Sinema tarihinin gölgede kalan başyapıtları
Dünya sinema tarihi hak ettiği ilgiyi görememiş ya da zamanında bir rüzgar yaratsa da bugün pek hatırlanmayan filmlerle dolu. Okuyacağınız listede büyük ustaların ölümsüzleşen sinema dilinin ilham kaynağı filmler de var, genç yönetmenlerin yenilikçi bakış açılarıyla fark yarattıkları anlatılar da. Hatta biri var ki, onu çeken yönetmenin ününün ve kemikleşen anlatı tarzının çok dışında bir yerde. İşte, gölgede kalan başyapıt niteliğindeki o filmlerden birkaç öneri…
Haberin Devamı
Azgelişmişliğin Anıları (Memorias Del Subdesarrollo) 1968
/

Kendine ve ülkesine yabancı bir entelektüelin sorgulamaları üzerine kurgulanan bu film devrim sonrası Küba’nın siyasal ve sosyal tarihine burjuvazi gözünden eleştirel bir bakış. Kendisinin değil ailesinin tercihleri doğrultusunda bir hayat yaşayan 38 yaşındaki Sergio, kendi deyimiyle bir atık, çürümüş bir meyve. Tıpkı ülkesi gibi... “İnsan geri kalmışlıktan nasıl kurtulur?”un derdine düşerken toplumu acımasızca yeren bu adam, “Değişen ben miyim yoksa şehir mi?” sorusuna yanıt bulmak için çırpınıyor. Değişimin sancısıyla kıvranan ülkesi ise dünyayı nükleer savaşın eşiğine getiren 1962 Küba Füze Krizi’ne doğru adım adım ilerliyor. Tomás Gutiérrez Alea'nın belgesel ile kurmacayı zekice harmanladığı film, politik sinema tarihinin unutulmuş başyapıtlarından.
Kış Işığı (Nattvardsgästerna) 1963
/

Eşini kaybettikten sonra Tanrı’ya olan inancını yitirmiş yılgın bir papaz, ruhu da bedeni de hasta bir cemaat… Ingmar Bergman’ın ‘Oda Üçlemesi’nin ikinci ayağı olan Kış Işığı tam bir “gölgede kalan”… Protestan bir papazın oğlu olan ve travmatik bir çocukluk yaşayan Bergman, daha önce defalarca yerdiği inanç sistemine dair öfkesini bu filmde artık kusar. Serinin ilk filminde koruduğu “Tanrı sevgidir” inancını da yitirir ve O’nu tamamen öldürür. Yakarışlarına hiçbir yanıt bulamayan bir papaz, “Neden yaşamaya devam etmeliyiz?” sorusuna yanıt veremez hale gelir. Bir kadın Tanrı’nın yokluğunu -karşılığını bulamasa da- yüreğindeki sonsuz aşkla doldurur. Bir adam O olmadan hayatına devam edecek güçten yoksundur. Bir hademe, çarmıhtaki İsa’nın yaşadığı fiziksel değil ruhsal acıya dikkat çeker ve ölmeden hemen önce içine düştüğü şüpheyi sorgular. “Tanrı’nın sessizliği”ni…
Haberin Devamı
Mouchette, 1967
/

Dünya sinemasının büyük ustaları Bergman ve Tarkovsky’in ilham kaynağıydı Fransız yönetmen Robert Bresson… Mouchette, sadece onları değil, bugünün yönetmenlerini de derinden etkileyen, sinema dillerine katkı sunan bir başyapıt oldu. Görmezden gelinen, aşağılanan, sefalet içindeki ailesinin bütün yükünü omuzlamak zorunda bırakılan ‘çamur’lu bir kız çocuğunun karanlığa gömülme hikayesidir bu. Sevgisizliğin ve acının kalbinde yarattığı yara öyle büyüktür ki! Tanrı bile Mouchette’i yüzüstü bırakmıştır. Bresson yer yer parodik bir üslup kullanarak seyircinin karakteriyle bağ kurmasının önüne geçer. Sadece acımasız gerçekliği tüm çıplaklığıyla ortaya koyar. Ve sinema tarihine geçen o kusursuz final sahnesiyle, ikiyüzlü toplumun suratına sert bir tokat atıp sessizce gider.
Arı Kovanının Ruhu (El Espiritu De La Colmena) 1973
/

