Yolcu Tiyatro’dan “Kürklü Venüs” yorumu
Yolcu Tiyatro’nun dördüncü oyunu "yerleşik değerleri ve anlamları sarsan, sınırları zorlayan kışkırtıcı bir roman, insani varoluşun karanlık taraflarına ışık tutuluyor" diye tanımlanan “Kürklü Venüs”. Mazoşizmin baş eserlerinden sayılan romanın tiyatro halini konuşmak üzere oyuncularla bir araya geldik…
İlk olarak 2013’te “Kapıların Dışında” oyunuyla seyircisiyle buluşan ve sonrasında “Karanlığın Ötesinden Gelen Sesler” ve geçtiğimiz sezon aldığı ödülleriyle dikkat çeken “Joko’nun Doğum Günü” oyunlarıyla tiyatro serüvenine devam eden Yolcu Tiyatro, her zaman yolda olmayı şiar edinen topluluklardan… Son oyunları ise; “Siz ve ben ruhu keşfe çıkan iki maceraperestiz insan doğasının sınırlarını genişletiyoruz” diyen, mazoşizmin isim babası, yazar Sacher Masoch’un romanından sahneye uyarlanan, (2013 - Roman Polanski) beyazperdeden ve kitabından aşina olduğumuz “Kürklü Venüs”.
Hawking'in kitabı en çok satanlar listesine girdi
İnşaat kazısından insan kemikleri çıktı
Tiyatro yazarı ve yönetmeni David İves’in “Kürklü Venüs”ü eksenine alarak yazdığı, Ersin Umut Güler’in yönettiği ve Pervin Bağdat’la birlikte oynadığı oyunun çeviri-dramaturgisi Şafak Özen, dekor-ışık tasarımı Cem Yılmazer, kostüm Özlem Kaya, ses-efekt-müzik Tufan Dağtekin imzası taşıyor. “Aslında çok zor bir metin, çünkü hiçbir şey olmasa bile oyun içinde oyun var. Feminist okumayla beraber çok iyi okunacak bir metin. Kadını hep ikinci plana iten bir sistem var. Metin buna dikkat çekerken, aynı zamanda bireyin bastırılmış arzularına ve içindeki kara ormana doğru da bir yolculuk yapmasını sağlıyor. Gerçek şu ki; biz de dahil pek çok insan kendiyle yüzleşemiyor. Açıkçası bunun için çaba da sarf etmiyoruz ya da nasıl yapacağımızı da bilemiyoruz” diyen Yolcu Tiyatro’nun kurucusu Ersin U. Güler ve “Kürklü Venüs”ün Vanda’sı Pervin Bağdat ile bir araya geldik.
“Kazanmayacağız belki ama eksilmeyelim de”
Gündem sizin kadrajınızda nasıl akıyor; sanat, icracıları ve seyredenleri nasıl görünüyor?
Ersin Umut Güler: Çok kötü bir dönemin içinden geçiyoruz. Sanata her dönem ihtiyacımız var, fakat şu dönemde daha da çok. Tiyatroyu, hem kendim için hem de birilerine bir şeyleri aktarabilmek için yapıyorum. Amaç; birilerinin kafasında farkındalık yaratarak bazı meselelere küçük de olsa bir çizik atıp, yaşam üzerine düşünmelerini sağlamak. Son yıllarda salonlarda çok enteresan bir enerji oluşmaya başladı. Çünkü şu anki mevcut sistemde, bir şeyler yapamıyorlar ve otosansür halindeler. Düşün ki ilk defa sokağa çıktıklarında Gezi’deydiler. Böylesine bir ortamda, tiyatro gibi çok canlı ve o anda gelişen etkinliklere çok fazla akın ediyor seyirci. Kendi gibi düşünenlerle beraber olmak; salonlarda bu enerjinin karşılığı ‘biz varız’ veya ‘yalnız değilim’e geliyor.
