hourSON DAKİKA
left-arrowright-arrow
weather
İstanbul
down-arrowup-arrow

    Hesaplaşmaya dönen bir karşılaşma hikayesi: He-Go

    Hesaplaşmaya dönen bir karşılaşma hikayesi: He-Go
    expand
    KAYNAKBetül Memiş / Cnnturk.com

    Altıdan Sonra Tiyatro’nun geçen sezon bitimi seyircisiyle buluşturduğu işlerinden “He-Go”; yazarı ve aynı zamanda oyuncusu Halil Babür, yönetmeni Yiğit Sertdemir ve oyuncuları Alican Yücesoy, Ayşegül Uraz. Dörtlü ile bir araya geldik…

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    “Gördüm anıtlarını nice görkemli çağın / Zamanın zalim eli yıkıp etmiş yerle bir / Başları göğe değen kuleler darmadağın / Ve sonsuz tunç ölümün gazabına köledir…” W. Shakespeare’in “64. Sone”si ile merhaba diyor “He-Go”…

    68 yıl sonra bir ilk!

    Birazdan fazlasıyla okuyacağınız Çetin, Ersin ve Saffet ise “He-Go”nun kahramanları… “11’e 11” ve “Kasap” oyunlarından belleğimize ilişen genç yazar, oyuncu Halil Babür’ün yazdığı oyunun yönetmeni Altıdan Sonra Tiyatro’dan temiz işlerine aşina olduğumuz Yiğit Sertdemir, oyuncuları ise Bakırköy Belediye Tiyatroları’nda ‘kurumsal tiyatro’ algısını yıkarak seyircisini güzel eden oyunlarla dikkat çeken Alican Yücesoy ve Ekip Tiyatro’sundan bildiğimiz başarılı oyuncu Ayşegül Uraz ve uzun zamandır sahnede oyuncu olarak göremediğimiz Halil Babür…

    Talat Halman’ın sone çevirisinin bestesi de Halil Babür’e ait. Yönetmen yardımcısı Gülhan Kadim, şarkı düzenleme kayıt Burçak Çöllü, dekor ve kostüm Ebru Özdemir, teknik İhsan Dehmen ve efekt Onur Kahraman imzası. “Hego değil; He-go; He-go değil; Çetin: milyonlarca izlenmiş bir filmin ana karakteri olan süper kahraman He-go’yu canlandırmıştır. Hemen herkesin He-go olarak tanıdığı Çetin, kendini izole ettiği evinde, yurt dışından gelen bir teklifle yeni rolüne hazırlanmaktadır. Evin yerleşiklerinden, eski karısı Saffet’e inat, evine bir hayranını misafir edeceğini duyurarak prova sürecini hızlandırmak ister. Piyango Ersin’e vurmuştur. Çetin, Saffet ve Ersin arasındaki bu tuhaf karşılaşma, gerçek bir tanışmaya dönüşür.” Oyundan spoiler vermemek adına ezcümle; güzel kotarılmış metin, tadında oyunculuklar ve kıvamında rejisiyle dikize yatmaya değer oyunlardan bir tanesi “He-Go”… Oyun bitimi aklımdaki Peter Handke’nin; “Oyuncuya dönüştüğümüz zaman hayatımızı harcamaya başlarız!” cümlesini de alıp, “He-Go”yu yaratanlarla röportaja düşmek için Kumbaracı50’nin yolunu tuttum.

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    Hesaplaşmaya dönen bir karşılaşma hikayesi: He-Go

    “Oyun yazarı değil yönetmen sorunu var”

    *Önceden yerli metinlerin azlığından kaynaklı, yabancı metinlerin daha çok yer bulması ve bu hikayelerin de "bizi" yansıtmadığından söz edilirken, son yıllarda bu söylemler daha aza indirgenmiş görünüyor. Bense, sizin gibi yazar ve ekiplerin bu eşiği çoktan kırdığını düşünüyorum. Fakat yazarlık mefhumu, oyunculuk, yönetmenlik kadar ön planda olamıyor ve dolayısıyla genç yazarların adını yeterince duyamıyoruz...

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    Alican Yücesoy: Yabancı metinler bizi yansıtmıyor demek gibi saçma ve kaba bir şey olamaz. Bazı metinler evrensel bir mesele üzerine, bazıları ise o meselelere uzak yazılıyor. ‘Yabancı metinlerin bizi yansıtmaması’ söylemi ise tamamen rejisörle ilgili bir durum… O zaman Shakespeare de oynamazdık. Aslında yerli metin yazılmamasıyla değil, fark edilmemesiyle ilgili bir sorun var.

    Yiğit Sertdemir: Hep söylediğim gibi; Türkiye’de oyun yazarı değil, yönetmen sorunu var. Bu sıkıntı meselesini söyleyenlerin çoğu da yönetmendir.

