Virginia Woolf neden 'benlik' üzerine odaklandı?
Virgina Woolf, "Benlik Üzerine Denemeler"inde benlik mevzusunun yanı sıra kadın haklarını, modernlik devrimlerini, romanın geçmişini, şimdisini ve geleceğini tartışıyor.
Ayrıntı Yayınları ayrıca, bir yer altı edebiyatı klasiği olan Chuck Palahniuk'un Türkçe'ye Elif Özsayar tarafından çevrilen "Dövüş Kulübü'nün de 25. basımını gerçekleştirdi. Yayınevinin bininci kitabı olan Ercan Kesal ve Enis Rıza'nın kaleme aldıkları "Zamanın İzinde" de 3. baskıya ulaştı. Ayrıca Terry Eagleton'un Emine Ayhan tarafından çevrilen "İyimser Olmayan Umut"; Ersi Sotiropoulou'nun Ayhan Özşeker'in çevirdiği romanı "Eva"; Robert Maynard Pirsig'in Süha Sertabiboğlu tarafından çevrilen romanı "Zen ve Motosiklet Bakım Sanatı" ile Christer Öhman'ın Ali Arda tarafından çevrilen "Çocuklar İçin Dünya Tarihi" kitaplarının da yeni basımları okura sunuldu.
'Halkın Özgürlüğü' neden despot ve diktatörlerle karşılaştığımızı anlatıyor
Tanıtım metninden:
Benlik Üzerine Denemeler
Virginia Woolf (1882-1941) çok çeşitli konularda harikulade düzyazılar yazmışken ben bu seçkiyi "benlik" üzerine odaklandırmayı tercih ettim. Öyleyse hemen cevaplamam gereken soru şu: Neden? Neden kadın haklarını ya da modernlik devrimlerini ya da romanın evrelerini seçmedim? Neden sınırlı, sonlu ve muhtemelen yanıltıcı "benlik"le cebelleşmeye başladım? Neden Woolf'u da peşimden sürükledim? Benlik nedir? Ne demektir? Kimin tanımıdır? Sanatçının kendisi mi, yoksa toplumsal benliği midir? Bireyin kurallarca mecbur edilmiş, maskelerin ardındaki benliği midir? Peki maske nerede biter, kendi nerede başlar? Bir tane mi benlik vardır, yoksa hesaplanamayacak kadar çok miktarda mıdır? Değişken midir, yoksa bölünemez bir bütün müdür?
Feminist klasik Kurtlarla Koşan Kadınlar Türkçe'de 23. baskıya ulaştı
Bu derleme içerisindeki denemeler elbette sadece "benlik" mevzusuyla ilgilenmemektedir. Woolf aynı zamanda kadın haklarını, modernlik devrimlerini, romanın geçmişini, şimdisini ve geleceğini de tartışmaktadır. Sosyal eşitsizliği ve savaşın getirdiği ıstırabı dilbazca bir ustalıkla ifade eder. Sağlam bir edebiyat antikacısıdır, hazine avında geçmişi tarar. Aynı zamanda günün estetik çekişmeleri ve çağının dinamik noksanlığını da içine işlemişçesine kafasına takar. Kendi şeytanlarıyla mücadele eder, kendisiyle dalga geçenlerle dalga geçer ve genellikle de üstün gelir. Seçtiğim denemeler Woolf'un 37 yaşında olduğu 1919 yılı ila 58 yaşında olduğu 1940 yılı arasında yazılmıştır. Bu süre zarfında Woolf değişmiştir, hem de defalarca; fikirleri değişmiştir, koşulları da öyle. O, kalemi her eline aldığında aynı bükülmez ve kusursuz duruşu yineleyen sabit bir teşekkül değildir... Joanna Kavenna
Demir Ökçe
Huzursuzluğumun nedenini sormaya gerek yok. Düşünüp duruyorum, kendimi alamıyorum düşünmekten. Öylesine yoğun yaşamışım ki, huzur ve sessizlik bende bunalım yaratır olmuş, ölüm ve yıkımın çok geçmeden karşıma çıkacağını düşünmekten kendimi alamaz duruma gelmişim. Kulaklarımda ezilmişlerin çığlıkları çınlıyor; geçmişte de olduğu gibi, tatlı, hoş gövdelerin paramparça edilmesini ve ruhların, şiddet kullanarak, gururlu bedenlerinden sökülüp Tanrı'nın önüne fırlatılmasını izliyorum. Biz zavallı insanlar, dünyamıza kalıcı barış ve esenlik getirmek amacıyla, işte böyle kıyım ve yıkımlara karşı savaşıyoruz.