Pervin Bağdat: Oyuna başladığımız günlerde, Umut’la aramızda konuştuğumuz konulardandı; bazı zamanlarda hayata ve sanata devam edebilme gücünü nereden buluyoruz? Umut dedi ki; “Bir şekilde ötekileştirildiğimiz bir ortamdayız ve belki de ‘diğerlerinden biri’ gelecek, izleyecek. Kazanmayacağız belki ama eksilmeyelim de...” Tüm bunların dışında sanata sadece politik olarak bakamayız ya da özgürlükler, mutsuzluklar açısından da. Ne olursa olsun, sanatın iyileştirici bir taraf var. Aslında sanatı daha çocukken, çocuk insanlara anlatabilirsek, çünkü o yaşlarda başlayan bir sevgi bu. Ama her şeye rağmen, sanata dair iyi bir şeyler gördüğümde; heyecanlanıp, coşkulanıyorum ve kendimi daha güçlü hissediyorum.
Sanıyorum, bu güç hali bir bakıma yüzleşme de getiren bir şey. “Kürklü Venüs”te de bir yüzleşme hali var, sizce seyircideki karşılığı nedir?
Pervin Bağdat: Tiyatroda bir hikaye anlatılıyor. Eğlenmek sadece gülmek değil; ağlamak, öfkelenmek ve hüzünlenmek de aynı zamanda. Aslında, hepimiz şu hayatta aynı yerlerden yaralanıyoruz ya, işte oralara dokunuyor. Belki yüzleşmesini sağlıyor belki de yalnız olmadığını ya da daha güçlü olduğunu yahut güçsüzlüğünü kabulleniyor gibi bir sürü şey yaşıyor orada. Yaşayan bir sanat dalı tiyatro, o yüzden de iyileştiren ve şifa veren bir tarafı var. Oynarken ben de şifalanıyorum. Şu anda sahnelediğimiz oyunda da seyircinin içsel anlamda bir yolculuğa çıktığını ve bir yüzleşme yaşadığını düşünüyorum. Biz oynarken yaşadığımıza göre, izleyiciler de mutlaka yaşıyordur.
“Ne yazık ki kadına bakış açısı değişmiyor”
Oyun daha önce ilk defa Tiyatro Öteki Hayatlar tarafından sahnelenmişti, izlemiştim de, sizin seçme nedeniniz?
Ersin U. Güler: Dördüncü oyunumuz. Şu dönemde sahnelenmesi biraz cesaret gerektiriyor. Bir tiyatrocu olarak bugüne kadar dahil olduğum tüm oyunların beni çarpan bir tarafı oldu. “Kürklü Venüs” de onlardan biri. Birincisi; zekice yazılmış, güçlü bir metin ve toplumsal cinsiyet meselesini çok iyi irdeliyor. 2500 yıl öncesinden de, bugünden de bir şeyler söylüyor; ne yazık ki kadına bakış açısı değişmiyor. Dünyanın tamamen erkek algısının kodlarıyla yönetildiğini, metin net bir şekilde veriyor. İkincisi ise; çok katmanlı bir metin, bireyin arzularının karanlık tarafıyla ilgileniyor. Hikayenin, herkesin bastırdığı, hatta kendine bile itiraf edemediği durumlar üzerine gidişi var. Tüm bunlar seçmemdeki nedenleri oluşturdu.
Dillendirmeme de travmatikleşmiş gibi geliyor bana. Bu metin minvalinde, bir kişinin de olsa o eşiği geçip, kırabileceğini düşünüyor musunuz?
Ersin U. Güler: Kırmak değil de, insanın arzularının karanlık tarafıyla ilgili, az da olsa keşfetmesini sağlayabileceğini düşünüyorum. Belki de sadece ‘acaba mı?’ ya da ‘böyle de bir şey varmış’ meselesine çıkarabilecek küçük bir çizikten bahsediyorum. Çünkü nihayetinde biz de kendi kendimizi anlayama çalışıyoruz ve bir hesaplaşma halindeyiz.
Vanda Dunayev rolünün sizdeki karşılığı nedir?
