II. Abdülhamid'den Mustafa Kemal'e (paralel) devlet ve millet
Siyasetin bugünlerde gündemindeki "paralel devlet" aslında yeni bir olgu değil. Hali hazırdakiyle pek örtüşmese de buna ilişkin en çarpıcı örnek yüz yıl kadar önce devlet belgelerine yansıdı. Dönemin İçişleri Bakanlığı'ndan Diyarbakır'daki yerel yöneticilere yazılan bir belgede "katliamların sadece Ermenilerle sınırlı tutulması" emredilirken, tam aksi yöndeki bir başka belgede ise tehcirdeki sevklerde Ermenilerin güvenliği ve iaşelerine özen gösterilmesi, ihlal edenlerin cezalandırılması talimatı yer alıyor. Tarihçi Deringil, bu çelişkiyi, "Simgeden Millete - II. Abdülhamid'den Mustafa Kemal'e Devlet ve Millet" adlı kitabında, "Teşkilatı Mahsusa'sının varlığını biliyoruz. Bu nedenle görünen o ki, iki ayrı karar verme mekanizması mevcuttur" diye değerlendiriyor.
Türkiye gündeminin son birkaç haftası şöyle bir gözden geçirilse, dış politikada, toplumsal, politik ve devletin niteliğine ilişkin konularda ortaya çıkan başlıkların yüz yılı aşan bir geçmişe sahip olduğu hemen görülecektir. Devlet-toplum ilişkisi, Kürt sorunu, Alevi-Sünni meselesi, bölge ülkeleriyle ilişkiler bunların başında geliyor. Türkiye'nin "imparatorluk bakiyesi" olduğu sıkça telaffuz edilen bir sözdür. Ancak 600 yıldan fazla hüküm sürmüş ve 3 kıtada hükmetmiş bir imparatorluk söz konusu olduğunda, sözü edilen bakiyenin biçimlenişi daha belirli bir tarihi işaret ediyor. O da 19. yüzyılın son çeyreği. Bugüne kadar uzanan sorunlar ve devletin de bunlara nasıl cevap üreteceğinin biçimlenmesi de genel hatlarıyla bu dönemde gerçekleşiyor. Son yıllarda özellikle de dış politika bağlamında sıkça dile getirilen "Yeni Osmanlıcılık" da daha çok bu dönemde ortaya çıkan devlet ideolojisine refere ediyor.
Osmanlı tarih sahnesinden çekilirken siyasi coğrafyanın yeniden şekillendiği ve bunun da beraberinde kıyımları ve kanlı savaşları getirdiği bu dönem, akademik çalışmaların ilgi odağı olduğu kadar hala devletler arasında canlılığını koruyan anlaşmazlıkıların doğum tarihi. İşte bu döneme ilişkin önemli çalışmalardan biri de Prof. Dr. Selim Deringil'in "Simgeden Millete- II. Abdülhamid'den Mustafa Kemal'e Devlet ve Millet" adlı kitabı. İletişim Yayınları'ndan ilk basımı 2009 yılında yapılan kitabın yeni baskısı da okurla buluştu. Kitap değişik tarihlerde yazılmış, çeşitli yayınlarda ve akademik toplantılarda sunulmuş, birbirini bütünleyen konulara hasredilmiş 9 makaleden oluşuyor.
"Egzotik kuş sendromundan' çıkartmak"
Kitapta Deringil, Osmanlı'nın uluslararası alanda söz sahibi olma iddiasını sürdüren bir imparatorluk olarak var olma mücadelesini sürdürmesini ve bunun araçlarını ortaya koyuyor. Selim Deringil, kendi ifadesiyle "son dönem Osmanlısını dünya tarihi eksenine oturttuğu" çalışmada, Türk tarihçilerin de Batılı seyyahlar gibi egzotik imgelerle ele aldığı Abdülhamin dönemini "egzotik kuş sendromundan çıkartmaya" çalışıyor. Bunu da Osmanlı devletinin son döneminde yaşananları, iki kavrama uyarlıyor. Bunlardan biri, tarihçi Eric Hobsbawm'un "geleneğin icadı" kavramı, diğeri ise Benedict Anderson'un "muhayyel cemaat" kavramı.