    Alican Yücesoy: Bizde asıl problem dramaturgun ciddiye alınmaması ve doğru şekilde kullanılmaması. Dramaturg ortaya meseleyi koyacak olan, yönetmen de o meseleyi onunla birlikte sahiplenecek ve revize edecek olan. Kaç yönetmen, yeni nesil yazarları merak edip de okumuştur! Bir yönetmenin ya da tiyatro sahibinin sürekli okuyor olması lazım.

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    *Yönetmen sorunu, sıkıntısı derken, açalım biraz?

    Yiğit Sertdemir: Bir yönetmen, repertuvarını seçerken, kendini göstereceği Çehov, İbsen gibi yazarların eserlerini seçer, Halil ya da Yiğit’in oyunlarını seçmez. Çünkü ‘büyük prodüksiyon’. Algı da o olduğu için, ‘bak, adam yönetmiş’ dedirten oyunlar seçilir. Bir de tamamlanmış metin istiyorlar, yerli metin olsa da bir Çehov etkisini alalım gibisinden. Her oyun kötüdür, eğer sen onu sahnede iyi yapmayı beceremezsen! Yerli metin sıkıntısı söylemi eskidi artık; alternatif sahnelerin çıkmasıyla ve buralarda üretimlerin oluşmasıyla kırıldı bu. Bu cümleleri kuranlar ne oyun okuyor, ne de izliyor.

     "Cebimdeki Yabancı", 2 Şubat’ta sinemalarda

    Altın Küre'de renkli giyindi, nedenini ise böyle açıkladı

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    “Yazarlık romantik algılanan bir şey”

    *Sizinle birlikte pek çok genç yazar var ortaya iyi işler çıkaran ama isimleriniz hep geride kalıyor. Nedeni popüler dünya algısında, yazarlığın yeterince görünür olmaması mı?

    Halil Babür: Popülerlikle alakalı. Sebebi de; yazarlık denilen mevzu bizde biraz romantik algılanan bir şey. ‘Yazmak’ çok kaba bir yerden söylüyorum; "biraz yaralı ruhların ya da daha sessiz faziletlerin işi" gibi algılanıyor. Adım yazar olarak öne çıkmıyorsa da, öncelikli etkisi oyuncu olmamdan veya öncesinde TV figürü olarak bilinmemden kaynaklı olabilir. Bu iş aslında kendi içerisinde, çevresini de daraltıyor. İnsan yaş aldıkça ve işte de tecrübe sahibi oldukça, kendi muhafazakâr alanını oluşturuyor ve zannediyor ki içinde bulunduğu mesleğin alanı bu kadar. Bizden beş yıl sonraki nesille gittikçe aramız açılıyor. Yiğit eskiyor, ben eskiyorum. Kavramlar değişiyor. Yazarlığa bakışla ilgili bir problem olduğunu düşünüyorum. Mesela, şu anda son yazdığım oyunun İran’da basılma durumu var. Burada sahnelenmiş olmasına rağmen, basılamıyor. Yazar bu mücadeleleri vermemeli ama benim basımla ilgili harekete geçmemem garipseniyor. Her şeyi geçtim, sorun şu ki bu bir zorunluluk haline gelmiş. Bence bu işle ilgilenen yayınevlerinin keşfetmekle ilgili aşklarının olması lazım.

    “Çünkü onlar gibi değiliz, bizim gibi değiller”

    *Kimdir bu "He-Go"lar? Nasıl doğdu bu hikaye? Yazım ve sahneleme aşamasının sizdeki psikolojik durumunu merak ediyorum?

    Halil Babür: Kendi içimde çok fazla maruz kaldığım bir yerden yola çıktım; birbiri gibi olmayan, farklı düşünen insanların bir araya gelme biçimi, özelikle sosyal medyayla gelen hatlara bölünmeleri, sürekli gard almaları ve hep bir kavga halinde olmaları ama pratikte, sokakta böyle olmamaları. Oyunda iki karakter arasında bir iletişimsizlik var ve bu hal nasıl ilişkiye döner? Bizim gibi düşünmeyenler hakkında düşündüğümüz, gerçekten birbirimizden korkmak üzerine mi kurulu? Anlaşamadığımız; sadece farklı görüşlere sahip olduğumuz değil, o görüşlere sahip olduğumuz için birbirimizden korkmamız. Birbirimiz gibi düşünmediğimiz için, dürtüsel olarak birbirimizi yok etmek istediğimizi düşünüyoruz. Çünkü onlar gibi değiliz, bizim gibi değiller.

