hourSON DAKİKA
left-arrowright-arrow
weather
İstanbul
down-arrowup-arrow

    'Var olamayan' kadınlar, 'yar etmeyen' erkekler…

    Var olamayan kadınlar, yar etmeyen erkekler…
    expand

    "Yok Oğlum Biz Evdeyiz", genç yazar Görkem Şarkan'ın yüreğinden ve elinden çıkma, tam anlamıyla 'seyirlik' bir oyun. Serbest Bölge'nin de 2. oyunu olma özelliğini taşımakta. Çarpıcı, etkileyici, trajikomik ve en önemlisi Şarkan'ın da çok sık üstünde durduğu gibi 'gerçek'.

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    Bolca 'ağır abi' ve  hayatı kısıtlanmış, evlenerek yırtma derdindeki bir genç kadının hayatlarından bir kesiti izliyoruz oyunda.

    Aslında tam anlamıyla seyirci kalıyoruz ve bittiğinde sessizce kalkıyoruz. Çünkü Şarkan'ın da dediği gibi bu başı ve sonu olan bir oyun değil, bu her gün gördüğümüz bir dram.

    Yok Oğlum Biz Evdeyiz'i yazış sürecinden bahsedelim önce istersen. Tiyatro için yazılmış bir metin mi?


    Bu bir 'drama' diyorum ben. Hatta dramanın en ilkel haline bir gönderme. Bunu kamerayla çekseydik beyazperdede gösterseydik de aynı şey olacaktı aslında. Çünkü tiyatroda da sinemada da romanda da  'drama' aynı drama. En azından benim peşinde olduğum drama bu. Teatral öğelerin dışarda bırakdığı bir drama.



    Yazılış sürecine gelince de; ataerkillikle ve feodallikle ilgili bir problem yaşıyordum-yaşıyorum, çok kabaca buradan çıktı diyebilirim. Uzun süredir de bu ataerkilliği, yaşadığımız, hatta içine sıkıştığımız feodal dünyayı 'gerçek' bir olayla anlatma isteğim vardı . Yazış şeklim de; romantik biri olmadığım için-ki bu romantik kelimesinin şu anda kullanıldığı anlamdaki romantiklik değil - 'Bir gün oturdum, ilham perileri geldi sayfalar aktı' gibi bir durum olmadı tabii ki. Olay örgüsünü 1 yılda şekillendirdim. Yazmamsa 2 ayımı aldı.

    Yok Oğlum Biz Evdeyiz'de gördüğümüz ağır abilerin 'ağırlığı' aşık olduklarında veya 'abi' olduklarını hatırladıklarında askıya alınıyor sanki. Sahi bu çetin delikanlılar -mış gibi gösterenler mi sence en azından senin oyununda?

    Sadece benim oyunumda değil sanırım. Oyundaki çocuklar çok delikanlılar, racon kesiyorlar, 'namus' diyorlar. Ama bu olay 2012 yılında geçiyor, çocuklar orta ve ortanın biraz altı bir ekonomik sınıfa mensuplar, arabalarıyla Bağdat Caddesi'ne gidiyor, Starbucks'tan kahve içiyorlar, kızlara bakıyor, onların gittiği yere gidiyorlar, facebooktan mesaj atıyorlar, bu dünyada namus için adam öldürüp hapis yatacaklar mı bu çocuklar? Hayır. Zaten başından sonuna -mış gibi yaşıyorlar. Gerçekte olan bu.

    Oyunda Murat'ın gerilimini yüzünden okuyoruz ama Ayşegül'ün tepkilerini, ne düşündüğünü görme şansımız yok. Bu rejide bilerek gözettiğin bir şey miydi?

    Bu oyunun bir 'projeksiyon' olduğunu söylemek istiyorum öncelikle. Hayatın içinden bir kesit. Başı ve sonu yok. 1 saat 10 dakika boyunca karakterlerin başından geçenlere tanık oluyor seyirci. Bu kadrajda da kızı görme ihtimalimiz yok. Eğer ki Ayşegül'ü seyirciye gösterecek bir 'hile' bulsaydım, teartal oyunlar yapsaydım bu en başından beri iddiasında olduğum 'realizm'i birazcık dışarı atmış olurdum.

