'Meteliksiz Aşıklar'ın izinde 1950'lerin İstanbul'u
Ermeni edebiyatının güçlü kalemlerinden Zaven Biberyan'ın Ermenice "Angudi Siraharner" kitabı "Meteliksiz Âşıklar" adıyla Türkçe yayımlandı. Aras Yayıncılık tarafından basılan kitabın çevirisini Natali Bağdat yaptı.
Zaven Biberyan tanındığını, eserlerinin değerinin anlaşıldığını göremeden hayatını kaybeden edebiyatçılardan biri. 1921 Kadıköy doğumlu yazar 63 yıllık ömrüne Ermenice yazdığı üç roman ve bir öykü ile çok sayıda Türkçeye çeviri sığdırdı.Her ne kadar başyapıtı "Mırçünneru Verçaluysı" (Karıncaların Günbatımı), Türkçe çevirisindeki adıyla "Babam Aşkale'ye Gitmedi" olarak anılsa da, "Meteliksiz Âşıklar" kitabı hem edebi gücüyle hem de 1950'lerin İstanbul'unu, Türkiye toplumunu, Ermeni cemaatini, dönemin kuşak çatışmasını göstermesi açısından önemli bir eser.
"Meteliksiz Âşıklar" adından da anlaşılacağı üzere iki âşık üzerine kurulu: Sur ve Norma. Onların aşkı edebiyat tarihi içinde okuduklarımız kadar imkânsız değil aslında. Her gün karşımıza çıkabilecek türden. Bu da zaten okuru yakalayan yanlarından biri. Kâğıt üzerinde imkânlıymış gibi görünen ama realite ile karşılaştığında büyük zorluk yaşayan aşklardan biri sadece. Sur ile Norma'nın karşısındaki ilk engel kitaba adını veren "meteliksizlik" hali elbet. Ancak bununla da kalmıyor. Kadının çalışması da, birkaç yaş büyük olması da, geçmişte bir gönül ilişkisi yaşamış olması da tabuları zorluyor.
Bu çift sürekli üstlerinde bir çift göz görüyorlar. Kitabın başından sonuna kadar. Birlikte olmak, öpüşmek için Adalar'da aranan kuytuları gözleyen röntgencilere ait oluyor bazen bu gözler. Bazen ilişkisinin nasıl gittiğini merak eden aile bireylerine. Bazense sevdiği kadına koşarken kabahatler kanununa uygun davranmadığı için gence ceza kesen zabıtaya.
Bu kitap aynı zamanda dönemi içinde bir Türkiyeli ailenin yaşamını da anlatıyor. Eve ekmek getiren, "gözü dışarıda olmayan" bir baba onlarınki: Kevork. Aynı zamanda "sınıf atlamaya" meraklı, taşralı olsa da İstanbullu bir kadınla evlenmeyi "başarmış" ve önüne çıkan fırsatları kullanmayı seven biri. Anne Meline ise rahmetli babasının istememesine rağmen onun ölümü sonrası biraz da mecbur kalıp bir alt sosyal sınıfa "gelin giden", kentli bir kadın. Tek isteği oğullarını romandaki ifadeyle "bin kişinin elinden geçmiş" değil, "yüzü gözü açılmamış bir kız" ile evlendirmek olan… Ve bu anne babanın kuşak çatışması yaşadıkları, "Frenkleştiklerini", "Türkleştiklerini" düşündükleri çocukları giriyor romana yan karakterler olarak. Her ailede olabilecek bir "isyancı" ve "çokbilmiş" Küçük Hagopig ile evin kara kutusu, sivri dilli kız kardeş Silva…
"Meteliksiz Âşıklar" yer yer azınlık toplumunun bireylerinin de ruh hallerinden kesitler sunuyor. Az bırakılmanın, tarihte yok olmanın eşiğine getirilmenin üstlerinde yarattığı baskılar sızıyor satırlara. Mesela âşık çift haklı da olsa polise gitmeyi düşünmez, şikâyetçi olmaktan çekinirler. "Ermeni olduğun da ortaya çıkar, artık sana hiç aldırış etmez" diye düşünürler. Başlarına gelen her olayda düşünmeden edemezler "Acaba Ermeni olduğumuzu anlasa farklı davranır mıydı?" diye…
Sadece bugünün tedirginliğiyle sınırlı kalmaz. Romanın geçtiği yüzyılın başındaki büyük felakete de dokunur yazar. Her Hıristiyan ve Yahudi ailesini vuran Yirmi Kura Askerliğe, Varlık Vergisi'ne, Aşkale'ye ve tabii ki 6-7 Eylül'e de. Ermeni cemaatinin içinde o günlerde hâlâ tartışılıp durmaktadır "Adnan Menderes'in rolü var mıydı, yok muydu? Varsa ne kadardı?" soruları… İçten içe… Kimi "Atatürk'ten sonra en büyük Türk" diye tanımlanan Menderes'in "samimiyetine" inanır, kimi ise güvenmez.
