Bir dolandırıcının hikayesi: Alocu Tilki'nin Serencamı
Alocu Tilki’nin Serencamı, İletişim Yayınları’ndan yeni çıktı. İsminden yola çıkarak nasıl bir kitap olduğuna karar veremedim. Kitabın kahramanının dolandırıcı olduğunu öğrendikten sonra ise ‘’beni eğlenceli bir hikâye bekliyor’’ dedim. Okuduktan sonra ise şunu anladım, daha önce böyle bir dolandırıcı ile tanışmamıştım!
Bir hastane odasında güne merhaba deseniz, vücudunuzun hiçbir yerini oynatamıyor olsanız, doktor gelip, ‘’eskiden yaptığınız şeyleri yapamayabilirsiniz’’ dese ne yapardınız? İşte Alocu Tilki’nin hikâyesi böyle başlıyor ya da biz buradan öğrenmeye başlıyoruz. Tilki’nin mesleği dolandırıcılık olduğu için de yatağa mahkûm kalmasının sebebini işlediği günahlara bağlıyor… Yani kitaba ‘’kadercilik’’ de oldukça hâkim… Kitabın yazarı Emrah Polat… Bu kitabı neden yazdı ve daha neler yazacak… İşte cevapları…
Öncelikle biraz Emrah Polat’ı tanıyabilir miyiz? Emrah kimdir, ne yapar?
Eski milli atletlerdenim diyeceğim ama inanmayacaksınız, en iyisi inanacağınız şeyleri söyleyeyim: ODTÜ Sosyoloji mezunuyum. Yayımlanmış üç romanım var. İlk romanım “Köpek Adamlar” Arnavutluk, Bulgaristan ve Romanya’da da basıldı. Edebiyat Haber’in yayın yönetmeniyim ve Edebiyat Haber Yazı Evi’nde roman üzerine dersler veriyorum.
‘’Alocu Tilki’nin Serencamı’’ isimli kitabınız İletişim Yayınları’ndan yeni çıktı. Henüz dumanı tütüyor… Okuyucu bu kitapta Ankara’yı mı, bir dolandırıcının hikâyesini mi yoksa insanın kendisiyle hesaplaşmasını mı bulacak?
Doğduğum, büyüdüğüm ve halen yaşadığım şehir olan Ankara romanın önemli bir bileşeni elbette. Bir dolandırıcının trajik hikâyesini anlatmaya çalıştığımı söyleyebilirim. İşler, Alocu Tilki için başlarda iyi gidiyor ama başına gelen bir olayla hayatı altüst oluveriyor. Bu noktadan sonra Alocu Tilki’nin kendisiyle ve hastaneyle mücadelesi başlıyor. Hala bir takım beklentiler içinde, ama gün geçtikçe bu beklentiler azalıyor ya da değişiyor.
Sadık’ın hikâyesini okurken, biyografinizde yazan ‘’belkemiği kırıldığı için yürüyemiyor’’ cümlesini ister istemez hatırlıyor, okuyucu. Sadık’ın bedeniyle verdiği savaş aslında sizin hikâyeniz mi?
Biliyorsunuz her romanda otobiyografik unsurlar bulunur ama yalnızca yaşantı parçacıklarına dayanırsanız roman olmaz yaptığınız, olsa olsa anı olur. Yaşadıklarım, gördüklerim, duyduklarım romana bir biçimde sızdı, ama kurmacanın gerektirdiği kadar; ne az ne de çok. Bir de tabii hastanelere çok hâkimim, uzun süre hastanelerde kaldım, hala da zaman zaman oralara gitmek zorunda kalıyorum ya, neyse… Dolayısıyla ayrıntıları işlerken rahat ettim. Böyle bir hâkimiyet tuhaf bir mizah duygusunun da gelişmesine yol açıyor doğrusu. En yürek burkan anlardan bile gülünç bir yan çıkarabildim sanıyorum. Biliyorsunuz, komikleştirilemeyen ya da sanatsal bir ürüne dönüştürülemeyen travmaların üstesinden gelmek zordur.
Kitapta Sadık kaza geçirdikten sonra bile yürüyememekten daha çok cinsel hayatının bitmesinden endişe duyuyor. Bu bir kadın olarak beni gülümsetti ama erkekler gerçekten böyle mi düşünür?
Genelleme yapmak istemem ama kendimden örnek vereyim: Yaptığım çoğu şeyin altında hoşuma giden kadınların ilgisini çekme isteği var. Cebimde doğru dürüst para yok ama BMW’ye biniyorum. Neden? Tekerlekli sandalyeyi görmesinler de arabayı görsünler diye. Romanlar yazıyorum. Niye? Ya adam yürüyemiyor ama iyi yazıyor, desinler diye. Yoksa niye yazayım, deli miyim? Tamam, tıbbi olarak öyleyim ama metaforik olarak konuşuyorum.
Biraz özel bir soru olacak ama yazmaya başlamanız, geçirdiğiniz buhranın bir sonucu mu?
Buhran derken manik depresif bozukluğu kastediyorsunuz sanırım. İnsana belirli bir dönem haz verebildiği için diğer hastalıklardan ayrılan manik depresif bozukluk, bilimsel adıyla bipolar duygu durum bozukluğu, görünümü psikolojik ama kökeni -kalp rahatsızlığı, diyabet gibi- biyolojik olan bir rahatsızlık. Yani ilaç kullanmadan bu hastalıkla baş etmek imkânsız.
