Chuck Palahniuk'un Gösteri Peygamberi 18. baskıya ulaştı
Yeraltı edebiyatının usta ismi Chuck Palahniuk'un "Gösteri Peygamberi" adlı kitabı Türkçe'deki 18. baskısına ulaştı. Ayrıntı Yayınları'nın Funda Uncu'nun çevirisiyle okurla buluşturduğu kitapta yalnızlık, yabancılaşma, şiddet, pornografi, tüketim ve şöhret açlığı gibi temalar ustalıkla ele alınıyor.
Ayrıntı Yayınları Beysun Gökçin'in "Çizik"i ile klasikleşmiş kitaplar arasında yer alan Neil Postman'ın Osman Akınhay tarafından Türkçe'ye çevrilen "Televizyon: Öldüren Eğlence"; Paul Feyerabend'in Ahmet Kardam tarafından çevrilen "Özgür Bir Toplumda Bilim" ile Zygmunt Bauman'ın Abdullah Yılmaz tarafından çevrilen "Küreselleşme" ve Akın Sarı'nın çevirdiği "Yaşam Sanatı" kitaplarının da yeni basımlarını okura sundu.
Gösteri Peygamberi
Yalnızlık, yabancılaşma, şiddet, pornografi, tüketim ve şöhret açlığı... Televizyon kanallarından boca edilen sayısız yalanla kirlenmiş, hiçbir şeyin dolduramadığı bir boşluk... Gösteri Peygamberi, yeni bir binyılın başındaki modern dünyanın ürkütücü çılgınlığına ilişkin karanlık bir taşlama; medya, şöhret ve pop kültürüne yönelik sivri dilli bir aşağılama...
Tender Branson, Creedish mezhebinin dünyadan yalıtılmış sahte cennetinde doğup büyümüş ve dış dünyaya gönderilmiş binlerce misyonerden biri. Kilise doktrinine göre görevi, yaşadığı sürece çalışmak ve gerekli olduğunda ölmek. Kaderi beklenmedik biçimde değişip onu şöhretin doruklarına taşırken aynı zamanda medya ve popüler kültürün içyüzüyle tanıştırıyor. Yarı tanrıya dönüşme yolunda yaşadıkları yakında yüzleşeceğimiz kıyametin çarpıcı bir habercisine dönüşüyor... Branson, mezhepte kendisine zaten hiç verilmemiş olan hayatı "dış dünya"nın çirkinliğine sonuna kadar gömülerek yok etmeyi deneyecektir. Ne var ki hayatına karışan gizemli Fertility Hollis'e göre, kendine bir kader çizmeye çalışması anlamsızdır. Olacaklar zaten bellidir ve olmak zorundadır... Ve "intihar etmekle şehit olmak arasındaki tek fark gazetede manşet olmaktır".
Chuck Palahniuk, önlenemez kaderine doğru nefes kesici bir hızla sürüklenen kahramanının gözünden tüketim toplumunun hastalıklı ve anlamsız yaşam biçimini bize bütün çıplaklığıyla gösteriyor. Dövüş Kulübü'nün yazarından, en az ilki kadar çarpıcı bir roman, benzersiz bir yeraltı edebiyatı örneği.
Çizik
"Sanırım karikatür de şiir gibi zekâyı gerektiriyor. Derin duyguları gerektiriyor. Kederi, gülümsemenin ardına gizlemeyi...
Kaygılar içinde bir karşı duruşu ve hayata dair bilgece algıyı gerektiriyor. Farklı bir bakışı ve de mahareti...
Deniz belki, senin kimliğinin yansıması ve kendini ifade etmenin üslubu olarak tam orada. Fırtınasıyla, çırpıntısıyla, dinginliğiyle. Çin denizine kadar gittin ama biz aklındaki o uçsuz bucaksız okyanusu ve hayalgücünü sevdik. Ve birlikte paylaştığımız rüzgârları.
