''Mart'': Her şeyin başlangıcı gibi...
Bir arkadaşım tarafından doğum günü hediyesi olarak masanın üzerinde duruyordu : ‘’Mart’’
Elime aldığım anda ise bırakamadım. İç içe geçmiş öyküler, Bakırköy’ün bilindik dokusu, sıradan insanların farklı hikayeleri.. Kitabın son sayfasını geldiğimde ‘’henüz bitmemeliydi’’ dedim kendi kendime. Mart’ın yazarının anlatacak başka öyküleri de olmalıydı.. Ama bu ancak yazarına sorulabilecek bir soruydu.. Doğum günümde kitabı hediye eden arkadaşım sayesinde Alper Atalan’a ulaştım.. Amacım röportaj yapmak değil, bu dingin, naif kitabın yazarıyla sohbet etmekti… Şimdi bunları yazıya dökmek ise konuşulanları deşifre etmek değil sadece paylaşmak…
Yazmaya neden ve nasıl başladın? Artık içimde tutamıyorum dediğin bir his ya da bir olay mı yaşadın?
Açıkçası bu sorunun cevabı benim için net olarak yok. Yazmak hep vardı. Bunu bir dil olarak kullanmayı seçtim. Bir dil olarak kendimi daha kolay ifade edebildiğim için yazmaya başladım. Başka bir seçeneğim yokmuş gibi düşünüyordum. Dergilere yazı göndererek başladım. Özellikle, mizahi anlamda. Babam okuma yazmayı okula gitmeden önce bana öğretmişti. Babam asker olduğu için çocukluğum lojmanlarda geçti ve lojmanlarda gördüğüm, okuduğum ilk şey; prizi çek, gereksizse söndür gibi emirlerdi. Herhalde böyle bir anlayışa karşı çıkmak beni mizaha yakınlaştırdı. Ve ilkokula başladığımda Türkçem bozuktu. Yani diğer öğrencilerden önce okumayı sökmüştüm ama ağabeyciğim değil, abicim diyordum. Bu yazı dilime de yansıdı kaçınılmaz olarak ve kendimi mizah dergilerinde buldum. Henüz lise sondayken dergilerde yazılarım yayımlanıyordu. Onları gördükten sonra anladım ki yazmak kendimi yeniden tarif edebilmekti benim için.
Henüz çok gençken yazıları dergilerden yayınlandı.. Yazı yazmak hayatının en büyük parçasını oluşturdu.. Ama biyografi kısmında Jeodezi ve Fotogrametri Mühendisi olduğun yazıyor. Neden üniversitede edebiyatla ilgili bir alan seçmedin?
Okul hayatım biraz karışık aslında. Önce harita mühendisliği okudum. Sonra Yıldız Teknik elektriğe girdim. Daha sonra İstanbul üniversitesi astronomiye girdim. Sonra İstanbul Teknik Üniversitesi Jeodezi ve Fotogrametri bölümüne girdim. Babam ve annem her sene birinci sınıftan başlıyorsun ,senin okumaya niyetin yok diye bana kızdılar. Haklıydılar çünkü mühendisliği 10 senede bitirdim. Edebiyatla ilgili bir alan seçmedim çünkü babam bu işlerin geçer akçe olmadığını düşünüyordu. Açıkçası bende bunun bir meslek değil bir tutku olduğuna inanıyordum.
Ama öyle olmadı ve sen dergilerde yazmaya başladın. Hangi dergilerde çalıştın?
Üniversitede okurken Gırgır, Joker, Küstah gibi dergilerde çalıştım. Bu süreç içinde ustam olan Atilla Atalay ile Sıdıka’yı yazmaya başladık. Televizyon dünyasıyla tanıştım, televizyon için yazmaya başladım. Ama açıkçası o zamanda bunun bir meslek olduğunu düşünmemiştim. Bir dolu insan bir binanın içinde çılgınlarca eğleniyor öbür taraftan yazılar yazıyor, karikatürler çiziyorduk. Okul bitene kadar yazmanın mesleğim olabileceğini düşünmedim. Öte yandan kendi mesleğimi de hiç yapmadım.
Televizyon için neler yazdın?
Daha çok komedi dizileri yazdım. Sıdıka, Reyting Hamdi, Yasemin Yalçın, Avrupa Birliği Yolları Taştan dizisinde yazdım.. Şuanda da bir erkek bir kadın da yazıyorum.
