Londra'da 24 saatte neler yapılır?

Diyelim ki bir Cumartesi günü Londraya yolunuz düşecek kadar şanslısınız. Peki o tek bir günde gourmet kahveler, ekmekler, peynirler ve çikolatalardan bedavaya tadıp, Thames nehri kenarında keyifli bir yürüyüş yaparak harika müze ve galeriler ziyaret edip, 5 pounda bir Shakespeare oyunu izleyebileceğinizi bilseniz şaşırır mıydınız? Üstelik bunların hepsinin birbirine yarım saatlik yürüme mesafesinde olduğunu öğrenseniz? Londra'da 24 saate rahat rahat sığdırabileceğiniz keyifli aktiviteleri sizin için derledik.İlk ve en önemli durak Borough Market. Tarihi muhtemelen daha eski olsa da, kuruluşu, Soutwark civarında bir pazarın varlığından söz eden bir edebi esere dayandırılarak 1014 yılı olarak kabul ediliyor. Siz yine de çok daha öncesinde bir şekilde var olmuş bir pazar olduğunu aklınızda tutun şimdilik. Nehre yakın olduğu için bazen gelen geçenin uğrak yeri, bazen toptancı pazarı, bazen de parti ve eğlence alanı olarak hep var olmaya devam etmiş bu market. Ama 1990larda, 40 farklı peynir üreticisiyle birlikte çalışan ve artizan peynirler satan Neals Yard Dairy ve yine artizan şarküteri ürünleri satan Brindisanın buraya dükkan açmasıyla bugün bizim bildiğimiz harika market, pazar alanı ortaya çıkmaya başlamış. İşte böylece Britanyanın çeşitli yerlerinden satıcıların çoğunlukla organik olan ürünlerini tüketiciye sundukları bu enfes pazar yeri doğmuş. Sizce de bu market bizim ilk durağınız olmayı hak etmiyor mu? Hem de ulaşımı çok kolay; London Bridge istasyonunda metrodan inince, 1 dakikalık yürüyüşle buradasınız. Sizi ilk karşılayan şey, kimilerine ağır gelen, pazarın kendine has kokusu olacak. Kahve kokularının peynir kokularına, çiçek kokularının balık kokularına karıştığı biraz keskince fakat çok hassasiyeti olmayanlar için oldukça keyifli bir ayırt etme oyununa dönüşebilecek bir acayip rayiha. Bu harika pazarda, çeşit çeşit sebze-meyvenin, etin, sütün, ekmeğin, çikolatanın, kekin ve daha nicesinin en iyi halini, en kalitelisini bulacaksınız. Kocaman delikli peynir tekerlerinden, en leziz zeytinyağı ve sirkelere, ekşi mayalı katkısız ekmeklerden, çeşit çeşit kokusuna doyum olmayan çikolatalara, keklere, gevreklere, hatta Gemlik zeytinine kadar hemen her şeyi tadımlık olarak ikram ettikleri için, aç olarak girseniz dahi, pazardan çıkarken muhtemelen karnınızı doyurmuş olacaksınız. Eğer alışveriş yapmak isterseniz, Artisan du Chocolatın çikolatalarından (£3.99), kişleriyle ünlü Artisan Foodsun brokolili kişinden (£3), Hook and Sonın ta Sussexteki çiftliklerinden gelen pastörize olmamış mis gibi organik süt (£3) veya daha iyisi tereyağından (£21) alabilirsiniz. Tattığınız peynirler hoşunuza giderse, Jumi Cheesein İsviçre'den gelen ve sadece taze otla beslenen inekçiklerin sütünden yapılan güzelim peynirlerinden (spesiyalleri Belper Knolle adlı bir inek peyniri, £3 poundluk bile alsanız iki kişiye kahvaltı olabilir) veya Mini Magoonun ev yapımı çıtır granolalarından (£6) alabilirsiniz. Pate Moinin enfes mantar ezmesinden (£12) ve bence pazarın en iyi sebze-meyve standına sahip olan Elsey and Bentten biraz sarı ve kırmızı bebek domates alıp, az ötedeki Bread Aheadden alacağınız ekşi mayalı tam buğday ekmeği (£6), ve Olive Oil Co.dan alacağınız halis Sicilya zeytinyağıyla birlikte minik bir piknik bile yapabilirsiniz. Bütün ikramlardan ve mini piknikten sonra hala yiyebilecek gibiyseniz, pazarın sağ tarafında dünya mutfağından yiyeceklerin satıldığı stantlar bulacaksınız. İsveç peynirinin eritilip