Senin çizgilerin biraz da yol arkadaşlığımızın ve yaşadıklarımızın seyir defteri gibi. Hüzünlerimizin, sevinçlerimizin, heveslerimizin, aşklarımızın, kaçaklıklarımızın, tartışmalarımızın, büyümemizin, saçmalıklarımızın, halimizin, Türkiye'nin anı notları..." Enis Rıza
Televizyon: Öldüren Eğlence
Televizyon bir cazibe merkezi olarak hayatımızın baş köşesine oturdu. Yirmi dört saat yayın yapan kanallarla tam bir görüntü sarhoşluğu yaşıyoruz. Alışkanlıklarımız, konuşma biçimimiz, ilişkilerimiz televizyona endekslendi sanki. "Eğlenceli", "renkli" bir hayat yaşamaya başladık. Resmi ideolojinin yasaklıları, toplum kıyısında yaşayanlar bütün "giz"leriyle evlerimizde artık. Kameralar pervasızca mahremiyetimizin en ücra köşelerine giriyorlar. Şiddetin bütün türleriyle tanıştık. "Reality show"larla kan ve acının da bir satış değeri olduğunu, reklam alabileceklerini öğrendik. Kapitalizmin en temel özelliği olan rekabetin insanları nasıl vahşileştirdiğini, iğrençleştirdiğini gördük. Duygularımız, tepkilerimiz, duyarlılıklarımız törpülendi... Tek sesli devlet televizyonunun ardından gelen bu denli çok seçenek karşısında nihayet "demokratikleştiğimize" inandık; uzaktan kumanda aletini "özgürce" kullanma hazzıyla kendi "gücümüzün" farkına vardık. Peki, hayatımızı böylesine değiştiren televizyon nedir? İletişim kuramcısı Neil Postman on beş bin radyo ve televizyon kanalına sahip televizyon çılgını ABD'den hareket ederek söz ve yazı merkezli dönemlerle görüntü merkezli dönem arasındaki kültürel farklılıkları "hakikat" ve "kamu söylemi" açısından ele alıyor. Ona göre, kitabın nitelikli bir kamusal söylem için etkin bir rol oynadığı, düşünmeyi derinleştirdiği, ciddilik, tutarlılık, süreklilik ve bütünlük gibi kavramların yaşama imkânları bulduğu Yorum Çağı daha hakiki. Gösteri Çağı ise ideolojinin yerine kozmetiğin geçtiği, hakikatin imaja yenik düştüğü, her şeyin "eğlenceli" bir biçimde sunularak içeriksizleştirildiği, müthiş bir enformasyon bombardımanının insanları parçalara ayırarak tepkisizleştirdiği, hafızanın kaybolduğu, algılamanın ve muhakeme yeteneğinin azaldığı bir dönem. Hayatımız hakkında karar verilen yer olduğu için çok ciddiye alınması gereken politika artık fikre değil, görüntüye dayandırılıyor (ABD eski başkanlarından Richard Nixon seçimi makyajcısının sabotajı yüzünden kaybettiğini söylemiş); halkın zihnine kazınacak görüntüleri tasarlayan imaj yöneticisinin cilaladığı "şovmen politikacı" tipi, partinin yerine geçiyor...
Postman bizi, duygularımızı ehlileştiren renklerin ötesine, eğlendiğimiz şeyin ne olduğunu düşünmeye çağırıyor.
Özgür Bir Toplumda Bilim
Bilim düşmanı! Akıl düşmanı! Anarşist!.. Feyerabend, 1975 yılında yayımlanan Yönteme Karşı adlı yapıtıyla bu ve benzeri suçlamalara hedef olurken aynı zamanda geniş bir tartışmayı da başlatıyordu. Elinizdeki Özgür Bir Toplumda Bilim'de ise bir yandan Yönteme Karşı'nın başlattığı bu tartışmayı tekrar ele alarak daha da geliştirmekte, öte yandan da bilim alanındaki tezlerini toplum alanını da kapsayacak biçimde genişleterek özgür bir toplumda bilimin ve bilim insanının rolünün ne olması gerektiğini tartışmaktadır.
Feyerabend'e göre bilim, son iki yüzyıldaki göz kamaştırıcı başarılarına rağmen ne hakikatin tılsımlı anahtarıdır, ne tümüyle akılsaldır, ne evrensel yöntem ve usullere bağlıdır, ne kusursuzdur, ne de her zaman insanın yararınadır. Bilim başarısını aklın sınırlarını aşmasına, bilim felsefecilerinin evrensel olduğunu iddia ettikleri yöntemlere, kurallara ve usullere uymamasına, "bilimsel akılsallık" ya da "bilimsel yöntem" denen canavarlardan uzak durmasına, kısacası yaratıcı ve kültürel çoğulluktan yana oluşuna borçludur. Toplumdaki diğer geleneklerden (ideolojilerden) hiçbir ayrıcalığı olmaması gereken "Batı bilimi", dünyanın her yerinde rakipsiz bir egemenlik kurmuştur. Ama bunun nedeni akılsal oluşu ya da içsel üstünlüğü değil; devletle bütünleşerek bütün diğer kültürleri, değerleri, yöntemleri, usulleri, "akıldışı", "bilimdışı" ilan ederek yok etmiş olmasıdır. Rakipsiz bırakan zafer her zaman yozlaştırıcıdır. Bilimin hakikat konusundaki tekelci konumunu (tıpkı bir zamanların din adamları gibi) "geçim kapısı" haline getirmiş "aydınlar" da toplumun yapısını belirleyen, neyin doğru olup olmadığı konusunda fetva veren, herkese ne yapması gerektiğini söyleyen, hakkında hüküm verdikleri halkın denetimi dışında kalmayı başaran ayrıcalıklı bir ideolojinin savunucuları haline dönüşmüşlerdir. Bu tekel, Batı toplumlarında hem bilimin kendisi hem de demokrasi için bir tehdittir. Eğer özgür bir toplum arzulanıyorsa bilim insanlarının çalışmaları halkın denetimine açılmalı, devletle bilim de birbirlerinden ayrılmalıdır.
