En az senin kadar tuhafım diyen üç kadının hikayesi
Kadınların daha da özgürleşmesine ihtiyacımız olan bu dönemde, derdini böylesi bir kadrajda veren metinlerden bir tanesi Craft’ın oyunu ‘Yutmak’. ‘Ben genellikle dünyadaki en tuhaf insan olduğumu sanırdım...’ diyen Frida Kahlo’nun cümleleriyle başlıyor oyun, gelin devamını ekipten dinleyelim…
“Ben genellikle dünyadaki en tuhaf insan olduğumu sanırdım, ama sonra dünyada o kadar çok insan var ki, kendini benim kadar tuhaf hisseden ve benimle aynı biçimde arızalı başka biri olabilir diye düşündüm. Onu hayal ettim ve onun da beni hayal ettiğini düşündüm. Sen eğer ordaysan bunu okuduğunu umut ediyorum ve bilmelisin, işte ben de buradayım ve en az senin kadar tuhafım” diyen üç kadının hikâyesi karşımızdaki… ‘Sıradışı’ olarak tanımlanan, İskoçyalı feminist yazar Stef Smith’in oyunu “Yutmak”ı tiyatro sahnesine taşıyansa Craft. Geçtiğimiz sezonun ikinci yarısında seyircisiyle buluşan ve izleyicisinden de tam not alan oyun; ‘arızalı ve tuhaf olarak tanımlayabileceğimiz’ Rebecca, Anna ve Sam adlı üç kadının, yollarının kesişmesiyle başlayan özgürleşme, iyileşme ve kendini bulma sürecini anlatıyor. Çağ Çalışkur’un başarılı çevirisi ve İbrahim Çiçek’in ilk yönetmenlik deneyimiyle metne can verenlerse: Başak Daşman, Ece Dizdar ve (oyundaki erkek gibi hisseden kadın rolüyle pek çok ödülü de kucaklayan) Merve Dizdar. Ajanda da kaçırılmayacaklar arasında notları aldıysak, gelelim ekiple gerçekleştirdiğimiz röportaja...
“Belki bir uzaylı istilası işe yarayabilirdi”
- “Herkes ötekilerin karşısında kendi aidiyetlerini haykırıyor, başkalarını kendince dışlıyor, yandaşlarını seferber ediyor, düşmanlarını şeytanlaştırıyor, söyleyecek daha ne var?” diyor ‘Çivisi Çıkmış Dünya’ kitabında Amin Maalouf… ‘Yutmak’ın ‘ötekiler’inden yola çıkarsak; sizce söyleyecek daha neler var?
Merve Dizdar: Çok güzel anlatılmış, üstüne söyleyecek bir sözüm yok. Oyundan sonra seyircilerimizle sadece bakışıyoruz. Söylenecek pek bir şey kalmıyor. Sadece gözlerimiz dolu dolu bakışıyoruz ve birbirimize gülümsüyoruz.
Başak Daşman: Uygarlık, insanın hayatta kalmak için türdeşiyle beraber olması gerektiğini anladığı anda doğmaya başladı. Şu anda insanları ortak bir amaca yönlendirebilmek için belki bir uzaylı istilası işe yarayabilirdi. Dünyadan faydalanmada tam bir eşitlik söz konusu olmadıkça, insanlar, insanlık kavramının büyük çerçevesi yerine, hep küçük alt gruplarda toplanıp, birbirlerini dışlamaya devam edecekler, din, siyasi, mezhep hatta renk, dil vs. Belki de tüm üretenler hep beraber, gereğinden fazlasını üretmemek için söz birliği yapıp, hayatı biraz yavaşlatabilirler. Bu ütopik seçeneklerden başka bir şey gelmiyor aklıma.
İbrahim Çiçek: Ötekileştirme üzerine konuşmak bana pek anlamlı gelmiyor açıkçası. Birileri siyaha ‘beyaz’ diyor ve ‘hayır, o beyaz’ diyerek düzeltmemi bekliyorsa, üzgünüm ben orada yokum. Bazı kavramların kavgası olmadığına inanıyorum. Sevgisizlik temelli davranışlara karşı söylenecek bir şey yok.
Ece Dizdar: Maalouf doğru söylüyor ama bizim hikayemizde değil. ‘Yutmak’ kadınları birbirlerini anlıyor ve cesaret veriyor ve özgürleştirmeye çalışıyorlar.
