Şebnem İşigüzel: ‘Yaşamanın kendisi bile kadınlar için bir direnişe dönüşüyor’
Edebiyattaki yolculuğu 2018’de, 25 yıl olacak. ‘Genç bir insan ömrü ama ben, kendimi halen aynı heyecanda, aynı coşkuda yazıyor hissediyorum’ diyor, yaz başında Duygu Asena Roman Ödülü’ne layık görülen Şebnem İşigüzel. Bu yaz edabiyat molalarına İşigüzel kitaplarını da eklersiniz diye, yazara merak ettiklerimizi sorduk…
‘Yazmak beni hayattan muaf tutuyor’ derken, masa başında o kadar çok zaman geçiriyorum ki herkesin yaşadığı hayatı yaşamaya zaman kalmıyor. Neredeyse bütün hayatım yazdığım romanlarla ve yazdığım romanlarda geçiyor. Bunu gülerek söylüyorum tabii…” diyor edebiyat dünyasının başarılı ve sevilen kalemi Şebnem İşigüzel.
İlk 1993’te yayınladığı ‘Hanene Ay Doğacak’la kitapseverlere merhaba diyen İşigüzel, bu romanla eleştirmenlerin de ilgisini çekerek ‘Yunus Nadi Öykü Ödülü’ne layık görüldü. Ardından ‘Öykümü Kim Anlatacak?’, ‘Eski Dostum Kertenkele’, ‘Neşeli Kadınlar Arasında’, ‘Kaderimin Efendisi’, ‘Sarmaşık’, ‘Çöplük’, ‘Resmigeçit’, ‘Kirpiklerimin Gölgesi’, ‘Venüs’, ‘Gözyaşı Konağı Ada 1876’ ve son olarak da ‘Ağaçtaki Kız’ kitaplarıyla Türkiye edebiyatının ve okurlarının ‘en iyileri’ arasındaki yerini aldı. Edebi dilinden ele aldığı konulara ve yarattığı hikaye karakterlerine dikkat çeken ve yurt içinde olduğu kadar yurt dışında da bir okur kitlesi yaratan yazara, ‘Gözyaşı Konağı - Ada 1876’ kitabıyla Haziran ayında, Doğan Kitap’ın düzenlediği ‘Duygu Asena Roman Ödülü’ verildi. Biz de bu ödül kapsamında, İşigüzel ile ‘edebiyatı’, ‘yazarlığı’ ve ‘yazmayı’ kadraja aldığımız bir söyleşi gerçekleştirdik.
‘Hepimiz kendimizi sanal alemlere gömdük’
“Mutlu insanların anlatacak hikayesi yoktur, benim kahramanlarım da böyle” diyorsunuz. Aklıma; Tolstoy’un; ‘Bütün mutlu aileler birbirlerine benzerler, her mutsuz ailenin ise kendine özgü bir mutsuzluğu vardır’ cümlesi geldi. ‘Mutluluk’ ve ‘mutsuzluk’un sizdeki karşılığı nedir?
Tolstoy her şeyi özetlemiş aslında, biz üzerine bir şeyler söylüyoruz. ‘Mutluluk’ kavramı özünde değişmedi; sığ ve güvenli bir liman gibi. ‘Mutsuzluk’ derin bir kuyu; in in dibini bulamazsınız. Romancı olarak baktığımda mutluluk kahramanın öylece kalakaldığı tekdüze bir duygu. Bu yüzden mutsuzluğu anlatmak daha çok ilgimi çekiyor. Tıpkı çirkinliği seyretmeyi daha çekici bulduğum gibi. Güzelliğe bakıp geçersiniz ama çirkinliğe bakmaya doyamazsınız. Yazarken de bu oluyor işte. Mutluluk kısa bir an’dır. Mutsuzluk bir ömür.
“Benim romanlarım kimsenin görmediği bilmek ve duymak istemediği acılara bakmak esasında. İnsanın en derininde yaşadıklarına, karanlık dünyasına...” diyorsunuz. Teknolojinin hemhaline bakarsak artık görmemek, hissetmemek imkansız bir hal alması gerekirken, sizce neden hâlâ bunları es geçmeyi seçiyoruz?
Zaman hızlandı, eskiden birisi bir şey söylerdi, 40 gün düşünürdük, şimdi fazla takılmadan yaşıyoruz. Hepimiz kendimizi sanal alemlere gömdük, mavi ışıklı ekranlara boyun eğdik. Oradaki dünya her şeyi hızlıca geçiyor, dokunmuyor, fazla hissetmiyor, çünkü hızlı. Hızlı olmak zorunda ve iz bırakmadan ilerlemek mecburiyetinde. Bu yüzden görsek de bilsek de fayda etmiyor bazı şeyler. Bunun için edebiyat ve romanlar kıymetli. Çünkü halen daha yavaşlar ve bizim en derinizdeki duygularımıza ulaşabiliyorlar.
