"Kendime inanıyorum, sana inanmıyorum."
İşte bu noktada kırılma yaşanıyor. Daha gösteri bitmeden, salonda asılı olan "Partia-Narod" afişiyle karşılaşıyoruz. Bu, gençlerin yani milli hazinenin siyasi propaganda malzemesi yapılacağının ilk işareti oluyor. Zaten bu sahnenin akabinde de müdahale başlıyor. Gösteriye "toprak reformu, küresel barış ve onun tehditleri, proletarya liderine güçlü bir şarkı" gibi eklemeler yapılması isteniyor. "Kırsal nüfus reform barış ve liderlik üzerine şarkı söylemez" cevabını veren idealist eğitimci Irena'nın itirazları elbette dikkate alınmıyor. Otantik halk sanatı icra eden bir müzik topluluğu, Stalin için şarkılar söyleyip dans eden partizan bir topluluğa dönüştürülüyor.Bu topluluğun gençlerinden biri, 2 müzikoloğun da dikkatini çekiyor. Irena'nın değimiyle "tuhaf biri", Wiktor'a göre ise "enerjik, sevecen ve kendine özgü" olan Zula, hikayenin ikinci ana kahramanı oluyor. Yıllar yılı birbirleri için sınırları aşan ama aralarındaki mesafeyi bir türlü kapatamayan aşıkların; hırpalanmış da olsa Polonya'nın "öz"ü olan Zula ile "Polonya için yoksunuz" denilen kimliksiz Wiktor'un "soğuk savaş"ı işte böyle başlıyor. Zamanla içlerinde yankılanan müziğin dilini de ruhunu da yitiren bu 2 kalbin birlikte yaptıkları tek "çocuk" da bir "piç" oluyor. Zula'nın "Kendime inanıyorum, sana inanmıyorum" cümlesiyle özetlenebilecek bu arayış, 2 kutuplu dünyada "bütün" olmayı başaramayan bir ülkenin yolculuğundan izler taşıyor.
2018 Cannes Film Festivali'nde En İyi Yönetmen ödülüne uzanan yönetmen, filmde yansıtmak istediği soğuk savaş atmosferini mesafeli oyunculuklar, siyah-beyaz ve hüzünlü kadrajlarla yakalıyor. Bunun için en dramatik anlarda bile tansiyonu hep düşük tutuyor. Filmde yaşanan trajik olaylar ve dönüm noktaları asla gösterilmiyor. Gerçekte ne olduğunu, zaman atlamaları sonrası oyuncuların anlattıklarından öğreniyoruz. Fakat bu yönetmenin bilinçli bir tercihi olsa da seyirciyi filmden uzaklaştıran bir handikap gibi duruyor. Hiç gösterilmeyen o olaylar dizisi, oyuncuların ağzında eklenti gibi duran birkaç sakil cümle ile geçiştiriliyor.Savaş sonrası ülkesinin haletiruhiyesini harap edilmiş bir kilisenin duvarlarına yansıtmayı layıkıyla başaran Pawlikowski, sinematografisine gösterdiği özeni senaryosundan esirgemişe benziyor. 2 ana karakter arasındaki çatışmada anlaşılamayan noktalar göze çarparken, vasat diyaloglar ve yarım kalmış hissi yaratan kimi karakterler, "tamam" olamamak üzerine kurulu olan bu estetik filmi "eksik" bırakıyor.