Ayrıntı Yayınları Ocak ayı kitapları
Ayrıntı Yayınları yeni yıla da hızlı bir başlangıç yaptı; Ocak ayında da okura edebiyat, tarih, kuram ve anı kitaplarından oluşan güzel bir seçkiyi sundu.
Kürt Davasının yarattığı göç dalgası, iç savaşın etkilerinin anlatıldığı Hasan Sever'in ilk romanı "Birazcık Halil", Christian Jungersen'in insan psikolojisine nüfuz ettiği son romanı Kayboluyorsun, çağdaş İspanyol edebiyatının en heyecan verici yazarlarından Manuel Vilas'ın aşkın ve erotizmin doğasını cüretkar bir dille mercek altına aldığı roman Parıltılı Armağan... Tarihçi Darrin M. McMahon'un antikçağdan itibaren deha kavramının izini sürdüğü kitabı, İlahi Gazap, Warwick Ball'un Antik İran ve Batı'yı anlattığı Tek Dünyaya Doğru ile Margaret A. Rose'un kaleme aldığı Marx'ın Kayıp Estetiği ile Füsun Özbilgen'in derlediği Sinan Kâzım Özüdoğru'nun anlatıldığı Devrimciler Ölmez, Ayrıntı Yayınları'ndan okurla buluştu.
Birazcık Halil
Hasan Sever ilk romanı Birazcık Halil'de, bizi saran hırçın zamanın ve ona ait anlatıların kesiştiği trajik bir bedenin öyküsünü anlatıyor.
Romanın kahramanı Halil, aslında sadece kendine ait basit bir hayat özlemi duyuyor olsa da kaçınamadığı tarihinin korunda yanmaya mahkûm bir gençtir. O geri dönüşü olmayan girdabın içinde, Almanya'daki işçilerin hayata tutunma çabaları, ilk dönem siyasi sürgünler, yaşlı bir Alman kadının gözünden İkinci Dünya Savaşı, savaşın altüst ettiği insanlar, 90'ların Türkiye'si, politik mücadeleye bağlanmış öğrenciler, İsviçre'deki son kuşak siyasi sürgünler, Kürt Davası'nın yarattığı göç dalgası ve yaşlı bir Kürt kadının gözünden iç savaş...
Bütün bu hikâyelerin yegâne kesişeni, "Küçük, benim olan, önünü arkasını görebildiğim bir hayat yaşayacağım" deyip, bunu başaramayan Halil'dir...
Kayboluyorsun
Onca yılı nasıl yapayalnız geçirdiğimi o güne dek hep unutmaya çalışmıştım. Kız arkadaşlarımdan ve Niklas'tan başka gözlerimin içine bakacak, ıvır zıvır laflarımı dinleyecek ve ses tonundan ne hissettiğimi anlayacak bir kimsem olmadan geçen onca yıl. Başka türlü bir evlilik özlemiyle ve nasıl olup da
hâlâ Frederik'le birlikte yaşayabildiğimin umutsuz şaşkınlığıyla geçen yıllar. Bana ne yapmıştı? Neden çekip gitmemiş, neden hep hayalini kurduğum evliliği aramamıştım?
Christian Jungersen, insan psikolojisine nüfuz etme maharetini bir kez daha kanıtladığı son romanı Kayboluyorsun'da, hayatı bir anda altüst olan bir kadının ayakta kalma mücadelesini anlatıyor.
Yakışıklı ve başarılı kocası, delikanlılığa ilk adımlarını atan sevimli oğlu ve görünüşte mutlu bir evliliği vardır Mia'nın. Ancak ailecek çıktıkları tatilde kocası Frederik'in beyninde bir tümör olduğu ve bunun davranışlarını, hatta kişiliğini etkileyeceği ortaya çıkınca her şey değişir. Kısa bir süre sonra, Frederik'in müdürlük yaptığı okulun parasını zimmetine geçirdiği anlaşılacak ve aile fertlerinin hayatı tümden değişecektir. Yetmezmiş gibi kocasının ihanetleri de dökülür ortalığa. Mia bir yandan art arda gelen darbelerin hastalıktan mı yoksa Frederik'in kişiliğinden mi kaynakladığını bilememenin sıkıntısıyla baş etmeye çalışırken, diğer yandan kendisinin ve oğlunun geleceği için endişelenmektedir. Bir seçim yapmanın zamanı gelmiştir; ya kocası ve ailesini kurtarmak için mücadele edecek ya kendi yoluna gidecektir...