“Birbirimizi olduğumuz gibi kabul etmiyoruz”
- Oyunu izlerken kafamdaki cümle: “Kalp düşünebilseydi atmaktan vazgeçerdi...” ve “Anlaşılmak kendini satmaktır’ diyen Fernando Pessoa’ya aitti. Tabii bir de kendini anlamanın yolu bir başkasını anlayabilmekten geçiyor şiarı da var, sizde mevzu nasıl şekilleniyor?
Başak Daşman: Kalp bütün suçu üzerine alsaydı evet, atmaktan vazgeçebilirdi ancak almaz. İşte ayrıştığımız yer tam da orada başlıyor. Ece’nin oynadığı Anna gibi, biri insanlığın tüm suçunu kendi içinde hissetmeye başladığında, onu delirtir ve sonra da kurtarmaya çalışırız. Anlaşılma isteği ise, haklı çıkma gayreti olabilir ama aynı zamanda yalnızlıktan kurtulma arzusu da. Ben kendime sorduğumda, -elbette bütünüyle emin olamayarak- anlamanın anlaşılmaktan daha önemli olduğunu düşünüyorum. Kendimi anlamak için mi yoksa sadece merak ettiğim ve farklı yolların ya da sebeplerin mümkün olabileceğine inanmayı seçtiğim için mi bilmiyorum.
Ece Dizdar: İçgüdümüzde var, birbirimizi anlayan varlıklarız. Susmak, bakmak ve durmak gerek.
İbrahim Çiçek: “Kendimle de sıkça anlaşamıyorum. Anlaşabildiğim herkesle anlaşıyorum; anlaşmaya çalışıyorum. Anlayamadığım insanları anlamaya çalışıyorum. Anlayamadığım yerde ‘hoşça kal’ diyorum. Çünkü bazen kendimi bile anlayamadığım zamanlar oluyorsa, insanları da anlamaya çalışmamalıyım değil mi?" Yıldız Tilbe bu konuda söylenecek her şeyi söyledi (gülüyor).
Merve Dizdar: Kendini sevmekten geçiyor önce. Kendini sev sonra karşındakini, sonra diğer insanları, canlıları, hayatı, doğayı. Yani sevgisiziz, birbirimizi olduğumuz gibi kabul edemiyoruz. Sürekli eleştiriyoruz, çok daha iyiymişiz, doğruymuşuz gibi. Olan bu. Beni böyle sev seveceksen...
“Normal en tehlikeli sözcüklerden biri”
- Oyunda “en az senin kadar tuhafım” diyen üç kadının hikayesine tanık oluyoruz. Metinle hemhal olurken, kadraja düşen nasıl bir fotoğraf oldu?
Başak Daşman: Şu an normal olarak tanımlanan kavramların neredeyse tamamını anormal buluyorum. Düzen dediğimiz şey, her devirde, kendi sistemini (genelde çürük) korumak için ortalama bir normal yaratıyor ve bunu sarsabilecek tüm pürüzleri törpüleyip, cilalamak ve sistemini parlatmak istiyor. Bu da normal değil ama olağan! Bizim yapmamız gereken ise topluluk ahlakını anlamak ancak kabul etmek yerine, kişisel ahlakımızı kuvvetlendirip, kendi normalimizi savunmak.
Merve Dizdar: Bilmiyorum. Tuhaf ne ya da normal kim? Sorunun cevabı ben de pek yok. İnsan işte. Önce kendini olduğun gibi kabul edeceksin, sonra da kimseyi yargılamayacaksın. Bence böle. Oyunu çalışırken de bunları düşündüm.
Ece Dizdar: Bu karakterlerin hiçbirini normal ya da tuhaf diye tanımlamadım. Kendimi de öyle. ‘Normal’ en tehlikeli sözcüklerden biri. Çok acıya sebep oluyor. Her birimizden yalnızca bir tane varken, normali nasıl tanımlayabiliriz!
- Peki, bizler hayatta neleri ‘yutmak’ zorunda bırakılıyoruz? Oyun prova ve sonrasında, seyirciye yansıyan durumda algınızda neler değişti?
Başak Daşman: Küçükken, gelecekte dünyanın çok daha iyi bir yer olacağına emindim. Sadece çocuk romantizmi yüzünden değil, aslında mantıklıydı da. İnsanlık sürekli gelişip, yeni şeyler keşfedip, yeni fikirler üretiyor. Sadece o sırada meta, aidiyet ve sahip olma arzuları arasındaki ilişkiyi net görememişim. Her gün yutmakta zorlandığım, en az bir kaç şey ile karşılaşıyorum. Bir kaç dakika haberleri izlemek yeterli.