Pervin Bağdat: Metin, oyuncu olarak acayip iştahlandırdı beni. Oyunda beş karaktere giriyorum. Güzel, zorlayıcı… ‘Gerçek’ hangisi diye sorduruyor, ki yaşamda da meselemiz bunun üzerine değil mi! Daha önce hiç iki kişilik bir oyunda bulunmadım. Metinde karakterler matematiksel ilerliyor, psikolojik derinliği olan detaylar. Bir oyuncu başka ne ister ki! Oynadığım Vanda çok güçlü bir karakter, erkeğin kabullenmesini ve dönüşmesini sağlıyor. Oyun metaforik olarak da sürekli önüne kapılar açan bir labirent gibi. Her kapı bir sürpriz...
“Pek çok insan kendiyle yüzleşemiyor”
"Hatırlayıp da anlattıklarımız değil, hatırlamayıp anlatamadıklarımız hastalık yapar" diyor psikolojinin kurucusu C. Gustav Jung. Oyunu izlerken bu cümleydi kafamda dolanan; metine dair sizlerin çıkarım yaptığı notlar neler?
Ersin U. Güler: Aslında çok zor bir metin, çünkü hiçbir şey olmasa bile oyun içinde oyun var. Feminist okumayla beraber çok iyi okunacak bir metin. Kadını hep ikinci plana iten bir sistem var. Metin buna dikkat çekerken, aynı zamanda bireyin bastırılmış arzularına ve içindeki kara ormana doğru da bir yolculuk yapmasını sağlıyor. Gerçek şu ki; biz de dahil pek çok insan kendisiyle yüzleşemiyor. Açıkçası bunun için çaba da sarf etmiyoruz ya da nasıl yapacağımızı bilmiyoruz. Bu noktada, seyircilerin bu meseleleri kendileri üzerinden çok da konuşamayacaklarını düşünüyorum. Yani oyunda kendine dair bulduğu pek çok şeyi yüksek sesle dile getiremeyebilir.
Pervin Bağdat: Tabii ki herkesin bu yüzleşmeyi yaşaması mümkün değil ama yaşayanlar da olacaktır. Bu cümlede de yüzleşme ve keşfetme birbirine paralel bir şekilde olabilir. Bilmiyoruz ki bir anda bir şey yaşıyoruz; kırılma noktası oluyor ve ‘hiç yapmam’ dediğimiz ve aslında sende olduğundan bile haberinin olmadığı bir şeyle yüzleşiyorsun. Bu da farkındalık düzeyiyle ya da ilgi algılarının açık olmasıyla alakalı.
Oynadığınız karakterler üst komşunuz olsaydı yahut şimdi masada oturan bireyler; onlara ne söylemek isterdiniz?
Pervin Bağdat: Ben sarılır ve teşekkür ederdim. Oyun sonrası pek çok kadın seyirci gelip, bana sarılıyor, teşekkür ediyor. Sanırım seyirciler bunu yapan erkek zihniyetinden intikam alındığını düşünüp, teşekkür ediyorlar.
Ersin U. Güler: Ben karakterime "bu kadar cinsiyetçi olma" ve "kendinle daha çok yüzleş"’ derdim.
Metnin sonunda Thomas Novachek mı cezalandırılıyor, yoksa Thomas’ın içindeki Vanda Dunayev mi?
Ersin U. Güler: Erkek egemen bakış açısı cezalandırılıyor, yani Thomas cezalandırılıyor.
“Sanat tek başına devrim yapamaz”
Chaplin’in "çok fazla düşünüp, çok az hissediyoruz" dediği bir mevzu var. Buna istinaden sanatsal kadraj nasıl şekilleniyor sizce?