"Osmanlı'nın 'ben de varım' politikası"
Deringil, son dönem Osmanlı devletinin siyasi bir varlık olarak meşruiyet temelinin dış dünyada ve kendi tebaası arasında tanınmadığı bir durumla karşılaştığını, "Basra'nın bataklıklarından Avrupa'nın başkentlerine kadar" bir tehdit hissettiğini belirtiyor. Bunun karşısında Osmanlı, "ben de varım" politikası izliyor. Bunun için de kendini tehdit edenlerin ideolojik araçlarına başvuruyor. Çağdaşı imparatorluklar gibi propaganda, toplumsal seferberlik, kitlesel eğitim gibi modern ideolojik araçlara başvuruyor ve bunların görünürlüğü ve tanınması için de pek çok uygulama hayata geçiyor. Başlıca ideolojik araçlardan biri de icat edilen gelenek oluyor.
"Osmanlı ağırlıklı İslami bir kimlik kazandı"
1876-1908 arasında hüküm süren II. Abdülhamid döneminde devletin meşruiyet zeminini yeni bir temele oturtmak gereğinin ortaya çıktığının anlatıldığı kitapta, 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşından sonra devletin gayrimüslim tebaasının çoğunluğunu yitirdiği ve daha açıkça ifade edilen İslami bir kimlik kazandığı işaret ediliyor. İşte geleneklerin yeniden düzenlenmesini gündeme getiren de bu durum oluyor. İslam da imparatorluğun gündemine "salt bir ibadet biçimi veya sosyal sistem olmanın ötesinde, tüm dünya Müslümanlarını içeren siyasi bir cemaat" olarak giriyor.
"Hilafetin evrenselliği iddiası"
Abdülhamid döneminde halife kimliği tüm dünya Müslümanlarını kapsayacak şekilde kullanılmaya başlıyor ve Hanefi mezhebi de bu dönemde iyiden iyiye kurumsallaşarak, başta eğitim olmak üzere imparatorluğun artık yoksun olduğu zor dışı yöntemlerle "Hanefileştirme" uygulamaları başlıyor. Bu yeni evrensel halifelik iddiası Osmanlı'yı tebaası arasında çok sayıda Müslüman bulunan Rusya ve İngiltere gibi ülkelerle bir propaganda ve karşı propaganda rekabetine sokuyor. Hindistan, Orta Asya, Endonezya ve Afrika'ya kadar uzanan bir nüfuz mücadelesinin örnekleri kitapta sıralanıyor.
"Osmanlı'nın plastik simgeleri"
Devletin yeni meşruiyet zemini yaratma çabası ve mücadelesi kendini "plastik simgeler", marşlar ve törenlerde de gösteriyor. Bugün popüler kültür ürünlerinde başvurulan pek çok simge de sanıldığı kadar eski değil ve tarihi bu döneme uzanıyor. İtalyan bir ressama sipariş edilen Osmanlı arması, Guiseppe Donizetti'ye Osmanlı Marşı besteletilmesi, madalya ve nişanlar ve şaşaalı törenler de bu dönemin ürünü. Bütün bu sembollerin biçimleri ve kullanımları da kesin kurallara bağlanıyor. Hatta saray, zaman zaman İslam tarihinde önemli kişilere ait olduğu öne sürülen eşyaları, iddianın gerçek olmadığı bilinse bile satın alınıyor. Bütün bunları bütünleyen bir sembolizmde dilde kendini gösteriyor. Deringil'e göre, bütün bu devlet törenleri, simgeleri ve resmi efsaneler ile bir anlam öbeği yaratılıyor.
Pan-İslamist ideoloji
Deringil, bu dönemin Pan-İslamist ideolojisinin rasyonelliğine işaret ediyor ve devletin seküler yönlerine dikkat çekerek, örneklerini sıralıyor. Deringil, bütün bu değişim içinde Osmanlının tebaasına merkezi idareye bağlı homojen bir millet gibi davranmaya başladığını anlatıyor.