Feyerabend'in bu yapıtını okurken yalnızca "bilimin kusursuzluğu" konusundaki önyargılarınıza indirilen yetkin ve güçlü darbelere tanık olmakla kalmayacaksınız; Tanzimat'tan bu yana pozitivist bilimci ile dinsel bağnazlık arasındaki çatışmanın içine sıkışıp kalmış Türkiye'de, bu soruna, yok edicilikten ve kopyacılıktan uzak; çoğulcu, özgürlükçü ve özgün çözümler bulma yönündeki arayışlara katkıda bulunabilecek sayısız kışkırtıcı argümanla da karşılaşacaksınız.
Küreselleşme
Tabloda her şeyin bulanık göründüğü zamanlarda, hayatlarını kesinlik ve berraklığa adamış sosyal bilimciler genellikle susar ve taşların yerine oturmasını bekler. Zygmunt Bauman gibi düşünürler ise cesaretle belirsizliğe dalar ve bulduklarını, gördüklerini, hissettiklerini ortaya döker. İşte Küreselleşme böyle bir cüretin ürünü.
Bauman'a göre, küreselleşen güçler saltanat günlerini yaşıyor, bunun bedelini de yerelliğe çakılıp kalmış zavallılar ödüyor. Hayat toprağa, yerele bağlı olmayı sürdürüyor; oysa güç artık yurtsuz ve ne emekçilere, gençlere, muhtaçlara ne de gelecek nesillere karşı sorumluluk duyuyor. Küreselleşme bu dengesizlik üzerinde duruyor. Yereller dağarlarında ırk, millet, etnik köken, sınıf gibi ne varsa kullanarak yeni bir "biz" duygusu yaratmaya çalışırken, artık yoksullara ihtiyaç duymayan küreseller onların içlerine kapanmalarını körüklüyor.
Küreselleşme kitabında Bauman, küreselleşmenin getirdiği ahlaki ikilemlere, çarpıcı örnekler vererek değiniyor. Yiyeceğin bol olduğu yere gitmek isteyen açlar, büyük paralar ödeyerek sonunda kendilerini "çatık kaşlar"ın beklediği yolculuklarına çürük teknelerle, kimliksiz çıkarken; zenginler uçakların birinci mevkilerinde şampanyalarını yudumlayarak küreselliğin tadını çıkarıyor, üstelik daha ucuza.
Gelecek hakkında ilginç olduğu kadar korkutucu öngörülerde bulunan Bauman'a göre yereller yerellikleri etrafına kalın duvarlar örerken, küreseller yerellikleri toplama kamplarına dönüştürme peşinde. Küreselleşme ve onun ikiz kardeşi yerelleşme, aynı amaca hizmet ediyor: parçalanma ve yabancılaşma.
Küreselleşme, yerelleşmenin de küreselleşmenin de ağırlığını fazlasıyla hissettirdiği günümüz Türkiye'sini anlamak için vazgeçilmez bir kaynak niteliği taşıyor.
Yaşam Sanatı
Bireyselleşmenin sonuna kadar hüküm sürdüğü ama büsbütün kendi tercihlerimize de dayanmayan bir toplumda, bilsek de bilmesek de, istesek de istemesek de, hoşlansak da hoşlanmasak da, hepimiz kendi hayatlarımızın sanatçılarıyız. Her ne kadar kimi araçlardan yoksun olsak da, böylesi bir toplumda, doğru ya da yanlış, kendi yeteneklerimizi ve kaynaklarımızı kullanmak için hayatımızı bir amaca vakfetmek isteriz.
Z. Bauman, bu kitabında, bireyin kendi özgücüne dayanarak hayatını sürdürme çabasını "yaşam sanatı" olarak adlandırır. "Akışkan modern toplumlarda" yaşamak zorunda olan bireyin, yaşam sanatı performansının, ne anlama geldiği tartışmalı da olsa, "mutluluk"la, "mutlu olmak" isteğiyle doğrudan bağlantısı var. Kişi bu dünyada mutlu olmak istemektedir, ama toplum halinde yaşamak da sorumluluk gerektirmektedir, kişi yalnızca kendisini değil, hemcinslerini de gözetmek zorundadır fakat "tüketim toplumu" mekanizmaları içine çekilmiş modern insan, mutluluk arayışında toplumsal gerçekliği bir kenara bırakıp kendini merkeze alarak hareket etmektedir. Sorun da buradadır: Mutluluk arayışında tek başına olduğunu düşünmesinden ve buna inanmasından ötürü çoğunlukla mutsuzlukla cebelleşmek zorundadır modern insan.
Amaç ve araçların birbirine karıştırıldığı, gelgeç zevklerin baş köşeye oturtulduğu tüketim toplumu insanını mercek altına alan Bauman, bu parlak çalışmasında, insanın kendini gerçekleştirme serüveninin aydınlık olduğu kadar karanlık noktalarına da bakıyor. Okuru kendi gerçekliğiyle yüzleşmeye davet eden Bauman, yaşam sanatının inceliklerini ustalıkla gözler önüne seriyor, daha iyi bir yaşam düşünü de elden bırakmayarak...