1940’ların İspanya kırsalı, diktatör Franco dönemi... İspanyol yönetmen Victor Erice, birbirlerine yabancı bir çift ve onların büyüme sancısındaki 2 küçük kızı üzerinden ülkesinin iç savaş sonrası haletiruhiyesini hayranlık uyandırıcı görsel çözümlemelerle ince ince işliyor. İkiye bölünmüş bir toplumun tek kurtuluşunu kirlenmemiş ve hala hayal kurmayı başarabilen yeni nesilde görüyor. Erice, filmi çektiği yıllarda içinden çıkılmaz bir hal alan sansürü de zekice yerleştirdiği sembollerle (Ana-Frankenstein ilişkisi gibi) delip geçiyor. Yönetmenin ilk uzun metraj filmi olan Arı Kovanının Ruhu, düşsel bir yolculuk olmanın yanısıra politik sinemanın gölgedeki başyapıtlarından. Ve bugün, gişe rekorları kıran bazı filmlerin de gizli mimarı…
Haberin Devamı
Haberin Devamı
Şebeke (Network) 1976
/

Aldığı 4 Oscar’a rağmen, Amerikalı büyük usta Sidney Lumet’in dev filmografisinin gölgesinde kalan ve bugün pek anılmayan bu film güncelliğini hiç yitirmemiş sert bir medya hicvi. Tek dünyası beyaz camın ardı olan şöhretli bir haber spikeri reyting kurbanı olduğunu öğrendiğinde canlı yayında intihar edeceğini açıklar. Krizi fırsata çeviren medya patronları aklını yitirme noktasındaki bir adamdan yeni bir sahte peygamber yaratır. Manipülasyon odaklı televizyon sektörünün reyting uğruna oynadığı kirli oyunları -yasadışı örgütlerle anlaşma imzalamak dahil- ortaya döken film, kuklaların oynatıldığı, acınası haldeki kitlelerin yönlendirildiği medya-sermaye düzenine sağlam bir yergi. Diyalog ve monologları bir roman gücündeki Şebeke, Paddy Chayefsk imzalı çok katmanlı senaryosu, Faye Dunaway, Peter Finch ve Beatrice Straight gibi usta oyuncu kadrosuyla bir başyapıt niteliğinde…
Dünyanın Tüm Sabahları (Tous Les Matins Du Monde) 1991
/

Yaratıldığı dönemde çok ses getiren bir yapım olmasına karşın bugün unutulmaya yüz tutan kıymetli bir başyapıttır Dünyanın Tüm Sabahları… Derin karakter analizleri, şiirsel dili, tablo gibi planlarıyla yönetmen Alain Corneau’nun yazar Pascal Quignard’ın romanından uyarladığı film, 17. yüzyılda tutkunu olduğu karısının vefatıyla inzivaya çekilen viyolonist Sainte Colombe ile öğrencisi Marin Marais arasındaki müzik ilişkisine odaklanıyor. Bir yanda saray müzisyenliğini “O kadar vahşiyim ki sadece kendime ait olduğumu düşünüyorum” diyerek reddeden, bestelerini kızlarından başkasına öğretmeyen, kimsenin anlayamadığı tutkulu hayatında ‘rüzgar’la konuşan Colombe, diğer yanda şatafatlı saray hayatını tercih edip gösterişe kapılan, müzik yapmakla müzik çalmak arasındaki farkı anlayamayan, ustasının “Müzik ne içindir?” sorusuna bir türlü yanıt veremeyen Marais… Filmin müzik seçimlerini yapan isimse uzun yıllardır Avrupa'nın müzikal mirası üzerine derin araştırmalar yapan, unutulmuş eserlere yeniden can veren İspanyol müzisyen Jordi Savall. Ve filmin o ölümsüz repliği; “Dünyanın bütün sabahları geri dönüşsüzdür.”
Haberin Devamı
Haberin Devamı
Straight’in Hikayesi (The Straight Story) 1999
/

Şayet bu filmi kimin çektiğini bilmeden izlediyseniz, muhtemelen öğrendiğinizde bir şaşkınlık yaşamışsınızdır. Çünkü o isim David Lynch… Zihinlerle oynayan bulmaca yüklü tüm filmografisini bir yana bırakıyor ve hiçbir gizemli yola sapmadan insani bir öyküyü olanca doğallığı ile anlatıyor. 10 yıldır konuşmadığı ağabeyinin kalp krizi geçirdiğini öğrenince eski bir çim biçme makinasıyla yollara düşen yaşlı bir adamın kilometrelerce sürecek yolculuğuna çıkarıyor bizleri. Aile, sevgi, bağlılık gibi o çok bilindik temalar, bir ustanın anlatı tarzıyla orijinalliğe kavuşuyor. Felsefi derinliği, sinematografisi ve müzikleriyle özel bir film olan Straight’in Hikayesi, Lynch sinemasının gölgesinde kalmış küçük bir başyapıt… Ve bir not; bu hikayeden taşan umudun aksine, Alvin Straight karakterine hayat veren 80 yaşındaki kanser hastası Richard Farnsworth filmden yaklaşık 1 yıl sonra yaşamına son verdi.
Durgun Hayat (Still Life) 2013
/