Malum olaydan sonra omuriliğim zedelendi, uzunca bir süre tedavi gördüm. 15 Haziran 2001 tarihinde kalemi elime aldım ve yazmaya başladım. Roman yazmak istiyordum ama bunu nasıl becereceğimi bilmiyordum. Zaman içinde okuyarak, yazarak, silerek öğrendim diyebilirim. O zamanlar yataktan fazla kalkamıyordum, fiziksel ve psikolojik olarak dipteydim. Günde yarım saat güneş gören, onu da avuç içi kadar gören bir odada geçti günlerim. Sigara üstüne sigara. Henüz bipolar teşhisi koyulmamıştı. Basılmamış olan romanım “Bugünden Bakınca”yı olabilecek en kötü şartlarda, yatakta, bir yastığın üzerine koyduğum ajandaya yazdım. Bazen sabaha kadar yazıyordum. Bazen de günlerce uyuyordum. Manik depresif bozukluk ilaç kullanmadan evvel çalışma anlamında bu tür dalgalanmalara yol açar.
Şimdi ise her anlamda rahat sayılırım; 2004’ten beri kullandığım ve muhtemelen ömrümün sonuna kadar kullanacağım ilaç, yaşamıma düzen getirdi. Belli aralıklarla kan ölçümleri yaptırıyorum ve ilacın dozunu bu ölçümlere göre belirliyor psikiyatrım. Yani kontrol altındayım. Büyük bir yıkımdan sonra oldu bunlar, ama olsun diyelim, zararın neresinden dönülürse kardır.
‘’Serencam’’ın birkaç anlamı var. Siz kitabın adını koyarken hangi anlamını tercih ettiniz?
Doğrusu, İletişim Yayınları editörlerinden Levent Cantek önerdi. Dokuz tane isim önerdi, zaten onun önerileri olmasaydı kitap böyle olmazdı. Bu isim daha çok hoşuma gitti. “Akıbet” anlamını tercih ediyorum. Biliyorsunuz “akıbet”in macera tarafı var -ki romanın ruhuna da uyuyor bu.
Kitabın bir bölümünde OSTİM’de yaşanan bir patlamaya değiniyorsunuz ve ben o kısmı okurken tam o gün OSTİM’de bir patlama olmuştu. Tarih mi tekerrürden ibaret yoksa Ankara’da hep aynı şeyler mi yaşanıyor?
OSTİM’de patlama olunca benim de aklıma geldi o bölüm. Yalnızca Ankara’da değil, Türkiye’nin her yerinde benzer şeyler oluyor maalesef. Basit önlemler bile alınmıyor, işçi ölümlerinde başta gelen ülkelerden biriyiz. Örneğin konut ya da gökdelen inşaatlarında cinayet işleniyor her gün. Etrafınıza bir bakın, işçilerin kanı, teri ve gözyaşıyla yükseliyor o koca binalar. Ölenlerin, sakat kalanların yakınları şikâyetlerini savcılıktan çekiyorlar; çünkü ellerine üç kuruş para tutuşturuluyor. Bu insanlar mecbur bu paralara. Bir aileye verilen para, şirket yöneticilerinin iş yemeğinde ödedikleri hesap kadar bir şey, belki daha az. Bu ülkede en ucuz şeydir insan canı, cumhurbaşkanı boş yere en az üç çocuk demiyor yani; emeğin ucuzluğu sürsün ki inşaatlar da yükselmeyi sürdürsün.
Kitapla ilgili aldığınız geri dönüşler nasıl?
Çıkalı iki hafta olmadı. Röportaj, söyleşi teklifleri alıyorum. Bunlar güzel, ama benim için önemli olan okurun ne düşündüğü. İnsanlar romanı beğendiğini söylüyor, arkadaşlarına hediye ediyor ya da öneriyor. Mesele budur. Biliyorsunuz bir kitap okur sahipleniyorsa vardır, yoksa yoktur.
İkinci kitabınızı 2013 yılında çıkarmışsınız. 1 senede kitap yazmak zor olmuyor mu?
Aslında Nisan 2011’de yayınevine göndermiştim, ama çeşitli nedenlerle basılması epey uzadı. Bu arada Alocu Tilki’yi yazıyordum, Allah boş duranı sevmez biliyorsunuz.
Bir yandan da Edebiyat Haber’in genel yayın yönetmenliğini yapıyorsunuz, dersler veriyorsunuz. Hepsini aynı anda yapmak zor olmuyor mu?
Hepsi edebiyatın içinde olduğu için zor olmuyor, birbirini besliyor. İç disipline sahip olmak ve günü iyi programlamak gerekiyor ama. 5. yaşına giren Edebiyat Haber önemli bir boşluğu doldurdu ve Türkiye’nin en çok okunan edebiyat yayını haline geldi. Dersler de ayrı bir motivasyon oluyor doğrusu; hani öğretirken öğreniyorsunuz. İyi bir şey bu.
Alocu Tilki’nin Serencamı tam bitmiş bir kitap gibi değil, devamı gelecek gibi duruyor. Yeni kitabınızda Sadık Apik, kendini Yusuf Atılgan ve Sabahattin Ali’nin yanında bulacak mı?
Daha oraya çok var, acele etmemek lazım, önce biraz toparlansın, dolandırıcılığa devam edip edemeyeceğine karar versin. Aslına bakarsanız hayat yeni başlıyor Tilki için; nihayetinde hastane bir tür fanus işlevi görüyordu. Şimdi ise fanus kırıldı, ama şunu söylemeliyim: Alocu Tilki’nin yaşayıp yaşamayacağına son kertede okur dışında kimse karar veremez.
''Mart'': Her şeyin başlangıcı gibi...
Eskişehir Dükü'nden ''Tesirsiz Parçalar'