***
1912-1932 arası yılları kapsayan çalkantılı bir dönemde yaşamış insanların ruhsal durumlarının Jack London'ın Demir Ökçe'de olduğundan daha canlı tanımını başka hiçbir yerde bulamayız: hataları, bilgisizlikleri, kuşkuları, korkuları, yanılgıları, etik kuruntuları, şiddet içeren tutkuları, akıl almaz alçaklık ve bencillikleri gibi. Bu tür konuları anlamak bu aydınlanma çağında bize çok güç geliyor. Tarih bize bunların gerçekleştiğini, biyoloji ve psikoloji de neden gerçekleştiğini anlatır; ama tarih, biyoloji ve psikoloji bu olayları canlı tutamaz.
Anthony Meredith
Antrée ve Thyeste Trajedisi
Düğün gününde karısı ve kardeşi tarafından aldatıldığı için intikam arzusuyla gözü dönmüş tiran Atrée, kardeşinden intikam almaya oğlu Phlisthène'i gönderir fakat Phlisthène öldürmesi gereken adamın kızına âşık olunca erdemi ve aşkı arasında seçim yapmak zorunda kalır. Kral babasına sadakati ve sevdiği kıza duyduğu aşk arasında bocalayan mutsuz bir prensin intikam, sadakat, aşk, ensest ve cinayetle içe içe geçmiş trajik hikâyesidir anlatılan.
Bilim insanları 'Evrim mi Yaratılış mı?'da tartışıyor
İsterim ki intikamım günahlarla alınsın. Ona yaşam bahşettiğim tüm saatler bana geri ödensin. Dünya onaylamasa da böylesi ölümcül bir tasarıyı, tatlıdır bana akıtmak rakibimin kanını!
Edgar Allan Poe'nun "Çalınan Mektup" öyküsünde atıfta bulunduğu Atrée ve Thyeste Trajedisi, yeteneği Voltaire'in gölgesinde kalmış Fransız tragedya yazarı Prosper Jolyot de Crébillon'un başyapıtıdır. Tragedyaya ilk defa terör temasını sokmuş olan Crébillon, XVIII. yüzyıl Fransa'sının otorite eksikliğinden doğan iç sarsıntılarını, dönemin ahlaki çöküntüsünü ve siyasi kutupları arasında yaşanan fikir ayrılıklarını Atrée ve Thyeste'in kanlı taht kavgasında sahneye taşımakla kalmaz, ayrıca kendi siyasi görüşünü de Phlisthène'in ağzından dile getirerek monarşinin korkunç yüzünü ifşa eder...
Sapak
"Hiç kıpırdanmadan sıfır noktasında asılı kalmak... Böyle bir nokta var mıydı? Göz önünde olmayı sevmezdi, okyanusun içinde bir kum tanesi olmak gibisi yoktu. Ancak farkında olmadan bilincinin derinlerinde saklı sandığın kapağı ansızın aralanmıştı. Bu alışkın olduğu, üstesinden geleceği bir şey değildi. Ancak ruhunun labirentine gizlediği o gizemli sandığın kapağı bir kez aralanmışsa, kararlı bir yazgıcılıkla, ertelenen, görmezden gelinen geçmişin acımasızca orta yere serileceğini de kabullenmesi gerekirdi. Düşsüz, hissiz biri değildi artık. Hatta bazı tutkulara kapıldığı bile söylenebilirdi."