    Yiğit Sertdemir: Kumbaracı50, sevdiğimiz ve temas ettiğimiz insanlarla, sıfırdan bir şeyler yapalım dediğimiz bir alan. Halil’le olduğu gibi Alican’la da bir şeyler yapalım istiyorduk. Metni okuduğumda çok beğendim. Prova süreci Halil’in ifade ettiği benim için de geçerli aslında. Ben de Eşrefpaşalı’yım. Oyundaki Ersin’in kafasında yaşayan insanların olduğu bir yerde büyüdüm, fakat hiçbir zaman Ersin olmadım. Ama Çetin olmaya da ister istemez -o bakışa doğru- evrildim. Bu anlamda kendinle eğlenebilmek çok doğru... Belki de yan yana oturduğunla sen Ersin, o Çetin oluyor ve beraber, kendinize gülebiliyorsanız ki bu kendine gülmede de sadece eğlenme yok; yüzleşip, eleştirebilmek var. Buradan da bir şeyi keşfettiğin için barışabilmekten bahsediyorum. Metin bunu başarıyor, bu bakımdan da prova sürecinde çok eğlendiğimizi düşünüyorum.

    Hesaplaşmaya dönen bir karşılaşma hikayesi: He-Go

    *Oynadığın Ersin, "cuk" oturuyor dedikleri bir yerdendi. Çetin, Ersin ve Saffet; yazar bu karakterlerin neresinde?

    Halil Babür: Oyundaki üç karakter de vardı bende. Hiçbir zaman olamasam da ben biraz Ersin’in olduğu yerden geldim. Çetin olmak ve olmamakla ilgili çok fazla mücadele verdim, hâlâ da veriyorum. Aslında biraz da Çetin’le mücadele edip, Saffet’e dönüşecek miyim meselesi ki bu oyunun kaşımasının sebebiydi. Bunları gözlemleyen olarak ben; hepsinin olduğu bir dönemde ve hepsinin ortak kümesinde duruyorum.

    “Her zaman hazır etiketli bir halimiz var”

    *Peki, bu "He-Go"lar bir zaman sonra evriliyor mu?

    Alican Yücesoy: He-go’lar ya da "He-go"luk evrilmiyor, bazen çok bazen az oluyor ama sadece şekil değiştiriyor. Bizim her zaman hep hazır cevaplarımız ve hazır etiketli bir halimiz var. İşte onu değiştirmiyoruz veya değiştiremiyoruz. Bunu idealize ediyoruz sanırım.

    *Okuma ya da prova sürecinde kafanızda dönen soru işaretleri ya da kelime, tanım neydi?

    Yiğit Sertdemir: Kilit sözcük "uzlaşma"ydı. Sonunda ikisinin uzlaşması... Zaten öyle bir koşulda da uzlaşırsın. Tekstten gidişatından uzlaşmadan hariç başka bir şeyler bekliyor olabiliriz ama işte "acaba, sen niye öyle şeyler bekliyorsun?"… Kendine sorarsın ve oradan bir şey çıkar!

    Ayşegül Uraz: Benim en çok sevdiğim; yazarın yarattığı dünyada bir ’tarafsızlık’ vardı. Taraf olmayı seçeceğin anda kendini sorgularken buluyorsun.

    *Hikayede oyuncu olan Çetin’i oynama halinin güzelliği neydi?

    Alican Yücesoy: Karikatürize etmeme aşamasında güç bir şey! Nasıl kendimize bu kadar dürüst davranacağız ki normal hayatta da kendimize bu kadar dürüst değiliz. En azından, ben, kendime o kadar dürüst değilim. Bunun içinde kendime sonsuz dürüst olacağım ve oradan, kafamın içinde bir dürüstlük çıkaracağım ve burada bunun üstünde bir karakter yaratmaya gideceğim; oyun bir yandan da bana bunları sorgulatıyor. Genelde çoğu oyun, hayatımda bir şeylerle kesişir, bana bir şey gösterir. Bu oyun da biraz öyleydi.

    *Saffet bir eylemsizlik hemhalinde ama durmadan düşünme - konuşma halini de sürdürüyor. Her ne kadar Çetin’in algısı olsa da Saffet oyunun dışında ama bir yanıyla da oyunun üçüncü gözü gibi…

    Ayşegül Uraz: Oyunun içinde olmadığım bir yer yok, o konuda eylemsizliğimle berber oradaki varoluşumu sürdürüyorum. Saffet’e dair okuduğumda en çok etkilendiğim; hepimizin içinde vardır herhalde bilmiyorum ama benim kafam da çok konuşuyor. Sürekli bir düşünme ve kafa içinde konuşma. Oyundan yola çıkarsam da birinin beyni gibi hareket etmek çok hoş bir şey. Çetin’e daha yakın Saffet, çünkü Çetin’in beyni.

    Hesaplaşmaya dönen bir karşılaşma hikayesi: He-Go

    “Seyirci kendiyle yüzleştiği haline gülüyor”

    *Yorumlardan seyircilerin ya çok gülüp, eğlendiğini ya da tam tersi, zıt bir yerden tanımladığını görüyorum. Sizce nasıl bir oyun desem?