‘Edebiyatı hayatımın merkezine koymuştum’
İlk kitabınız ‘Hanane Ay Doğacak’ı 19 yaşında çıkardınız ve o yıl, hem muzır kurulunca sansüre uğradı, hem de Yunus Nadi Ödülü’nü aldı. Şimdi baktığınızda, o dönemden bugüne yazım serüveninizde ve edebiyatta neler evrildi?
‘Hanene Ay Doğacak’ın yayınlanması, 2018’de, 25 yıl olacak. Genç bir insan ömrü ama ben, kendimi halen aynı heyecanda, aynı coşkuda yazıyor hissediyorum. Bu hissimi koruduğum için de memnunum. Hep sezgilerime güvendim. Bütün kalbimle yazdım ve çok çalıştım. Bunlar değişmeyen şeyler. Elbette artık bir yazarlık tecrübesinden söz edebiliriz. Kadın olarak edindiğim bilgilerden, olgunluktan, artık yazdıklarımda hiç kuşkusuz onların da etkisi vardır. Zaman değişti, buna bağlı olarak anlatma, yazma biçimlerine yeni bakış açıları eklendi. Ne bileyim; Norveçli yazar Karl Ove Knausgaard, Fransız yazar Marcel Proust’la aynı damardan girip, bu zamanın anlatısını kurdu. Japon yazar Haruki Murakami kurduğu dünyayla insanları etkiledi. Harry Potter efsanesi doğdu.
*Yazdıklarınızda yarattığınız dünyaya bakınca, algıda seçicilik yaptığınız mevzuların gündemi de içine alan, derinlikli hikayeler olduğunu görüyoruz. Sizi roman yazmaya ve bu konulara iten güç neydi?
Yazıya anlatmaya yakın bir tarafım vardı hep. Edebiyatı, kitapları hayatımın merkezine koymuştum zaten. Bence bir insan, dünya ve Türk edebiyatının klasiklerini okumadan ölürse, eksik yaşamış demektir. Hayatın kendisi kadar önemli oldu kitaplar benim için. Böyle olunca yazmak mucize gibi geldi. Yazabiliyordum. Yazabilmenin verdiği mutlulukla yazdıklarım hiç yayınlanmasa bile, yazmaya devam ederdim gibi geliyor bana.
Yazmak beni hayattan muaf tutuyor
‘Romanlarımı yazarken hep başkalarını anlamaya çalışıyorum. Yazmak zaten aynı zamanda başkası olabilme hayali...’ derken bir taraftan da ‘Yazmak beni hayattan muaf tutuyor’ diyorsunuz; bu empati halinizin gündelik yaşamınızda ve yazarlık mesainizdeki karşılığı nedir?
Masa başında o kadar çok zaman geçiriyorum ki herkesin yaşadığı hayatı yaşamaya zaman kalmıyor. Neredeyse bütün hayatım yazdığım romanlarla ve yazdığım romanlarda geçiyor. Bunu gülerek söylüyorum tabii. Çocuklarım ve ailem var. Yani ben de her fani gibi yaşamak ve hayatta kalmak zorundayım. Yazıya vakit ayırmaktan, ömür vermekten memnunum. Yazarken, yazdığınız kahramana, o kadar yakından bakıyorsunuz ki bir anlamda o oluyorsunuz... Bu masa başında geçerli elbette. Kahramanınızın macerası, siz edebi hayattan fani hayata dönüş yaptığınızda, onun hakkında düşünmeye dönüşüyor. Sonunda onunla vedalaşıyorsunuz. Onu ete kemiğe büründürme haliniz, bir hatıra olarak kalıyor. Bu durum yaşamadan tuhaf bir tecrübe sahibi yapıyor sizi. Çünkü işiniz duygularla ve hislerle. Gündelik hayatımda insanların hislerini daha kolay sezebiliyorum, bir anlayış kazandırdığı muhakkak. Bir romanın sonu gibi, sanki olayların sonunu da herkesten farklı algılayabiliyorum. Bazen de herkesten başka bakıp, gördüğüm ve çok başka düşündüğüm, anladığım da oluyor. Arkadaşlarım benimle bu durumun dalgasını çok geçerler.