Pervin Bağdat: Çok fazla düşünüp, az hissediyoruz kısmında; bize çok düşünmemiz, konuşmamız ve düşüncelerimizi dile getirmemiz empoze ediliyor. Fakat zihin durmuyor, sürekli düşünüyor. Sorun şu ki; biz yaptıklarımıza ne kadar kendimizi ve kalbimizi koyabiliyoruz. Bence, bu cümle de böyle bir yerde. Dünyamız küçük de olsa; bazı insanları dönüştürdüğüne inanıyorum. Sistemi değiştiremeyiz belki ama kelebek etkisi misali.
Ersin U. Güler: İyi bir sanat eseri söylediği cümlenin arkasına sığınıp, biçimi ve estetiği bir kenara atmıyorsa iyidir. Çünkü ‘biz, zaten Brecht yapıyoruz’ ve evet, Brecht zaten çok güzel söylüyor ama ‘sen yeni ne söylüyorsun?’ veya ‘insanları şaşırtabilecek neyi, nasıl söyleyeceksin?’ Bence meseleyi özle, biçimle iyi kavuşturabilenler seyircide şaşırtıcı etkiyi yaratabilir. Bu da çok olmuyor. “Sanat tek başına devrim yapmaz, fakat doğru bir çizgiyle dünya hakkında doğru bir siyasi görüşe sahip olan bir sanatçı, eserleri yoluyla halkla kitlelerle çok güçlü geniş bağlar kurabilir” diyor Yılmaz Güney.
“Hepimiz biraz Joko’yuz”
Geçtiğimiz sezonun çok konuşulan oyunlarından biri olan “Joko’nun Doğum Günü”ne gelirsek; sahneleme fikri nasıl doğdu? Metinde sizi heyecanlandıran neydi?
Ersin U. Güler: Fransız yazar Roland Topor’un sürreal bir eseri. Konservatuvar yıllarında tanıştım ve sahnelemek hep aklımdaydı. 1997’de çevrilmesine karşın, İstanbul’da profesyonel tiyatrolarca pek oynanmamış bir oyundu. Oyunda beni heyecanlandıran ise; temelinde ezen-ezilen ilişkisinin çok katmanlı olarak bulunduğu metni ve seyirci için tiyatroda görmeye alışık olmadığı fiziksel önerilerle dolu olması. Ayrıca sağlam ve fiziksel anlatım olanaklarının sınırlarını zorlamaya açık bir metin olmasıydı.
“Hepimiz biraz Joko’yuz” diyorsunuz; sizce Joko’lar ne zaman özgürleşir?
Ersin U. Güler: Oyunun başında Joko, sırtına atlayan kongreciyi -hakim ve yöneten sınıfı temsil eden kişiyi- taşımayı reddediyor. Fakat bir süre sonra başka insanları sırtında taşımayı, çoğunluğa uyarak, kabulleniyor. Sıradan bir insan olarak ezilmeyi kabullenişi Joko’yu büyük bir toplamın sıradan bir parçası yapıyor. Bir süre sonra özgürlük tarifini bile, başkalarının sırtında taşımayı kabul edişi ile anlatıyor. Joko ne zaman özgürleşecek; belki de başkalarını sırtında taşımayı reddettiğinde ya da korkularını yendiğinde. O zaman belki de gerçekten başlayacak Joko’nun ve de bizim hayatımız.
Umutlu musun?
Ersin U. Güler: Sevdiğim, inandığım bir işi yapıyorum. Bir yanıyla da bu sistemde bunu yapmak azap verici ama zorsa zor, yapacak başka şeyimiz yok! Sinemacı abimizin, çok sevdiğim bir lafı var: “İmkanlarım azaldıkça yaratıcılığım artıyor”. Bizler de imkânlarımızı zorlayıp bir şeyler yapmaya çalışıyoruz.
Pervin Bağdat: Umutsuzluğa kapılıp, kanadımın kırıldığı zamanlar çok oluyor ama bir şekilde umutlu olmak ve inanmak zorundayız. Gerekirse çaba sarf edeceğiz. İnanıyorum ki; sanatla bu mutluluğu yaşayıp, yayabiliriz.
Detaylı programı için: www.yolcutiyatro.com/tr