Türkiye’ de yeni gelişmekte olan internet kafe kültürünü anlatıyordum. Bilgisayar Türkiye’ye geldiğinde herkes deli gibi bilgisayarlara saldırdı. Bu süreç içerisinde her yerde mantar gibi internet kafeler pırtladı. Ben de kendimi internet kafede buldum. 6 ay sonra falan çıktığımda bir kitap yazmam gerektiğini düşündüm. Çünkü kendi içinde bir sosyalliği olan ama aynı zamanda asosyal bir ortamdı. İnsanlar aslında yalnız ama yan yana beraberlerdi ve uzakta hiç tanımadıkları insanlarla beraberlerdi. Şimdiki gibi sosyal medyada insanlar kendilerini net biçimde ifade etmiyorlardı. Gizli kimlikleriyle saklı kimlikleriyle iletişim kuruyorlardı. Bu benim çok hoşuma gitti ve ortaya sanal uyku çıktı.
Peki, kitaplarına gelirsek ilk kitabın Sanal Uyku da ne anlatıyordun?
Türkiye’ de yeni gelişmekte olan internet kafe kültürünü anlatıyordum. Bilgisayar Türkiye’ye geldiğinde herkes deli gibi bilgisayarlara saldırdı. Bu süreç içerisinde her yerde mantar gibi internet kafeler pırtladı. Ben de kendimi internet kafede buldum. 6 ay sonra falan çıktığımda bir kitap yazmam gerektiğini düşündüm. Çünkü kendi içinde bir sosyalliği olan ama aynı zamanda asosyal bir ortamdı. İnsanlar aslında yalnız ama yan yana beraberlerdi ve uzakta hiç tanımadıkları insanlarla beraberlerdi. Şimdiki gibi sosyal medyada insanlar kendilerini net biçimde ifade etmiyorlardı. Gizli kimlikleriyle saklı kimlikleriyle iletişim kuruyorlardı. Bu benim çok hoşuma gitti ve ortaya sanal uyku çıktı.
Anladığım kadarıyla Sanal Uyku mizahi bir kitap. Mizah yazmak zor mu? Neler seni besliyor?
Mizah yazmak zor değil. Daha çok hayatı nasıl algıladığınızla ilgili. Nasıl bakıyorsanız çevrenizdeki olaylar da öyle gelişiyor. Her şey detaylarda saklı. Farklı yazan insanlar farklı detayları görüyorlar. Mizah yazan içinde her şey komik gelebiliyor. Çevremdeki insanlardan fazlaca besleniyorum. Açıkçası sülalemde çok normal insan yok. Dedemin kardeşi akıllanabilmek için kafasını kazıtıp kaz beyni bağlarmış. Yeni zamanda öğreniyorum amcam anti depresan hapları kullanıyormuş. Köyde yaşayan bir insanın antidepresan kullanması bana ilginç geldi. Ben hastayım demiyorum ama insanların çoğunun hasta olmaması olasılığını da göz ardı etmek istemiyorum açıkçası. Çevremdekiler anormal insanlar. Bu da beni besliyor.
İlk kitabından 11 yıl sonra ikinci kitabın çıktı.. Mart.. Mart senin için önemli bir ay mı? Neden adını Mart koydun?
Mart’ı yazmaya başlamadan önce bir ayda geçen bir günlük tasarlamıştım. Bu günlük karışık tarihlerde de olsa kendi içinde düzenli.. Mart küçük öykülerden oluşan büyük öykülere dönüşüyor.. Bir ay içinde geçen farklı günleri bir araya getirmek bir puzzle yapmak fikri çok eğlenceli bir şey yapısalcılığa da inanıyorum. Denenmemiş bir şey değil kabul ediyorum ama içimden böyle geldi.
Adının Mart olması sebebi ise doğum günüm Mart’ta. Baharın başlangıcı Mart. Ve baharın insanların üzerindeki etkisini, insanların o hallerini seviyorum. Mart’la beraber insanların değişmeye başlıyorlar. Bir de Mart ayının Jülyen takviminde tartışmalı bir durumu var. Gerçekte Jülyen Takviminde ilk ayın mart olduğunu okumuştum. Daha sonra takvim 3 ay geri çekilmiş. Bu herşeyin başlangıcı gibi..
Mart bir yanıyla mizahi bir yanıyla oldukça hüzünlü bir kitap. Mizahla hüznü birleştirmek zor oldu mu?
