Otobüs ve tramvay demişken; Basel’de, tüm seyahatlerim içinde bir ilke şahit oldum. Sıkı durun: Basel tüm İsviçre gibi pahalı amaaa “toplu ulaşım” turiste bedavaaa! Evet, hangi otelde yer ayırtmış olursanız olun, kayıt için pasaportunuzu verdiğinizde, size çıkış gününüze kadar geçerli olan bir harita ve ucunda kuponunu veriyorlar. Kuponu yırtın, cüzdanınıza koyun ve sadece ilk kullandığınızda, araç içindeki makineye zımbalatın. Sonrasında yanınızda taşımanız ve sorarlarsa göstermeniz yeterli.İn bin, in bin; sıfır Frank... Ne diyorduk; Markt Platz’ın şanı şöhreti aslında meydandaki kırmızı Belediye Binası’ndan geliyor. 500 yıllık yapı şehir yönetimi için hala aktif olarak kullanılıyor. 1520’lerde boyanan duvar süslemeleri ve resimler gerçekten hayranlık uyandırıcı. Dışı nispeten sade görünen binanın avlusuna mutlaka girin; duvarlar ve kemerlerinin altı bir açık hava müzesi adeta. Bazı odalarını da -içlerinde o an belediye toplantıları yoksa- gezebiliyorsunuz.Bina içi süslemelerinin ve eşyalarının çok değerli olanları Ren’in öbür yakasında, yeni Güzel Sanatlar Galerisi olan “Kunstmuseum”daki özel bir salonda sergileniyormuş. Ben bir Münih’teki Belediye Binası’na (Rathaus) hayran kalmıştım, bir de buna… Meydandan ayrılıp, sağımızda Belediye Sarayı kalmak suretiyle, soldan ilk sokaktan yukarıya tırmanıyor ve döneminde tüccarların şehre giriş yaptığı en önemli kapı “Spalentor”u bulmaya doğru yol alıyoruz.Tarihi kapı Spalentor gerçekten etkileyici bir görüntü veriyor. Şehrin tam ortasında bir masal şatosu gibi. Onu fotoğraflayıp, hemen arkasındaki yoldan Basel Üniversitesi’nin Ziraat bölümü gibi bir bölümünün bitki yetiştirme alanından geçiyor, kış bahçelerinde yetiştirilen ilginç kaktüslere ayak üstü hayret ediyoruz.Hazır hayretlere doyamamışken 200 metre aşağıdaki Basel Katedrali’nin dev yapısına da bir hayret kondurup, şehrin iki yakasının manzarasını görmek için Ren Nehri üzerindeki Wettstein Köprüsü’ne çıkıyoruz... Sevdik seni Basel!HAYDİ DAĞLARIN ETEKLERİNDE BİR CENNETE…Mevsim soğuk ama biz bulutsuz açık hava bulma konusunda oldukça şanslıyız. Basel’den bir gün sonra İsviçre’nin en güzel manzaralı en masal kitabı şehri Luzern’e doğru yol alırken, güneş iyiden iyiye kendini gösteriyor… Daha şehre varmadan, göl kıyısına ulaştığımız andan itibaren “yok burası gerçek değil, kartpostal” diyorum. “Kartpostal” biraz eski bir tabir mi oldu yine?Gençler için şöyle çevireyim: “Yok burası gerçek değil, Windows masaüstü…” Dört Orman Gölü olarak İsviçre’nin tam ortasında duran bu göl, yüzölçümü olarak ülkenin dördüncü büyük gölü. Etrafındaki tren hatları ve karayollarından harika manzaralar sunan bir oluşum. Otoyolda bulduğunuz her sapaktan hafif sola birer ikişer kilometre tırmanıp tepelerden aşağıya baksanız, bütün gün o yollarda geçer zaten. Ama ne köyler! Ama ne manzaralar! Hayatımda bu kadar şanslı dağ keçileri görmedim.Kendimizi toparlıyor, küçük fotoğraf molalarımıza bir dur diyor, tabelaları takip ede ede Luzern’e varıyoruz. Merkez Tren İstasyonunu merkez alın; hemen yanındaki küçük limana yanaşan teknelere ve martılarının şarkılarıyla minik minik dalgalanan Luzern Gölü’ne, arkasında yükselen Pilatus Dağı’yla birlikte aldığı o tablo gibi görüntüye, şöyle bir bakın…