Celal Güngördü'nün son romanı Sapak'ta, ülke gerçeklerinin kılcal damarlarına kadar sessiz ama kararlı adımlarla yürünüyor; bu esnada bireyin varoluş meselesine de yeni bakış açıları getiriliyor. Sapak, bireyin hayattaki varlığına ilişkin tehlikeli sorular barındıran, ama gücünü yine de hayattan, çiçeklerin kokusundan, kuşların sesinden ve umuttan alan sarsıcı bir roman.
İlk bakışta acısı toplumsal hafızadan asla silinmeyecek maden kazalarının eksene alındığı roman, gizli odağında başkarakter Hayati'nin suçuna ve çıkmazlarına -yine kendisinin- ceza kesebilme muhasebesine odaklanıyor. Hayati, hem sanık hem kurban olmanın dipsiz kuyusunda varoluşunun anlamını irdeler: Bir insan kaç kez ölür? Hayati birçok kez ölür Sapak'ta; ama her ölümünden acılar içinde tekrar doğarak yeni ve daha zor soruları kendisine soruyor. Rüyalarla ölümlerin iç içe geçtiği, hayal ile gerçeğin sarmalandığı Sapak, biraz bugün gibi, biraz da bilinmedik bir zaman gibi...
Devrimcilerin Filistin Günlüğü
Devrimcilerin Filistin Günlüğü (1968-1975) kitabıyla, devrimci hareketin üzerine fazlaca kalem oynatılmamış, tarihsel bir kesiti aydınlatan Oktay Duman, kitabın devamı niteliğindeki bu titiz çalışmayla, yaşayanların tanıklığında bu tarihi irdelemeye devam ediyor. Kitap zengin detaylarıyla okuru renkli, canlı ve keyifli bir tarih yolculuğuna çıkarıyor. Yakın tarih meraklısı okur için çalışmaya oylum kazandıran çok sayıda soru sormayı sürdürüyor. Sosyalist mücadelenin yeniden yükselişe geçtiği '74'lü yıllardan sonra Filistin hareketiyle yenilenen ilişkilerin öncesinden başlayarak, 12 Eylül darbesiyle birlikte hangi biçimlerde ve niteliklerde devam ettiğini, belgeleriyle birlikte irdeliyor. 12 Eylül darbesinden sonra devrimci hareketin arka bahçesi Ortadoğu'da, Filistin hareketiyle yaşananlar gözler önüne seriliyor. Kitapta; edinilmiş bu deneyimden kaçırılan fırsatlar, Filistin hareketinin 12 Eylül darbesinden kurtulan devrimcilere sunduğu olanakların nasıl değerlendirildiği masaya yatırılıyor. Filistin hareketi saflarında düşen devrimcilerin hikâyelerine parantezler açan çalışma, spekülasyonlar yerine, yaşayan tanıkların ışığında gerçeklerin izinde yürümeye devam ediyor. Toplamda 9 ülke, 18 kenti dolaşarak oldukça zahmetli yolculuklardan sonra ulaştığı tanıklarla, dikkat çeken bu eseriyle okurlarla yeniden buluşuyor.
Hermenötik ve Sosyal Bilimler
Avrupa'nın önde gelen sosyal teorisyenlerinden olan Bauman'ın ilk olarak 1978'de yayımlanan bu önemli eseri, bir bütün olarak hermenötik geleneğine en iyi giriştir denebilir. Psikoloji ve sosyoloji öğrencilerine yardım etmesi için tasarlanmış olan bu çalışma, "sosyal bilimleri anlama" problemini tarihsel ve psikolojik bir bağlama yerleştirir. Bu bağlamı sosyolojik düşüncedeki ana akıma bir cevap olarak sunar ve bu esnada hermenötiklere meydan okur.
