyla olumsuz oy vermek bu belirsizliğe destek olmak, açıkçası askeri rejimin sürmesine rıza göstermek anlamı taşıdığı vurgulandı.

    Anayasa Komisyonu Başkanının "Bizim anayasamız kabul edilecektir. Kesin.Çünkü kabul edilmesi demek, Siyasi Partiler Kanunu'nun yapılması ve seçime gidilmesi demektir. Seçmen bunu değerlendirecek ve bir an önce normal düzene geçilmesi için Anayasa'ya oy verecektir" sözleri hatırlatılarak, "Suç teşkil eden eylemden kaynaklanan fiili durumun meşruiyet kazandığı iddiası, millet iradesinin baskı altına alınarak sakatlanmasından başka bir anlam ifade etmemektedir" yorumu yapıldı.

    Anayasa'nın geçici 15.maddesinin bir tür af kanunu olarak değerlendirilemeyeceği savunulan görüşte, Anayasa'da ve TCK'da, soruşturma ve yargılama engelinin bulunduğu hallerde zamanaşımının işlemeyeceği kuralının öngörüldüğüne dikkat çekildi. 12 Eylül 2010'daki referandumla kaldırılan geçici 15. maddenin de bir soruşturma ve kovuşturma engeli olduğu öne sürülen görüşte, şunlar kaydedildi:

    "Dolayısıyla sanıklara atılı bulunan eylemlerde zamanaşımı, eylemlerin gerçekleştiği 2 Ocak 1980 ve 12 Eylül 1980 tarihlerinde işlemeye başlamış, ancak 1982 Anayasası'nın geçici 15. maddesinin yürürlüğe girdiği 9 Kasım 1982 tarihinde durmuştur. Söz konusu suçlarda zamanaşımı süresi 20 yıl olup, 9 Kasım 1982 tarihinde durmuş olan zamanaşımı, geçici 15. maddenin kaldırıldığı referandum sonucunun Resmi Gazete'de yayınlandığı 23 Eylül 2010'dan itibaren yeniden işlemeye başlamıştır. Açıklanan nedenlerle, iç hukukumuza göre zamanaşımı süresinin dolmadığı anlaşılmaktadır."

     Uluslararası sözleşmelere atıf

    Sanıkların yargılanmasının, Türkiye'nin de taraf olduğu uluslararası sözleşmelerde yer alan hükümler çerçevesinde ele alınması gerektiği istenen görüşte, "uluslararası topluluk tarafından tanınmış bir insanlık suçunun, ulusal hukuk tarafından suçun işlendiği tarihte tanımlanmamış olmasının, yargılamanın yapılmasına engel olmadığı" savunuldu.

    "Uluslararası hukukun kabul ettiği bu kuralın, birçok Avrupa ve Latin Amerika ülkesinde darbeciler ve insanlığa karşı suç işleyenler hakkında yapılan yargılamalarda temel dayanak noktası olduğu" aktarılarak, şu değerlendirmelerde bulunuldu:

    "Bununla ilgili olarak Almanya'da 1946'da işlenen insanlığa karşı suç ile ilgili dava somut örnek olarak verilebilir. Bu davada itham konusu suç, ulusal mevzuata 1994'te girmesine rağmen Talin Yüksek Mahkemesi AİHS'nin 7/2. maddesini uygulayarak, insanlığa karşı suçta zamanaşımı veya geçmişe etkili uygulama yasağının söz konusu olmadığını ifade etmiştir. Diğer örnekler ise AİHM'in Korbely-Macaristan ve Kononov-Litvanya kararlarıdır. Bu davalarda AİHM, insanlığa karşı işlenen suçlar, ulusal mevzuatta tanınmamış olsa bile faillerin uluslararası hukuktan kaynaklanan sorumluluklarının devam ettiği ve yargılanabilecekleri yönünde karar vermiştir. Venedik Komisyonu'nun, Peru Anayasa Mahkemesi'nin müracaatı üzerine 24 Ekim 2011 tarihli raporuna da dikkat çekmek gerekir. Avrupa Konseyi'nin anayasal konulardaki danışma organı olarak görev yapan Venedik Komisyonu'na göre, insanlığa karşı suçlarda zamanaşımı işlemediği gibi suçta ve cezada kanunilik ilkesi de farklı yorumlanmalıdır. Komisyonun raporunda vurguladığı kural şudur: Geçmişte işlenen insanlık suçlarının soruşturulması, eylemin gerçekleştirildiği tarih itibarıyla uluslararası hukuka göre insanlığa karşı işlenen bir suç olarak kabul ediliyorsa kanunilik ilkesine aykırı değildir. Bu suçlar için zamanaşımı süresi de söz konusu değildir."