Mizahla hüznün çok iç içe kavramlar olduğunu düşünüyorum. İnsan ne zaman hıçkırıklara boğulur? Ya çok güldüğünde ya çok ağladığında. Bir cenaze töreninde insanlar kendilerini zor tutarlar gülmemek için herkesin başına gelir, herkes bundan utanır.. Bunu anlatırken tekrar gülerler, o insanı konuşurken tekrar ağlarlar.. Tekrar gülerler..
İnsanlar bunu biliyorlar ve çok da yadırgadıklarını düşünmüyorum. Bir de insanları güldürme ve ağlatma çabası arasında medcezir halinde bulunmak inanılmaz hoşuma gidiyor.
Kitapta Bakırköy dokusu var… Tıpkı Barış Bıçakçı’da Ankara’nın dokusu olması gibi..Yazarlar için yaşadıkları yer önemli mi?
Kuşkusuz önemli ve kuşkusuz yazarı da etkiliyor. Ben yazarken mekandan bağımsız yazma fikrim yoktu. Yazarken kurgusal bir gerçeklikle yazmaya çalıştım, kahramanlar, kitabın içinde geçen kişiler gerçeğe çok yakın. Mekan tabi ki çok belirleyici. Kitapta akla gedik bir hal var. Kahramanı da zaten anormal bir durumu var. Neden delirmeyelim ki? Bakırköy’de yaşayan insanların delirmeleri bir yanıyla meşrudur. Gerçekten akıl hastanesinde tedavi gören insanların tamamı kliniğe hapsedilmiş ağır vakalar değiller. Çok uzun zamandan beri orada bir hastane var ve hastaların bir kısmı bahçede ve bahçeden dışarı çıkmakla orantılı olarak tedavi ediliyorlar. Bakırköy’deki en güzel şey toleransı olması. Başka bir yerde başka bir coğrafyada akla edik bir insanın göreceği kötü bir tepkiyi Bakırköy’de görmüyorsunuz. Bir deli olarak söylüyorum bunu..
Kitaptaki ana kahraman sen misin?
Ben değilim. Bana yakın birisi. Ben yazsam böyle yazardım dediğim bir adam.
Kitaptaki karakterlerden gerçek olan var mı?
Klarnet hocam gerçek, Doğukan karakteri gerçek. Annem babam kardeşim gerçek ama olayların tamamı kurgusal. Hissettiklerim gerçek.
Annen ve baban kitabı okudular mı? Okudularsa ‘’yahu bizi neden böyle yazdın dediler mi?’’
Demediler. Aslında babam dili çok kötü kullandığımdan, bazı cümlelerimin bitmediğinden dem vurdu. Eğer çalışırsam daha iyi kitaplar yazabileceğimi söyledi. Annem tamamen duygusal yaklaştı. Kimse bence üstüne alınmadı. Bu beni çok mutlu ediyor.
Kitap ağdalı bir dilden kaçınarak yazılmış. Daha minimal yazmayı mı seviyorsun?
Özellikle basit bir dille yazma kaygım yok ama bunu seviyorum. Kolay anlaşılmayı seviyorum. İnsanlarda bunun peşinde iletişim çağında 140 harf sınırlaması içinde daha kısa sürede ifade edip daha çabuk mesaj iletmek kaygısına kapılıyorlar. Edebiyatta neden böyle olmasın, neden beceremeyelim? Yapılır. Ben yaparım demiyorum ama edebiyat yapar.
Kitaptaki karakterler kaybedenlerden mi oluşuyor?
Kitapta yazdığım karakterleri çok kaybedenler olarak düşünmüyorum açıkçası. Hatta bazıları kaybetmiş olarak algılansa da kaybettiklerinin farkında olmayan ama kazandıklarını düşünen insanlar. O kadar güzel tutunamıyorlar ki bunun kibrini yaşıyor olabilirler. Mart’ta bütün hikayeler yalnızlıkta dinleniyor. İnsanlar bu itiş kakışta kendi seslerini bulamıyorlar ama yalnızlıkta iç sesinizi dinleyebiliyorsunuz.
Bu kitabın devamı gelecek mi?
Umuyorum. Notlarım var ama bir kitap için yeterli değil.
Ben yazarım diyebiliyor musun?
Diyemiyorum. Ama keşke insanlar yazdıklarından hayatlarını sağlayabilselerdi. O zaman yazmak için deli gibi çaba sarf edip yazarım diyebilirdim ama bir yandan hayatı kovalamak zorundayım. O yüzden yazarım diyemiyorum.