Hermenötiğin tarihi uzundur ve bağlantıları epey fazladır, sosyolojinin sınırlarının bile ötesine uzanır. Hermenötik geleneği sosyoloji alanında da ilgiyi en çok üzerine çeken alanlardan biridir, fakat çok yanlış yorumlanan bir alandır da. Hermönitikle ilgili tartışmalar son sürat ilerlemektedir ve hâlâ da doğru çözümleri sunma girişiminin olduğu söylenemez. Bunun yerine vurgu ana yaklaşımların her birinin zayıf ve güçlü yönlerini ortaya çıkartma üzerinedir. Bauman'ın görüşü, anlama teorisinin sağlam sonuçlar elde edebilmesinin yalnızca anlama problemini toplumsal yaşamın devam eden bir parçası olarak ele almakla mümkün olacağı yönündedir. Bauman'ın hermenötik geleneği toplumsal varoluşu devreye sokarak sorunsallaştırdığı bu çalışması, mevzuyla ilgilenen herkese yardımcı olacak bir referans kitap kıymetinde...
Lenin
Yakın tarihin en tartışmalı ve hakkında en çok yazılıp çizilmiş siyasi figürlerinden biri üzerine kaleme alınmış bu biyografik deneme, okuru Lenin'in hayatını ve siyasi stratejisini yeni bir ışık bir altında değerlendirmeye davet ediyor. Yazarının kendi ifadesiyle, kanlı canlı bir insan olan Vladimir İlyiç Ulyanov ile onun kamusal personası N. Lenin arasındaki ilişkiyi, bir başka deyişle özel yaşamı ve siyasi stratejisi arasındaki bağlantıyı gözler önüne sermeye çalışıyor. Ve bunu yaparken gerek Soğuk Savaş döneminde bilhassa Batı'da üretilen, önyargılar ve ideolojik kaygılarla malul Lenin literatürüne, gerekse 1980'lerde açılan Sovyet arşivleri temel alınarak tek taraflı bir biçimde kaleme alınmış ve daha ziyade Lenin'in özel yaşamının mahrem yönlerine odaklanan spekülatif çalışmalara bir alternatif olma iddiasında.
Lenin'in yaklaşık otuz yıllık devrimci kariyerinin izini süren Lars T. Lih, onu işçi sınıfının devrimci potansiyelinden şüphe duyan, pragmatik bir karamsar olarak resmeden standart "ders kitabı" yorumunun aksine, son derece romantik, tutkulu ve iyimser bir Lenin portresiyle çıkıyor karşımıza. Analizinin temel izleğini ise, Lenin'in ömürlük siyasi projesi olarak adlandırdığı "kahramanca sınıf liderliği", yani Rus proletaryasının, çoğunluğu köylülerden oluşan Rus halkına liderlik etmesi fikri teşkil ediyor. Konjonktürel şartlara göre yıllar içerisinde birtakım değişikliklere uğrasa da özünü ve tematik bütünlüğünü muhafaza eden bu strateji, Lenin'i hem Rus siyasi tarihi hem de enternasyonal sosyalist hareket içerisinde hak ettiği bağlama oturtmamıza da olanak tanıyor.
Lih'e göre, bu tarihi şahsiyeti bütün yönleriyle anlayabilmemizin yolu, onun bu ilham verici siyasi stratejiye duyduğu, kökenleri büyük oranda ailevi geçmişine ve kişisel deneyimlerine uzanan derin duygusal bağı idrak etmekten geçiyor...
Teolojideki Sosyoloji
Bu kitap görsel kültür alanında sosyolojik muhayyileye dair özgün bir çalışmadır. Kitapta tablolar, imgeler ve adalara ilişkin olarak görme veya görmeme hakkında yaptığımız tercihlerin düşünümsel boyutları incelenmiştir. Bourdieu, Goffman ve Simmel'in sosyolojideki düşünümselliğin keşfedilmemiş teolojik yönlerine temel oluşturan düşünceleri tartışılmıştır.