    Bir de şöyle bir şey var; kızın gerçekte de ne hissettiğini gerçekte de kimse bilmiyor, görmüyor ki. Bu olaylar açığa çıktıktan sonra bile göremiyoruz, belki en yakın arkadaşı ile birazcık konuşacak ama hepsi o. Bu kız ne hissettiğini kime söyleyecek? Onu öldürmekle tehdit eden abisine mi? Babasına mı? O kadar korkuyor ki 'Bırakma beni, evlen benimle' diyor çok gerçek bir şeyden korkuyor.İçinde namusunun kirlendiğiyle ilgili bir korkusu yok korktuğu şey fiziksel şiddetle karşı karşıya kalmak. Var olamamak'tan korkuyor.

    Sokaktaki adamın kadına bakışının en doğal, en trajikomik halinin verildiği oyunda sadece bu eleştirilirmiyor bir yandan da mahalle kızlarının nihai amaçları olan evlilikle örülü dünyalarını görüyoruz. Ne dersin buna?


    Aynen öyle, oyundaki her iki cins de aynı aşağılık kan grubundanlar. Kadınların çok küçük yaşlardan bu yana kimlikleri elinden alınıyor; birinin karısı oluyorlar, birinin annesi oluyorlar, o kadın asla sadece o kadın olamıyor, var olamıyor. Dünyayla bağı kocasıyla oluyor. Bu kadınların yetiştirdiği kızlar da bu cinsiyetçiliği benimseyerek yetişiyorlar ne yazık ki.

    Aşık olunan kadın, beraber olunan kadın, kıstırılacak kadın, ulaşılamayacak sadece hakkında fantazi kurulacak kadınlar var. Oyundaki erkeklerin gözündeki kadınlar bunlar, peki erkekler?

    Onlar için her erkek 'kusursuz'. Onlar kadınlar için bahşedilmiş hediyeler, çünkü öyle yetiştiriliyorlar. 'Aslan oğlum', 'Koçum benim', 'Sen kalkma paşam' diye büyütülüyorlar, kız kardeşi varsa 'Kalk abine şunu getir' deniyor. Hepsi yetiştirilişten kaynaklanıyor. Erkek bir kadına 'aşık olduğunda' ona 'seksi' çağrıştran her şeyi yasaklıyor  yani onu kutsal olarak atfediyor, yan masadaki kadın başka bir adamın 'kutsal'ı, ama ona bakabiliyor. Kadının 'edilgen' olduğu öğretilip perçinletiliyor. Birini aşağılamak için söylediğin küfürler en basitinden; kadın cinselliğine saldırı şeklinde değil mi?

    Oyunu hem yazmak hem oynamak hem de yönetmek bilinçli mi yoksa zorunlu bir tercih miydi?


    Zorunlu değil bilinçli  bir tercih. Metni yazarken oluştuduğun dünyayı realize etmek arzusu yönetmenliği başkasına bırakmamı engelliyor açıkçası. Oyunculuk ise daha çok egomla ilgili. Oynamak istiyorum.

    Seyirciye oyunun sonunda selam vermemeniz, 'bu oyun o kadar da 'oyun' değil, gerçek' demek mi biraz da? Biraz düşündürmek yani?

    Seyircinin daha fazla düşündüğü kesin. Çünkü oyunun sonunda biz çıkıp "Bakın ne güzel de oynadık değil mi?" deseydik, seyirici alkışlayarak "Aferin oyuncu ne güzel oynadın hepsini de anladım ben" şeklinde bir rahatlama yaşasa oyunun işlevi orada bitecek, sonlandırmış olacağız yaşanan tecrübeyi. Ama alkış olmayınca oyun teknik anlamda devam ederken seyirciyi solandan çıkarınca -bana kalırsa- oyun bitmemiş oluyor. Oyundan çıkan seyirici eve giderken de üzerinden atamadığı bir ağırlığı taşıyor izlediği şeyle ilgili. Tabii bunların hiçbirini yaşamayanlar da vardır elbet.

    Tiyatro için söylenen ........................'yı klişe buluyorum dediğin şey nedir?

    'Tiyatro kutsaldır.' klişesini hiç sevmiyorum. Bu da her meslek kadar önemlidir en fazla. Kutsal bir tarafı oduğunu düşünmüyorum. Sanki mesleğinin çok önemsenmesini isteyen egosantirik bir oyuncu tavrı bu kutsallık durumu. Bir de başarısızlığı örten bir kılıf gibi çok kullanıldı ve kullanılıyor. Mesleğini iyi yapıyorsan beklediğin dönüşü alırsın bir şekilde. Yaptığın mesleğin kutsal olmasına gerek yok.

    Sıradaki Haberadv-arrow
    Sıradaki Haberadv-arrow