"Sudanlı direnişçilerin konumuna düşmemek"
Bu dönem elbette ki Deringil'in de referans verdiği Lenin'in ifadesiyle "kapitalizmin en yüksek aşaması" olan emperyalizm çağıdır. Zaten Osmanlı'nın en büyük endişesi de budur. Deringil, dönemin bu gerçeğini kitapta en çarpıcı biçimiyle ifade ediyor: "İngiliz askerlerinin Sudan'da yabani hayvan avlar gibi avladıkları Sudanlıların cesetlerine basıp fotoğrafçıya poz verdikleri bir dünyada Sudanlı direnişçilerin konumuna düşmemek gerekiyordu. Bunun da yolu devletin meşru siyasi egemenliğinin uluslararası arenada tanınmasından geçiyordu."
Hanefilik ideolojisi ve ulus inşasının temelleri
Bugünlerde her tartışmada kullanılan "sosyal mühendislik" kavramına ilişkin çalışmalar ve bir kimlik inşası da bu dönemde görünür uygulamalardan. II. Abdülhamid döneminde bu nedenle nüfus sayımları da önem kazanıyor. İmparatorluk 19. yüzyılın sonunda geçmişte göreceli olarak müsamaha gösterdiği İslamiyetin Şiilik ve Alevilik gibi heterodoks kollarına karşı yeni bir uygulamaya girişir. Hanefi mezhebinin yeni ve yoğunlaştırılmış bir yorumu, tebaadan vatandaşa dönüşümün ideolojik temelini oluşturur. İşte bugüne de miras kalan devlet mezhebi olgusu ve yarattığı sonuçlar da esasıyla bu dönemde biçimlenir. Deringil, Şii nüfusun yoğun olduğu bugünkü Irak bölgesine giden yüksek Osmanlı memurlarının yazdığı raporlardan örneklerle bu dönemin anlayışını da arayışlarını da gayet net ortaya koyuyor. Bu raporlarda İslamlık olmanın yanı sıra, Türk vurgusu ve milliyetçi hiyerarşiler de görülmeye ve tehlikeli öteki tanımlanmaya başlanıyor. Deringil, Cumhuriyet dönemindeki ulus inşası sürecinin temellerinin de II. Abdülhamid dönemindeki bu uygulamalar ile atıldığını belirtiyor.
Koruculuk sisteminin muhtemel atası Hamidiye Alayları
Nüfusunu homojenleştirmeye çalışan devletin Şii ve Kızılbaşlar dışında "sorun" olarak tanımladığı bir diğer kesim ise Ermeniler. Ermeni milliyetçiliğinin de görünür olduğu bu dönem 1915'e varıldığında bir halkın felaketi ile sonuçlanır. Ermeni katliamları 1890'larda başlar. Bunda esas rol oynayan da Abdülhamid'in kurdurduğu Hamidiye Alayları'dır. Deringil'e göre devlet, Hamidiye Alayları ile hem Kürtleri güvenilir İslami nüfusun içine dahil etmek hem de Ermeni bağımsızlık hareketinin önünü kesmek istiyordu. Belki de günümüzdeki koruculuk sisteminin atası olan Hamidiye Alayları, Rusların Kazak alayları örnek alarak tasarlanmıştı. Selim Deringil, Osmanlı subaylarının St. Petersburg'daki askeri akademiye gönderilerek, burada Hamidiye Alaylarında uygulamak için "Kazak usulü talimi" öğrendiklerini ve 1892'de 52 alayın kurulduğunu, 21'inin de oluşturulma aşamasında olduğunu anlatıyor. Hamidiye Alayları, amaçlandığı gibi savunmasız Ermeni köylerine saldırır ve katliamlar başlar. Alaylar bununla kalmaz diğer Kürtlere, Zazalara, Alevilere, Şiileri ezip, katletmeye başlar. Hamidiye subaylarının usulsüz vergi topladıkları, yerel halkı ezdikleri şikayetleri saraya bildirilir. Yaşananlar 90'lı yıllar Türkiyesi'ni hatırlatıyor değil mi?