Sosyoloji, düşünümsellik açısından radikal çıkarımları olan teolojik bir yöne doğru beklenmedik şekilde kaymıştır. Bu doğrultuda, bu çalışmada düşünümsellik ile teolojinin görsel nitelikleri, manevi sermaye biçimi olarak duaya dair Simmel ve Mauss'un görüşleri, kimlik ve karakterin oluşturulması ve teolojinin sosyolojik beklentileri üzerine düşüncelere değinilmiştir. Bu açından bu eser hem sosyoloji hem de teoloji için yeni sayılabilecek çıkarımlarla doludur.
Kuşkuculuk
Sextus Empiricus, Yunan kuşkuculuğunu sistemleştiren kişidir. MÖ II. yüzyılın ikinci yarısında ve III. yüzyılın ilk çeyreğinde yaşamıştır. Yaşadığı çağın dışında ününü ve etkisini yeniden ve en fazla kazandığı coğrafya Batı Roma'nın mirasçısı ve Katolik Kilisesi'nin hâkimiyetindeki Latin Dünyası, özellikle de Fransa ve İtalya olmuştur. Buna olanak sağlayan etken, H. Etienne'in ya da Latince adıyla Stephanus'un İS 1562'de (bu tarih Rönesans'ın son dönemine karşılık gelmektedir) Pyrrhonculuğun Ana Hatları'nın Latince çevirisini basmış olmasıdır. Bu kitap basıldıktan kısa bir süre sonra dönemin temel felsefi metinlerinden biri haline gelmiş ve sonraki üç yüzyıl boyunca Batı felsefesinin yönünü ve rengini belirlemiştir.
Sextus'un kuşkucu argümanlarının etkisi altındaki bu üç yüzyıl, Batı felsefe çevrelerince yaygın olarak "epistemoloji çağı" olarak nitelendirilmektedir. Buna göre, Sextus'un argümanlarıyla tanışan Descartes, Locke, Hume ve Kant (ki bunlara Berkeley'i de ekleyebiliriz) gibi filozoflar için felsefenin temel sorunu insan kavrayışının doğası ve sınırlarıyla ilgiliydi. Filozofun birincil görevi bizim hangi boyutta ve yolla dünya hakkında bilgi edinebileceğimizi belirlemekti. Bu filozoflar kuşkuculuğu benimsemiyorlardı, aksine onu alt etme amacındaydılar. Fakat Sextus'un argümanlarında kendini gösteren oldukça keskin sorgulayıcı, eleştirel kuşkucu tavır ister istemez onları etkilemiş ve öğretilerini daha sağlam epistemolojik temellere oturtma çabasına yöneltmiştir.
Elinizdeki kitap, Sextus'un Pyrrhonculuğun Ana Hatları ana başlığı altındaki üç kitabını ve Dogmatik Filozoflara Karşı ana başlığı altındaki, Mantıkçılara Karşı alt başlığını taşıyan iki ve Fizikçilere Karşı alt başlığını taşıyan iki kitabını içermektedir.
Dövüş Kulübü
İstenmeyen yağlar. Pahalı, butik sabunlar. Maaş çekleri, güzel bir ev, zarif mobilyalar. Yalnızlık ve yabancılaşma. Tüketimin susmayan arsız çağrısı. Yalanlar ve yalanlar. Nefret ve öfke.İlk kez yayımlandığı 1996'dan beri bir yeraltı klasiği olarak anılan Dövüş Kulübü, yeni binyılın eşiğinde geçen bir anti-ütopya öyküsünü anlatıyor. Yaşadığı hayattan nefret eden, ölüm düşüncesini saplantı haline getirmiş, insani yakınlığı kanser dayanışma gruplarında arayan genç bir adam. Aynı dayanışma gruplarının bir başka müdavimi, toplum kaçkını bir genç kadın. Ve Tyler Durden; yalanlar ve mutsuzlukla dolu bir dünyaya kendi yöntemleriyle saldıran yarı çılgın bir kurtarıcı, baştan çıkarıcı bir intikam meleği. Tyler'ın felsefesine göre, tüketim kültürünün uyuşturucu etkisinden kurtulmanın yolu, fiziksel acıyla tanışarak yeniden doğmaktır. Çok geçmeden, gecenin geç saatlerinde bar bodrumlarında toplanan gizli bir dövüş kulübü ülkenin dört yanını saracaktır. Ama Tyler'ın dünyasında sınırlara ve kurallara yer yoktur. Kendi bedenini örseleyen bir müritler ordusu, toplum düzenini ve konformizmi imha etmek üzere Tyler'ın peşine takılır...Chuck Palahniukun ilk romanı, tüketim kültürüne, hırs ve üstünlük duygusuna, güzellik idealine ve iş dünyasına zehir zemberek bir eleştiri yöneltiyor. Palahniuk, karanlık bir mizahla desteklediği güçlü ve çarpıcı üslubuyla, yaşadığımız dünyanın çirkin suretine ayna tutuyor.