Tabutun üzerindeki tek bir gül, kısa süre önce hayata veda etmiş bir kadının yastığında kalan baş izi, bir ayağı kırık koltuğun altındaki kitap destesi ya da birbirleriyle hiç tanışmamış insanların anılarının buluştuğu ortak bir fotoğraf albümü… İnceliklerle yüklü Durgun Hayat, dinginlikle ve büyük bir asaletle anlatıyor yalnızlığı. Ve sinema tarihine geçmesi gerekirken gölgede kalan bir karakter yaratıyor: John May… Hayatını kaybeden yalnız insanların yakınlarına ulaşıp cenaze merasimlerini organize eden bir sosyal görevli. Ama öyle sıradan bir memur değil John. İşine tutkuyla bağlı, olağanüstü derecede özenli… O yalnızlar, kimsesizler mezarlığına gömülmesinler diye, uzak bir akrabanın ya da eski bir arkadaşın izini sürüyor bir dedektif gibi. Hangi dine mensup olurlarsa olsunlar, kimsesizleri kusursuz törenlerle uğurluyor. Gün geliyor, bu uzun zaman alan titiz araştırmaları yüzünden 22 yıllık mesleğinden oluyor. Ama John’un yarım bırakmak istemediği son bir işi var! Seyirciye malum sonu hissettirdikten sonra o hissi unutturup darbeyi indirmeyi başaran yönetmen Uberto Pasolini ve oyuncu Eddie Marsan unutulmaması gereken bir başyapıta imza atıyor.
Haberin Devamı
Haberin Devamı
Medealar (Medeas) 2013
/

Pastoral manzaralar, sessizce trajik sona doğru akıp giden bir senaryo, psikolojik bir gözlem… Genç yönetmen Andrea Pallaoro bu ilk uzun metraj filminde ilham aldığı Yunan trajedisi Medea’yı tersten okuyor. Bir intikam duygusunun değil; umutsuzluğun ve iletişimsizliğin yol açtığı yıkımın peşinden gidiyor. Medea’yı da yabancılaşma hissini vurgulamak adına işitme ve konuşma engelli bir anne olarak yeniden yaratıyor. Karakterini yargılamıyor, sadece malum sonuca yol açan nedenlere insani açıdan bakmamızı istiyor. Dar bir bütçeyle devlet desteği dahi almadan çekilen film, paranın söz sahibi olduğu zamane sinema sektörüne nazire yaparcasına, kolektif bilinçle ve fedakar bir ekiple başyapıt kalitesinde bir film yaratılabileceğini ispatlıyor.
İnsan (Human) 2015
/

Kelimeler, kelimeler, kelimeler… Dünyanın farklı uçlarından yüzler… Zenginler, yoksullar, cinsel kimliği yüzünden ötekileştirilenler, siyahlar, beyazlar… Hepsi birden gözümüzün içine bakıp bize bizi, “İnsan” olmayı kendi dillerinde anlatıyor; aşklarını, umutlarını, hayal kırıklıklarını, pişmanlıklarını, travmalarını, günahlarını, hayatı algılayış biçimlerini olanca samimiyetleriyle paylaşıyorlar. Onların dertlerine ortak oluyor, tanımadığımız yüzlerde kendimizi görüyor, “Bizi insan yapan nedir? Bu hayattaki varoluş amacımız ne?” sorularına bu insanlarla birlikte yanıt arıyoruz. 3 yıl boyunca dünyanın dört bir yanına giden Fransız fotoğrafçı ve yönetmen Yann Arthus-Bertrand ekibi ile birlikte 60 ülkede 2 bini aşkın insana dokundu. Onlara zor sorular sordu. Karanlığı da gördü umudu da… O derin söyleşileri muazzam doğa görüntüleriyle birleştirdi ve ortaya 190 dakikalık bir sinema şaheseri çıktı. Belgeselin muhteşem müziklerinin sahibi ise onlarca belgesel filme ruh veren, gözyaşı ve hüzün taşan notalarıyla yürek sızlatan ünlü Kudüslü besteci Armand Amar…