"Kemalistlerin yaptığı Osmanlı'nın siyasetini yoğunlaştırmaktı"
Selim Deringil, daha da öncesinden başlayıp II. Abdülhamid döneminde biçimlenen pek çok yaklaşım ve uygulamanın Cumhuriyeti kuranlarla sürekliliğini şöyle ifade ediyor: "Kemalistlerin yaptığı, Osmanlı'nın uyguladığı siyaseti devam ettirmek ve yoğunlaştırmaktan başka bir şey değildi. Bugünün Türkiye'sine baktığımızda tüm bu yapılanlara değip değmediği ise tartışmaya açık."
"Şehrin dışında koyunlar gibi boğazlattırıldığı..."
Deringil kitabında, keskin taraflaşmalar nedeniyle bir tarihçi olarak Ermeni sorununu çalışmanın zorluğuna da değiniyor. Bu konuda belgelerin subjektif yorumlanmasını da "Belgenin gırtlağını sıkmak" olarak anlatıyor ve sonrasında da bazıları gizli yazışmalar olan 14 belgede anlatılan vakayı okurlar ile paylaşarak muhtelif yorumlarda bulunuyor. Bunlardan devletin Kızılbaşlar ile Ermenilere yönelik ürkütücü yaklaşımı açıklıkla görülüyor. Bunun en korkunç örneklerinden biri Dahiliye Nezareti'nin yani İçişleri Bakanlığının Diyarbakır'a yolladığı bir yazıda görülüyor:
"... Ermenilerden ve diğer Hıristiyan ahaliden yedi yüz kişinin geceleri şehirden harice çıkarılarak koyun gibi boğazlattırıldığı ve şimdiye kadar bu katliamlarda maktul olanların iki bin kişi tahmin olunduğu ve buna seri ve kat'i bir netice verilmezse civar vilayatdaki ahali-i İslamiyenin de kıyam ederek bil-umum Hıristiyanların katletmelerinden korkulduğu istihbar edilmiştir. Ermeniler hakkında ittihaz edilen tedabir-i inzibatiye ve siyasiyenin diğer Hıristiyanlara teşmili kattiyen gayri caiz olduğundan efkar-ı umumiye üzerinde pek fena tesir bırakacak ve bilhassa alel-itlak Hıristiyanların hayatını tehdit edecek bu kabil vekai'a derhal hıtam verilmesi ve hakikat-i halin iş'arı."
"Teşkilat-ı Mahsusa'dan Jitem'e"
Bu belgede devlet, yerel yöneticilere, katliamların Ermenilerle sınırlı tutulmasını, diğer Hıristiyanlara genelleştirilmemesini emrediyor. Bunun yanı sıra, Ermenilerin sevki sırasında dikkatli olunması, güvenliklerine ve iaşelerine özen gösterilmesini uyaran tam aksi yönde resmi belgeler de yer alıyor. Deringil, bu çelişkiyi, "Ermeni kafilelerinin sistemli biçimde yok edilmesine bulaşmış paralel bir örgütün, Osmanlı Teşkilatı Mahsusa'sının varlığını biliyoruz. Bu nedenle görünen o ki, iki ayrı karar verme mekanizması mevcuttur. Biri kötü niyetli olmayan, resmi düzeyde kaygılarını kağıda geçiren mercilerdir. Diğeri yasaklanan faaliyetleri gerçekleştirmek olan gizli örgüttür."
O gizli örgüt Teşkilat-ı Mahsusa'nın serbest bırakılan mahkum ve suçlulardan oluştuğu da kitabın dipnotları arasında yer alan bilgilerden. 90'lı yıllarda Doğu ve Güney Doğu Anadolu'da faaliyet gösteren JİTEM'i andırıyor değil mi?