    Latin Amerika'da hüküm süren diktatörlüklerin yönetimleri sırasında sebep oldukları ölümler, işkenceler ve kayıp hadiselerinden sorumlu tutulabilmelerinin uluslararası hukukça kabul edilmesinin belirtilen kuralın uygulanmasıyla sağlandığı vurgulanan görüştü, Amerika İnsan Hakları Mahkemesinin de içtihatlarıyla zamanaşımı ve geçmişe uygulama yasağının darbeci rejimler için söz konusu olamayacağını kayıt altına aldığına işaret edildi.

    "Cebren ülke yönetimine elkonuldu"

    Görüşün son bölümünde, 12 Eylül 1980'de, 12 Kasım 1979'da Adalet Partisi Genel Başkanı Süleyman Demirel tarafından, Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk'ün onayıyla kurulan Türkiye Cumhuriyeti'nin 43. Hükümeti'nin görevde bulunduğu anımsatılarak, dönemin Genelkurmay Başkanı Kenan Evren ve Hava Kuvvetleri Komutanı Tahsin Şahinkaya ile Kara Kuvvetleri Komutanı Nurettin Ersin, Deniz Kuvvetleri Komutanı Mehmet Nejat Tümer ve Jandarma Genel Komutanı Osman Sedat Celasun'un, "daha önce gizlice hazırladıkları 'Bayrak Harekat Direktifi' adlı darbe planı çerçevesinde, Türkiye Cumhuriyeti halkının vergileriyle alınmış ve yurt savunması için kendilerine tevdi edilmiş silahları kullanarak, cebren ülke yönetimine bütünüyle elkoydukları" kaydedildi.

    Askeri darbeyle Parlamento ve Hükümet'in feshedildiği, anayasal düzenin ortadan kaldırıldığı hatırlatılarak, sanıkların, millete ait olan egemenlik yetkisini, Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne ait olan yasama yetkisini, Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kuruluna ait olan yürütme görevini, silahlı güç kullanılarak ele geçirdiklerine dikkat çekildi.

    Darbe sonrasındaki düzenlemelerle kişi hak ve özgürlüklerinin tamamen Milli Güvenlik Konseyi'nin inisiyatifine terk edildiği, başta yaşam hakkı olmak üzere temel hak ve özgürlükler açısından hiçbir güvencenin kalmadığı anlatılan görüşte, eylemlerin, 765 sayılı TCK'nın 146. maddesinin ihlali niteliğinde olduğu bildirildi.

    "Tehdit manevi bir cebir niteliğinde"

    Görüşte, şu değerlendirmelerde bulunuldu:

    "146. maddede 'cebren' denilmiştir. Buradaki cebir unsurunu mutlaka maddi cebir olarak anlamamak gerekmektedir. Cebir hem maddi hem manevi olabilir. Elinde, devlet içerisinde başka bir kurumca karşı konulamayacak bir güç bulunan silahlı kuvvetlerin, anayasal demokratik sistem içerisinde hiyerarşik olarak bağlı olduğu, Başbakan ve tüm siyasi partileri doğrudan, bunların temsil edildiği TBMM ile Cumhurbaşkanını dolaylı olarak, üstelik Türkiye Cumhuriyeti tarihi içerisinde darbe gerekçesi olarak kullanılan TSK İç Hizmet Kanunu'nun 35. maddesini ima ederek uyarı mektubu göndermesi, tehdit niteliğindedir. Aynı zamanda bu tehdit manevi cebir niteliğindedir."

    Sanıkların, 2 Ocak 1980'de Cumhurbaşkanı Korutürk'e verdikleri uyarı mektubuyla başlayan suçu, 12 Eylül 1980 ve devamında da işlediklerine işarete dilen görüşte, haklarında 765 sayılı TCK'nın 80. maddesindeki "zincirleme suç" hükümleriyle aynı kanunun 146/1. maddeleri uyarınca ayrı ayrı cezalandırılmaları istendi.

    Yurt-Kur belgesini imha eden subay hakkında suç duyurusu talebi

    Sanıklar hakkında verilen adli kontrol kararının devamı ve haklarında 1632 sayılı Askeri Ceza Kanunu'nun 30. maddesi gereğince işlem yapılması talep edilen görüşte, "Yurt-Kor" isimli belgenin mahkemeye gönderilmeyip imhasını sağlayan görevli subay Abdullah Recep hakkında suç duyurusunda bulunulması talebinde bulunuldu.

    Askeri Ceza Kanunu'nun 30. maddesi, "Türk Silahlı Kuvvetlerinden çıkarma cezası", 31. madde ise "Türk Silahlı Kuvvetlerinden çıkarma cezasının niteliği ve sonuçları" başlığını taşıyor. 31. maddede, askeri rütbelerin kaybedilmesi düzenleniyor.

    Dava 27 Aralık'a ertelendi

    12 Eylül Davası, sanıklar ve avukatlarına esas hakkındaki savunmalarını hazırlamaları için 27 Aralık 2013'e ertelendi.

    Sıradaki Haberadv-arrow
    Sıradaki Haberadv-arrow