Hikayelerinizde kadın meselesine yönelik duruşunuz dikkat çekiyor. ‘Kutsal kadın ve kutsal anne masalına itirazım var’ diyorsunuz; bir ‘insan’, ‘kadın’, ‘anne’ ve ‘yazar’ olarak ne söylemek istersiniz;
Zaman değişti, hayatımızda yeni vizyonlar açıldı. Buna rağmen kadının toplumsal rolü halen sıkıntılı. Eşitsizlik o kadar bariz ve baskın ki… Kadının üzerindeki toplumsal baskıları, cinsiyeti yüzünden gördüğü şiddeti söylemiyorum bile! Kadınlar bilimsel kurumlarda, entelektüel alanlarda bile ayrımcılığa ve eşitsizliğe uğruyor. Bir kadın olarak buna itirazım var. Kadının ne halde olduğunu düşünmesi, anlaması ve sonunda itiraz etmesi önemli. Bu, dayanışmayla okuduklarımızla ve izlediklerimizle mümkün! Her kadının kendisini uyandıracak bir şeye ihtiyacı var. Bu çoğu zaman, sadece bir sözü işitmek oluyor. Çoğu kadın öyle ağır bedeller ödeyerek yaşıyor ki kendisini uyandıracak sözü işitecek gücü bile kalmıyor. Bazen yaşamanın kendisi bile kadınlar için bir direnişe dönüşüyor. Bu yüzden kadınlara ses vermek onları yazmak benim için önemli. Anne ve eş olmadan kadınlık eksik kalmıyor. Bu toplumsal görevlerin dayatılmasına, kadınların eve kapatılmasına isyan etmemek mümkün değil!
‘Sadece kendim için bile yazardım’
*Son olarak aldığınız ‘Duygu Asena Roman Ödülü’ ve başka ödüller sizin için ne ifade ediyor, artı ve eksisi oluyor mu, sizdeki hissiyatı nedir?
Ödüller güzel şeyler. İnsan kendisini gençliğinde ispat ediyor ama ödüller belli bir yaştan sonra geliyor. Haklı olarak bu süreçte sizden kimseyi hayal kırıklığına uğratmamanız bekleniyor. Bununla tezat olacak biçimde yıllar önce, yola bir ödülle çıkmıştım. Bu da bana güç vermişti.
Türkiye’de edebiyat aleminde bu ödüllerin yeterince yazara ve adaya ulaştığını ve karşıladığını düşünüyor musunuz?
Bence genç yazarların ve edebiyatın ödülle daha fazla desteklenmesi gerek! Pek çok köklü kuruluşun, bilinen isimlerin anısına keşke edebiyat ödülleri olsa, verilse. Çok az edebiyat ödülü var. Ayrıca edebiyat adına fonlar oluşturulmalı. Genç yazarlar dahil, pek çok yazar bu fonları kullanarak yeni eserlerini yazabilirler. Ödüller çoğalsa keşke…
‘Zaten inadım ve edebiyata inancım olmasa bunca yıl yazamazdım’ demenizin sebebi, yaşadığımız coğrafya şartları mı edebi ortam mı?
‘Yazabiliyorum ya bu bana yeter’ terbiyesini kendinize vermeniz, verebilmeniz çok zor bir süreç. Pek çok yazar adayı kitaplarını yayınlatamıyor. Ben böyle bir şeyle karşılaşmadım ama, ne kadar kırıcı, incitici olduğunu tahmin edebiliyorum. Bazen içimdeki sese kulak verdiğimde, sadece kendim için bile yazardım, diyorum ama bu ne kadar doğru emin değilim. Her yazar, görünmek okunmak yazdıkları anlaşılsın ister. Bunlar olmayınca ya da yeterince olmayınca elbette kendinizi perişan hissettiğiniz zamanlar olabilir, bu çok insani. Ben de bu tür şeyler hep gelip geçici oldu… Bir anlamda boğulmamak, yazmaya devam etmek için, benim can simidim. En kötüsü yazarken hayal kırıklığına uğramaktır. Yazdıklarınızdan memnun olmamak yazamamak. Bu en kötüsü. Bunu çok az tecrübe ettim.
‘Edebiyat bugünleri anlatmak için var’
Yeni kitap var mı; içerikten biraz tüyo verebilir misiniz?
Günümüzde geçen bir roman yazıyorum, sona yaklaştım. Psikanaliz hep ilgi alanımdı. Psikanaliz üzerine epey çalıştım, diyebilirim. Biraz psikanaliz tekniğini ödünç alarak bir şey yazdım. Sonrasında 1900’lerde geçen bir roman var kalbimin bir köşesinde.
Son yıllarda dünyada ve yaşadığımız coğrafyada gittikçe artan savaş çığırtkanlığına dair ne söylemek istersiniz, umut var mı ya da umut artık hantal bir fener olarak kenarda mı duruyor?
Ne güzel söylemişsiniz hantal, işe yaramaz bir fener gibi. Ama umut hep var. Kötülerin hep kazandığı bir dünya bu dünya. İyiler avunmasını ve hayatta kalarak mutlu olmasını biliyorlar sadece, çok fena. Edebiyat bugünleri anlatmak ve aktarmak için var. En azından bugünlerin mutlaka yazılacağını ve barış dolu günlerde okunacağını düşünerek bir umut besleyelim.