Zamanın İzinde
Ayrıntı Yayınları'nın 1000. kitabı: Zamanın İzinde. Son yüz yılın Türkiyesini fotoğraflar ve yazılar eşliğinde sunan bu kitap, yayın dünyamızda daha önce örneği bulunmayan bir eser.
Zamanın İzinde, geçmişin izleri ile geleceğin düşleri arasında mekik dokuyan bir çalışma. Enis Rıza'nın seçtiği ve uzun bir yüzyıldan parçalar yansıtan fotoğraflara Ercan Kesal kendi hayatından esinlerle metinler yazdı, sıradan insanların hayallerini toplumun aynasına yerleştirdi.
Dün geçmişte kalırken, yarına yeni yüzler ve yeni sözlerle varılır. Ama her yüz dünün acılarını kırışıklarla taşır ve her sözün bağrında da yarım kalmış hayaller saklıdır. Geçmiş bitmemiştir, şarkıların, resimlerin ve umutların içinde sonsuz bir nehir gibi yenilenerek akar. Zamanın İzinde, bizi o nehrin sert kıvrımlarına götürür ve ışığın suda parladığı kısa anlara daldırıp çıkarır.
İyimser Olmayan Umut
Hani şu meşhur bardağın yarısını boş gördüğü yetmiyormuş gibi, diğer yarısının da tadı berbat bir şeyle dolu olduğundan neredeyse emin biri olarak, umut üzerine yazmak için biçilmiş kaftan değilim muhtemelen. Bir yanda hayat felsefesi "ye, iç, eğlen, yarın öleceğiz nasılsa" cümlesiyle özetlenebilecek olanlar var, bir yanda da kendime çok daha yakın hissettiğim, "yarın öleceğiz" diyenler. İnsanı dertlere salan bu eğilimlere rağmen bu konu üzerine yazmayı seçmemin bir nedeni, umudun, Raymond Williams'ın deyişiyle, "geleceğin kaybının hissedildiği" bir çağda merak uyandırıcı biçimde ihmal edilmiş bir kavram olması. (Terry Eagleton)
***
Marksist edebiyat eleştirmeni Terry Eagleton bu kitabında insani duyguların en hassaslarından biri olan "umudu" mercek altına alıyor. Eagleton boş umutlarla dolu umutlar arasında belirgin ayrımlar yaparak, "ihmal edilmiş" bu duyguyu edebiyat eserlerinden felsefi metinlere uzanan geniş bir düzlemde sorunsallaştırıyor. Eagleton bu çabasından hareketle gündelik hayatın boğucu ilişkileri, iktisadi süreçlerin geçirimsiz kodları arasında bocalayan "şimdi"nin insanına kışkırtıcı olduğu kadar düşündürücü de olan parlak yorumlar sunuyor. Hâlâ umudu olanlar ve umuttan bütünüyle vazgeçenler için eşsiz bir başucu kitabı…
Eva
"Edebiyat okuyarak büyüdüm, çoğunluğu başka dillerden çevrilmiş olmak üzere, öteki yazarları okuyarak bir yazar oldum. Yunanistan'daki diktatörlük döneminde ergendim, bu dönemde kitaplar fazlasıyla önemliydi, kitaplara ulaşmak da epey zordu çünkü pek çoğu yasaklanmıştı. Kavuştuğum her kitap bu açıdan benim için bir lütuftu. Bu kitaplar olmasaydı hakikaten durumum perişan olurdu. Edebiyat okumak hayatımı kurtarmıştır diyebilirim."
