Bir "savaş"ın günlüğü: Kampana
Seçkin Erdi’nin “ilk roman teşebbüsüm” dediği “Kampana” Everest Yayınları tarafından yayımlandı. Kitap psikolojik bir hastalığın ya da deliliğin değil, bir bilinç yarılmasının, yabancılaşmanın ve iç seslerle mücadelenin hatta savaşının izini sürüyor.
Kampana İtalyanca kökenli bir kelime ve Türkçede iki anlama geliyor. TDK’ya göre bir manası “çan” diğeri ise “tekerleğin dingil üzerindeki fren mekanizması”. Seçkin Erdi’nin kitabı taşıdığı ismin iki özelliğinin de hakkını veriyor. Birini sona saklıyor, diğerini en başta kullanıyor.
Erdi’nin romanı erkek dünyasında geçiyor. Bu dünyanın en koyu, en saf olduğu yerlerden birine, bir kışlaya götürüyor okuyucusunu. Burada tüm “kadınlar” çok uzakta. Üstelik uzakta olan sadece bir cinsiyet olarak kadınlar da değil. “İnsani” olan her şeyin “kadın” yani “zayıflık” olarak görüldüğü bir yer burası. Bu nedenle “zayıflık”/“kadınlık” olarak görülen bu değerlere tahammül yok. Buna sahip olanlar da, zaman zaman “freni” boşalan erk çarklarının arasında yok edilmeseler bile eziliyorlar.
Onlarınki bitmeyen ''Misafir''lik
Seçkin Erdi o “an”lardan birini romanının bir bölümünde ayrıntıları ile işliyor, uzun uzun, ayrıntılı ayrıntılı aktarıyor sayfalarında. Sıradan bir günün, sıradan bir saatinde, sıradan insanların nasıl cinnet geçirebileceğini, sırf “öteki” diye yanı başındakini “düşman” olarak karşıya, hedefe koyup nefret duyabileceğini, vahşi bir vecd halinin nasıl coşkunca akabileceğini gösteriyor. Anlattığı, sıradan gibi görünen bir koğuş kavgası olsa da, yıkma dürtüsü ile harekete geçen, kötülükle hemhal olan kalabalığın yok etmeye odaklanmış, bir araya gelince daha da vahşileşen histerisi okuyucusunu zaman ve mekandan uzak bir ruh hali ile geçmişe götürüyor.
O halin, o linç güruhunun gözlerindeki ateş kimi zaman Sivas Katliamı’nda meydana toplananlardaki gibi oluyor. Kimi zamansa bu toprakların yaşadığı başka pogromlar ve soykırımların faillerindeki gibi…
“Üzerinde ne hikaye anlatılıyora takacağına, bu çan niye susuyora taksana!”
Kampana’nın ilk anlamı olan “çan” işte tam da bu noktadan sonra devreye giriyor. 1950’lere kadar devam eden köklü İstanbul Rum yayıncılığının sekteye uğramasından yaklaşık 50 yıl sonra kurulan İstos’un ekibinde yer alan Erdi, bu kez varlığı bilinmeyen, unutulan daha doğrusu unutturulan bir köyün çanını karanlık dehlizlerinden çıkartıyor. Yıllanmış şarapların, artık kullanılmayan kutsal ruhani kıyafetlerinin ve iskeletlerin arasından. Ve roman kahramanının iç sesinden okuyucunun yüzüne bir cümle gelip çarpıyor: “Üzerinde ne hikaye anlatılıyora takacağına, bu çan niye susuyora taksana!”
Roman iç sesin, daha doğrusu iç seslerin kapışmasından doğuyor zaten. Toplumu anlatırken, bir kişiyi, bir kişiyi anlatırken onun içindeki çok sayıdaki “ben”e dönüyor. Yalnız bu bir psikolojik hastalığı ya da deliliği de işaret etmiyor. Bu herkesin yaşadığı, hepimizin deneyimlediği bir benlik bölünmesi, daha doğrusu benlik çoğalması.