    Halil Babür: Komedi oyunu değil. Sancılı bir hissiyatın döneminde yazılmış ve yazarken de burası çok komik olmuş demedim. Zaten bu tür tanımlardan da çok korkarım. Bence bir metin de çok komik oldu, çok duygusal oldu üzerinden yazılmaz.

    Alican Yücesoy: Ama bir ironi var ve sağlam olan da orası. Oyun karikatürize bir dünya statüsünde değil, bayağı derdi, meselesi olan bir yerde. İyi bir metin. Her tiyatro gişeye yönelik işler yaparak seyircisi olsun ister, ama burada ince bir ayar var. O da tercih ettiğimiz bir tiyatroya evrilsin ve bir yandan da o incelikli muhafaza durumundan vazgeçilmesin.

    "Sıkıcı bir şeydense, yuhalanmayı tercih ederim" 

    Kadebostany: Biz modern Çingeneleriz

    Halil Babür: Komik olanda çoğunlukla seyirci kendiyle yüzleştiği haline gülüyor. Bu vardır, tespit edilmiştir ve tespit edildiği şey israf edilmemiştir. Yazar da bunu organize etmemeli, kafasındaki komik bloğu bir yere yerleştirmemeli. Zaten Ersin ve Çetin’in karşılaşması, kendi içinde bir ironiyi barındırıyor. Oyunda böyle yapılmaz, yapmayınız, demiyoruz ki artık eskimiş bir tarz bu. Ben tiyatronun bir şey söylemek yerine, göstermek meselesine daha çok evrilmesi gerektiğini düşünüyorum. Çünkü biz çok söyleyen; "böyle yaparsan, böyle olur" diyen bir yerden geldik. Ama bu insan tabiatına aykırı… Neticede, herkes kendi başına, kendi doğruları, gerçekleri ve deneyimleri olan bir yapıda ilerliyor.

    Yiğit Sertdemir: Bu oyun üzerinde niye gülüyorlar ya diyenler de anlıyor, sadece gülenler de anlıyor. Mesele; senin anladığın mevzuyla arandaki ilişki. Komedinin kuralı; seyircinin bildiği sahnedeki en az bir kişinin bilmediği bir gerçek vardır, o yüzden ortaya çıkınca gülersin. Bu söyleyebilenle duyabilen, duyduğunu hazmedebilen ve hazmedemeyenle arasındaki birazcık fark gibi! Bunu da oyun iyi, kötü anlamında söylemiyorum.

    *Genç bir yazar olarak bugünün tiyatrosunda "bir şey söylemek" üzerine ne düşünüyorsunuz?

    Halil Babür: Her oyun bir şey söyler ama bu çağın tiyatrosu bir yere evrimleşecekse; bir şey söylemek ki yazarlık olarak da önerme biçimi artık çok geçerli değil. Bu biçim, modern ve gelişen insanı bir alana sınırlıyor ve özgürlükçü yapıyı bozuyor. Artık bir şeyi görüp, onu tecrübe etmek bize çok daha fazla algı ve yaşayış katıyor. Metinlerde hedeflediğim bu. Bence yazan da oynayan da evrilmeye çalışıyor. Yek ve biriciklikten öte, bir şeyin parçası olmaya çalışıyoruz. Bir şeye öncülük gibi söylemlere inanmıyorum. Ancak bir değişimin başını oluşturabilecek sorular olabilir ki içinde de cevapları vermemeniz gerekir. Empoze etmeye başladığınız da ise tiyatro, siyasetçilerin ‘burada tiyatro dönüyor’ dediği bir yere geliyor.

    *Peki, sizce biz izlekler açık mıyız bu denişim ve dönüşümlere? Son olarak söylemek istedikleriniz?

    Halil Babür: Değiliz, çünkü kutsallaştırıyoruz. Bugün ‘alternatif mekanların bir tiyatroya yakışmıyor’ fikri daha yeni kırılıyor. Mesela senaryo yazarken beni çok heyecanlandırıyor ama karşımdaki ‘abi bunun karşılığı yok, daha önce yapıldı ve seyirci bunu kabul etmiyor’ diyor. Kim bu seyirci; seyirci benim! Ben seyircilikten geliyorum; seyirci olduğum, sevdiğim için bu işi yapıyorum. Bu iş nasıl bu kadar formalize edildi, bilmiyorum. O yüzden de biricik halimizle ne düşünüyorsak, o an, ne geliyorsa aklımıza, korkuyorsak da korktuğumuzun üstüne giderek yapmalıyız, hiç olmayacak diye düşündüğümüz ve sadece kendimizin hoşuna gittiği için…

    Sıradaki Haberadv-arrow
    Sıradaki Haberadv-arrow