Ersi Sotiropoulou
***
Hayatı yazarak anlamlandıran, bu anlamlandırma sürecine pek çok romanın yanı sıra, bir cilt de şiir sığdıran Ersi Sotiropoulou'nun Eva adlı romanı yazarın en önemli eserlerinden. Çeşitli dünya dillerine çevrilen Eva, 2011'de Atina Akademi Ödülü'ne layık görülmüştür... Şiirsel bir dille akan olay örgüsü, sıkı dokunmuş diyaloglar ve büyüleyici bir atmosfer... Bir kadının varoluşu...
Zen ve Motosiklet Bakım Sanatı
Zen ve Motosiklet Bakım Sanatı roman, otobiyografi ve felsefi deneme türlerinin sınırlarını genişleten, bütün bir akılcılık geleneğini sorgulayan benzersiz bir "kült kitap".
Romanda bir adamın, oğlu ve iki arkadaşıyla birlikte yaptığı uzun bir motosiklet yolculuğu anlatılıyor. Yolcular, metalik-plastik yalnızlıkların hüküm sürdüğü, özdeki çirkinliklerin yapay bir "stil" cilasıyla kapatılmaya çalışıldığı, "stilize" nesneler, "stilize" insanlar ve ilişkilerle dolu bir hayatın yaşandığı Amerikan kentlerinden, sapa dağ yollarından, uçsuz bucaksız düzlüklerden geçiyor, bir dağa tırmanıyor ve en sonunda okyanusa varıyorlar.
Karakter yolculuk boyunca bir de "iç yolculuk" yaşıyor, başka doruklarda geziniyor. Kendi "deli" geçmişine, aklın ötesine yol alıyor. "Akılcılık" dediği hayaletin peşinde, antik Yunanlardan modern bilim felsefesine kadar bütün Batı düşüncesini katediyor. Etrafındaki bütün çirkinliğin, sahteliğin sebebi olduğu söylenen teknolojiyi suçlamıyor. Sorun, teknoloji üreten insanlar ile ürettikleri nesneler arasındaki ilişkidedir çünkü. Bir yanda insan, bir yanda dünya/nesne yoktur. Değer yoksa olgu da olamaz. "İyi", gerçekliğin bir biçimi değildir, kendisidir.
Pirsig'e göre dünyayı politik programlar oluşturarak düzeltemezsiniz; bunlar ancak temeldeki değerler sisteminin doğru olması durumunda işe yarar. "Dünyayı düzeltmenin yeri önce kendi yüreğimiz, kafamız, ellerimiz ve onlardan çıkan iştir." Bu yüzden de insanoğlunun yazgısını düzeltmekten değil, motosikletin nasıl onarılacağından söz eden bir kitaptır bu. "Çünkü gerçek motosiklet, kendimiz denen motosiklettir."
Çocuklar İçin Dünya Tarihi
Bir şeyi kesinlikle biliyoruz. Tarihte olup biten her şeyi insan kendi elleriyle gerçekleştirmiştir. Afrika'dan Amerika'ya milyonlarca köleyi insanlar götürdüler. Savaşa karar veren, toplama kamplarını kuranlar da insanlardı. Ama aşıyı da onlar buldu, buhar makinesini de, elektrik lambasını da ve diğer şeyleri de. Gelecekte nasıl yaşayacaklarına da onlar karar verecek. Yaşanabilecek bir dünyayı da onlar yaratacaklar ya da çevreleriyle birlikte kendi kendilerini yok edecekler.