Ece Dizdar: Karakterim Anna beni değiştirdi, buna izin verdim. Enteresan bir zamanımda girdi hayatıma ve girdiği an biliyordum beni değiştireceğini. Anna çok büyük derinlikle yazılmış bir karakter. Yıllarca daha çalışabilirim üstüne. Bana daha çok dinlemeyi öğretti. Hem oyunculukta hem gerçek hayatta.
Merve Dizdar: Çok şey değişti. Hepimiz bir sürü şey yaşıyoruz. Bazen karşı çıkıyoruz bazen de kenara çekiliyoruz. Sindiremediğim, asla yutmak istemediğim tek şey ‘şiddet’. Oyunda da bu çok iyi işleniyor. Her oyun başka bir şey hissediyoruz, öğreniyoruz. Seyirci de bizimle öğreniyor. O da oyundan çıkınca kendini sorguluyor, hayatı düşünüyor belki biraz da nefes alıyor.
“Her an her şey değişebilir”
- Oyun karakterleriniz sizin arkadaşınız ya da komşunuz olsaydı, kulağına ne fısıldamak isterdiniz?
Ece Dizdar: Anna’ya; ‘haklısın’, Sam’e ‘sen de haklısın’, Rebecca’ya ‘çok haklısın’ demek isterdim.
Başak Daşman: Rebecca, yalnız kalmaktan korktuğu için menüyü istemek yerine önüne servis edileni yemeyi seçmiş bir kadın. Arkadaşım olsaydı; ‘Her an her şey değişebilir ama bunda korkacak bir şey yok, eğer sakin olursan, ne kadar eğlenceli olabileceğini görebilirsin’ derdim.
Merve Dizdar: Sam’e; ‘Bugün, n’apıcaksın, nereye gideceksin, işin var mı’ derdim. Bayılırım gözüme kestirdiğim insanların hayatlarında ne yaptığıyla ilgilenmeye, bir günü nasıl geçiyor mesela (gülüyor). Bilenler bilir, böyle garip meraklarım çok var.
“Üç kadının kendini bulma hikayesi”
- Oyunun varmak istediği değil de yol aldığı hikaye boyunca izleyicilere altını çizdirmeye çalıştığı nedir sizce?
İbrahim Çiçek: Yanından geçip gittiğimiz insanların nefesini duyabilsek her şey ne güzel olacak, fobilerimizi bir düşünsek belki de öğretilmiş düşmanlıklarla dolu bir hayata sahip olduğumuzu göreceğiz.
Başak Daşman: Bence oyunun yapmaya çalıştığı, karakterlerin birbirleriyle ilişkileri üzerinden; ‘Bak bir de böyle bir şey var, sana benzemeyen ama aynı zamanda ne kadar da benzeyen, bunu görmek güzel değil mi?’
Ece Dizdar: Bireysel olarak sıkışmış halimiz de yalnız olmadığımızı, her deneyimin biricik ama aslında hepsinin aynı olduğunu söylüyor.
Merve Dizdar: Üç kadının kendini bulma hikayesi bu. Özgürleştiği, kendini sevdiği, sıkıntılar olsa da istediğinden vazgeçmediği. Seyirci en güzelini hissediyor. Bir şeyin altını çizmeye gerek kalmıyor.
- Bugünlerde hayat nasıl akıyor desem, sizi ‘en’ yapan neler var?
Ece Dizdar: Çok inişli, çıkışlı bir ruh hali; her gün ayrı ve gün içinde 10 kez değişen. Bu dönem böyleymiş.
Merve Dizdar: Çalışıyoruz daha güzeli var mı! En mutlu olduğum şey.
Başak Daşman: Bu aralar hayat hızlı akıyor. Oyun, dizi, ilk kitap, öğretmenlik… Heyecanlı ama huzurluyum.
İbrahim Çiçek: Oyun yönetiyorum, oyuncu koçluğu yapıyorum, kedime bakıyorum, fırsat buldukça uyuyorum.
- Sizin ilk öykü kitabınız ‘Kırık Evin Delisi’ çıktı, kitaba dair ne söylemek istersiniz?
Başak Daşman: İlk öykü kitabım; yazdıkların hakkında konuşmak biraz zor, okurlar bulduklarını bana iletirlerse memnun olurum hatta. İlk tepkiler keyif verici ve evet, oldukça heyecanlıyım. H âlâ yazıyorum, o yüzden devamı gelecektir.
Program hakkında: www.tiyatrocraft.com