Bu karışıklığın ardından tutkulu bir aşkın ve umudun filmini izleyeceğiz. Maria ve Georg’un hızla artan karşılaşmaları ve günden güne birbirlerine şiirsel bir zarafete bağlanmaları o kadar samimi ve durağan anlatılıyor ki filmi izlerken zihninizin dinlendiğini hissedeceksiniz. Arka planda ise tüm çıplaklığı ile duran mülteci sorunu. Yönetmen bu konuyu anlatırken öylesine zekice bir dil kullanıyor ki, yıllardır süregelen utancımızla bizi yüz yüze bırakıyor. Filmde zaman kavramı yok. Mekan olarak da Paris ve Marsilya’yı biliyoruz. Zamansız zamanın içinde geçmişte mülteci sorunu nasılsa, günümüzde de aynı şekilde yerini korumaktadır. 1940’lı yıllara ait karakterler ve yaşanmışlıklar günümüz dünyasında anlatılıyor. Olaylar 1940’lı yıllarda hangi mekanlarda geçtiyse aynı mekanlarda ama günümüz zaman dilimindeki şekilleriyle sergileniyor. Filmde yer yer dijital tabelalar ya da son model arabalar görülüyor. Geçmişteki mültecilerle günümüz mültecilerin buluşma noktası gibi…. Avrupalı bir ailenin köpeklerine sahip çıkan bakıcı kadın, babasını kaybeden, sağır ve dilsiz annesi olan mülteci çocuk, Meksika’ya gitmeye çalışan ve mültecilere yardım eden doktor bir noktada farklı etnik kökenlere, farklı dinlere ve dillere sahip olsalar da kaçmak için aynı gemiye binecekler. Filmin akıcılığını kötü yönde etkileyen ve karmaşıklığını arttıran bir olguysa filmde kullanılan anlatıcının kafede çalışan ve ara ara Georg ile muhabbet eden barmenin olması. Tüm olaya hakim olmasının mümkün olmadığı karakter inandırıcılığı baltalıyor.Film, size birçok cevaplanması gereken soru bırakıyor. Hem düşünüyorsunuz hem de yıllar geçmesine rağmen insanlığın bir noktada yerinde saydığını fark edip utanıyorsunuz. Mülteci sorununun, ırkçılığın devam etmesine utanıyoruz.