Her yönüyle İstanbul’un 1950’li yılları tutkunun, zarafetin ve değişimin başlangıcı
Romanın kahramanının “ben”lerinin birlikteliğini, toplantılarını, kavgalarını, savaşlarını, iflas edişlerini, hayatlarını ayırmaya çalışmalarını izliyoruz. Öylesi bir ayrışma ki bu, adeta Dr. Jekyll ve Mr. Hyde’ınki gibi. Hattı gün ışığı ile çizilmiş bir sınır. Ve o “ben”lerden birine önemli bir görev veriliyor: Askerlik içindeki eril ruh haline “ayak uydurma”. Öyle ki Erdi’nin kahramanı içindeki benlerle uğraşmaktan doğan dış dünyadaki suskunluğunu yırtıp atıyor, “aynen,” “her türlü,” “abi,” “başkan,” ve bol bol cinsiyetçi küfürlerle bezenmiş bir dünyaya adım atıyor. Atmak zorunda kalıyor. Futboldan, yemeklerden, meslek yüksekokullarından, dış güçlerden ve iç güvenlikten konuşuyor sürekli Buna karşı en sert tepki ise yine bir başka “ben”inden geliyor: “Etrafındaki hepsi sana aynı gelen yüzlere bakıyor, onlara yalanlar söylüyor, sularına gidiyor, onlara benzeyerek törpülenmek istiyorsun. Peki hiç düşündün mü, acaba onlar da tam olarak senin yaptığın gibi hatlarını silikleştiriyor, senin anlattığın hikâyelere ayak uyduruyor, senin suyuna gidiyor, bu çizgide hizaya girmeye çalışıyorlarsa. Yani hep birlikte, olmayan bir kimliğe bürünüyorsanız, ideal olduğunu düşündüğünüz bir genelgeçerde buluşuyorsanız?”
Bu “ben”ler arasında çatışma hali, dışarıdaki “gerçek” savaşın yaklaşması, kendisini ve çevresini tehdit etmesine kadar sürüyor. Çünkü o sırada tüm “ben”ler artık bir oluyor. Tıpkı felaketler karşısında kenetlenen bir toplum gibi.
Seçkin Erdi, toplumu da, toplumsal belleği de atlamıyor satırlarında. Bir hayvanı seçiyor bunun için, hem hayran kalınan, hem lanetlenen kuzgunlardan birini… Roman boyunca bu hayvan, bir yandan “unutamayarak, anlatamayarak, yaşayarak, bilginin ve bilincin gevezeliğinde, yalnızlığında çürüyerek” kahramanın peşini bırakmıyor.
Seks sembolünü görmek için İstanbul'da izdiham oluştu
"Hikaye hikayedir, hayat hayat"
Erdi, roman kahramanını toplumun tüm kesimleri ile karşılaştırıyor. Halkın tüm kesimlerini, sosyo-ekonomik olarak ayırmadan bir araya getiren zorunlu askerlik süreci içinde. “Dirisi, ölüsü, delisi, ötesi, berisi, velisi” hepsi birden. Kurt özel harekatçılar, jiletçiler, polisler, gazeteciler, solcular giriyor hayatına. Hepsi ama hepsi bir sorgulama içinde. Bazen birbirini, bazen kendilerini. Roman kahramanı hem kendi benleri ile uğraşıyor bu süreçte, hem de hayatına, hayatı ile birlikte aklına da giren bu kişilerle. Hayatın hikaye mi, hikayenin hayat mı olduğu da karışıyor satırlarda. Bu bilinmezliği bir başka yan karakter gelip yırtıp atıyor: “Abi hikâye hikâyedir, hayat hayat... Hikâyelerde masumlar sakınılır, kötüler cezasını bulur, gün olur devran döner... Hayatta ise ölürüz, hepsi bu! Kimse bizi hatırlamaz.”
Bu sohbetlerle Erdi’nin ana karakterinin “bin kurbağalı bir göl kadar bulanık olan kafası” her sayfada daha da bulanıyor. Ancak romanın sonu bir sürprizle son buluyor. Bir kaosun düzeni getirmesi, bir sesin sessizliği yırtışı ile. Kahramanınınsa son sahneye yaklaşmadan önceki şu sözleri kazınıyor okuyucusunun aklına: “Bu çanlar kimin için susuyor Mazlum? Biz kimin için susuyoruz! Hikâye bitti, hikâye hayat oldu!”