ekşi mayalı ekmekle tost yapıldığı ve yanında turşu, patates gibi bir kaç lezzetlendirici malzemeyle birlikte servis edildiği ve peynir ekmeğe bakışınızı değiştirecek Kappacasein adlı standa uğramanızı şiddetle tavsiye edilir. (£6) Burada bir kaç pound harcayıp, iyice karnınızı doyurduktan sonra, az ötede bulunan, muhtemelen Londranın en iyi kahvesini yapan Monmouth Coffeeye gitmenin tam zamanı. Merak etmeyin, önünde oluşan birkaç yüz metrelik kuyruktan hemen orası olduğunu anlayacaksınız. Pazardan brownie almanızı tavsiye etmedik çünkü burada yiyeceğiniz şey dünyanın bütün brownielerinden daha güzel. Kocaman bardaklarla değil, ufak standart boy bardaklarla servis yapan bu inanılmaz yerde, kahveniz için dilediğiniz kahve çekirdeğini seçebilir, hatta beğenmezseniz değiştirebilirsiniz. Baristalar size kalabalığa aldırmadan bütün çekirdeklerin birbirinden farkını, dünyanın en güzel hikayesini anlatır gibi anlatacaktır. Ortak masada oturup kahve (£2.5) ve brownienizi (£2.85) tadarken birkaç yerli arkadaş edinmeniz işten bile değil. Bu moladan sonra, elinizde kahveniz, biraz aşağıdaki Thames nehrinin kıyısına inebilirsiniz. Nehre gelmeden yolunuz ikiye ayrılacak, sağa dönerseniz Kolonyal dönemden kalma bir geminin replikasını görebilirsiniz (The Golden Hinde), fakat biz bu seferlik sağa dönelim. Nehirle buluşan yolun sağ köşesinde 800 yıllık bir binada bulunan, kapıları ve pencereleri kırmızı, çok sevimli bir pub (The Anchor) karşılayacak sizi. Nehrin karşı yakasında, ilk kez 604 yılında kurulmuş ve bugünkü halini İngiliz Barok mimarisinin en önemli isimlerinden biri olan Sir Christopher Wren tarafından inşa edilerek 17. yy da almış olan St Pauls Katedralini göreceksiniz. Birkaç dakikalık yürüyüşün ardından, orjinali 1599da kurulmuş (Evet Shakespeare hayattayken) ve şanslıysanız 5 pounda harika temsiller izleyebileceğiniz Shakespeares Globe sahnesini bulacaksınız. Buradan sonraki durağımız, tiyatronun hemen yanında Matisse, Dali, Picasso, Andy Warhol ve Duchampa kadar bir çok ünlü sanatçının işlerini görebileceğiniz ücretsiz sergileri olan Tate Modern Sanat Galerisi. Burası aslında 1981 yılında kapatılmış bir elektrik santralinin binası ve sanat galerisi olmak için harika bir alana sahip. Galeriyi gezip gördükten sonra kafenin de olduğu kattaki balkona çıkarsanız, tam karşınızda Thames nehri, üzerinde Millennium köprüsü ve karşıdaki St Pauls Katedrali, aşağıdan gelen canlı müzik sesleri, oraya buraya koşturan minik insan figürleri ve uzansanız tutacakmışsınız kadar alçacık bulutlar, size günün yorgunluğunu unutturuverecek. Hala enerjiniz varsa, nehir kenarından yürümeye devam ederek, turistlerin çok rağbet ettiği ve Londrada geçen her filmin mutlaka bir karesinden bize göz kırpan, meşhur London Eye adlı dönme dolabı görebilirsiniz. Basit bir turist atraksiyonu gibi görünse de, aslında The Shard binasından sonra, Londra'ya bakabileceğiniz en yüksek yer burası (Yarım saatlik bir dönüş için kişi başı £22.45). Veya dilerseniz dönme dolabı es geçip 1739-50 yılları arasında inşa edilmiş Westminster Köprüsünü seyre dalabilir ve oradan görülebilen, şu bütün Londra kartpostallarında olan, Big Ben saat kulesi ve Parlamento binasının, hele bir de akşam üstüyse harika fotoğraflarını çekebilirsiniz. Bütün bunları bir turist acelesiyle değil de sakince, tadını çıkararak ve arada bir banka, kaldırıma, oturup küçük molalar vererek yaptığınızda, enfes bir gün geçireceğinize emin olabilirsiniz. Şimdi, Londra'nın büyüsüne kapılmaya hazır mısınız?