Zaven Biberyan, çemberi daha da daraltarak dönemin Ermeni cemaatinin iç işleyişine de odaklanır. Taşradan yeni gelmiş Türkçe konuşan yaşlılar da girer sayfalara, cemaat içinde adı bilinen bir kişi olmak için sessiz ama derinden yürütülen soğuk savaşlar da. Patrikhane'nin sarsılmaz gücü, kurumların içinin boşalmışlığı, eğitim sisteminin bozuklukları ve dönemin Ermeni medyasının kabuğuna çekilişi Biberyan'ın eleştirilerinden kurtulamaz.
"Meteliksiz Âşıklar", Ermeniler kadar olmasa da Rum ve Yunan dünyasına da odaklanır. Ne de olsa ana kahramanlardan biri Norma'nın annesi Rumdur. Üstelik bu topraklardan kopmak zorunda kalıp ailesiyle Yunanistan'a gidenlerden. Fakat ülkesi Nazi zulmü ile sarsıldığında 2. Dünya Savaşı döneminin Türkiye'sine geri dönenlerdendir. Ve küçük, küçücük bir çocuktur bunlar yaşanırken… Yakından etkilenmiştir olanlardan. Bir deri, bir kemik kalmıştır. Öyle etkilenir ki Sur, gözünün önüne Yahudi Soykırımı'nın simge fotoğrafları gelir.
Romanın geçtiği bu karanlık günlerde olumlu bir hava da eser romanda. Mesela arada şarkılar eşlik eder anlatıya. 1950'lerin çokkültürlü İstanbul'unun radyolarında dönemin ünlü şarkılarından "Ti'ne afto pu to lene agapi" yani "Aşk denen bu şey nedir?" çalar. Ve bu şaşırtmaz okuyucuyu. Öyle ya Kıbrıs gerilimi yaşansa da, 6-7 Eylül pogromu vurmuş olsa da Rumlar henüz 1964 yılındaki zorunlu göçe tabi tutulup denizin karşı kıyısına sürülmemiştir. Yunanca müziklere bir başka bölümde Sur'un ağzından İtalyanca "O mi o ma siniore" eşlik eder…
Bununla da sınırlı kalmaz. Yazar sosyalist kimliği ile siyasi ütopyasını da sınar sayfa aralarında. Okuyucusuna sürpriz olarak. Sur, otorite ile mücadeleler verir. Bazen ailesine karşıdır bu. Bazense karakola, kendisini cezalandırmaya çalışan memura, hatta hükümete karşı. "Hükümet bana hükmetmek için gökten Tanrı tarafından gönderilmedi. Hükümeti ben belirlemişim. Cebimden para vermiş, şu şu işleri yap demişim (…) Efendisi benim. Eğer bundan alınıyorsa bıraksın gitsin" diye söylenir kendi kendine. Sur, omuz omuza mücadelenin böylesi sert otoriteleri sarsacağını yıkacağını düşünür, hayalini kurar. Ancak tek gerçekleştirebildiği zafer kardeşleriyle birlikte babasına karşı olandır. Kazanımı da anlıktır.
Biberyan, Sur'a bir başka ülke hayal ettirir "Sevgililerin birbirine sarılarak dolaştıklarında kimsenin onlara bakmadığı, öpüştüklerinde kimsenin onlara ilişmediği, yalnız kaldıklarında kimsenin saldırmadığı ülkeler de var dünyada" diye düşündürür. Ancak asıl düşü daha büyüktür. Onu da yazar şu cümlelere saklar:
"İnsan kardeşinin kalp atışlarını dinlemenin hazzı yeni bir şeydi kendisi için. Uzaktan birlikte atan kalpler… Farklı bir tatmin duygusuydu bu, Norma'yla birlikte tattığı mutluluktan farklıydı. Yabancı insanlarla kol kola olmanın mutluluğu huzur ve güç veriyordu."
Biberyan'ın romanı, Türkiye edebiyatına Ermeniceden gelen çok nadide ve değerli bir katkı. Bu önemli yazarın eserini okumak, bugünkü toplumsal sorunlarımıza dair de çok şey söylüyor.