Güvenlik ve refah toplumunun çatlaklarına sızıyor Jungensen bu kitabında. Kıvrak üslubu ve çarpıcı hikâyesiyle güvenli hayatların kırılganlığını, bireydeki karanlık dürtüleri, bencilliği, ihaneti, kötülüğün sıradanlığını açığa çıkarıyor.
Marx'ın Kayıp Estetiği - Karl Marx ve Görsel Sanatlar
Sanat faaliyetlerinin devlet himayesinde ve baskısı altında gerçekleştirildiği bir dönemde, 19.yüzyıl Prusya'sında dünyaya gelen ve hem estetik hem de siyasi anlamda görüşlerini bu koşullar altında geliştirip olgunlaştıran Marx'ın çalışmaları da 1840'larda sansüre uğramıştır. Ve o yıllarda Marx, Heine, Bauer ve Feuerbach ile birlikte, Nazarenler olarak bilinen devlet destekli ve dinî Romantik sanatın karşısında durarak, sanat üzerine kendi teorik önermelerini geliştirmiştir. Aynı şekilde Marx, Antik Yunan dönemini insanlığın gençliği olarak gördüğünü ve bu yüzden hâlâ bizim için çekici olduğunu söyleyerek, Yunan sanatı üzerine yorumlar da yapmıştır.
Genel olarak Alman edebiyatı, özel olarak da Heinrich Heine uzmanı olan Margaret A. Rose'un kaleme aldığı bu kitap, 19. yüzyıl Avrupa'sındaki görsel sanatlar, estetik teoriler ve sanat politikalarıyla ilgili Marx'ın orijinal görüşleri üzerinde duruyor. Çağdaş sanat kuramlarında Marx'ın izini ve etkisini aramak yerine, Marx'ın kendi görüşlerinden hareketle bir Marksist estetik imkânının koşullarını tartışıyor.
Bu tartışmalar devrimin ilk yıllarında, Sovyet Rusya'da yeniden alevlenmiştir. Sanatçılardan, bilim insanlarından ve mühendislerden oluşan bir "avangart" grubun topluma önderlik etmesi gerektiği düşüncesini savunan ve kendilerini Marksist sanat görüşünün temsilcisi gören Konstrüktivistler ile yansıtmacı sanat görüşünü savunan Sosyalist Gerçekçiler arasında Marksist estetik tartışması patlak vermiş ve bu tartışma Lenin ve ardından Stalin üzerinden günümüze kadar uzanmıştır.
Marx'ın Kayıp Estetiği, Marx'ın sanat kuramı üzerine orijinal görüşlerini ve ardından patlak veren tartışmaları ayrıntılı olarak okura sunmasıyla benzersiz bir eserdir.
Parıltılı Armağan
Devlet tarafından geçerli kılınan çiftleşme, daha mı az vahşi? İşte her şeyin özü bu: şiddet. Çiftleşmenin içinde bulunan ölüm, bizi gerçek ölümden daha çok korkutuyor. Utanç ne zaman sona erecek? İşletme ve rant ne zaman sona erecek? Para, iş, kültür ve kanunlar ne zaman çiftleşmenin yakasından düşecekler; çiftleşmeyi ne zaman mütevazılığına, saflığına, temizliğine, yaşamı ifade etmesine geri döndürecekler?
Romanları, hikâyeleri ve şiirleriyle çağdaş İspanyol edebiyatının en heyecan verici yazarlarından Manuel Vilas, Parıltılı Armağan adlı romanında aşkın ve erotizmin doğasını alaycı ve cüretkâr bir dille mercek altına alıyor.
Roman kahramanı Víctor Dilan, orta yaşlarını geride bırakmış, ünlü ve sevilen bir yazardır. Kutsal bir armağan olarak gördüğü bir yeteneği, kadınları kolayca yatağına çeken karşı konulmaz bir cazibesi vardır Dilan'ın. Ahlâki kaygıları ise hemen hiç yoktur; karısını, sevgililerini aldatmaktan, karşısına çıkan her dişiyi ayartmaktan zevk alır. Dur durak bilmeyen erotik fantezilerini hayatına ve romanına aktarmakla meşgul Dilan'ın hayatı Ester ile, "erkekleri çılgına çeviren gözünü kan bürümüş etobur" Cadı ile karşılaştıktan sonra çılgın bir tempoya girecektir. Cinsel hayatı, fantezileri ve yaşam tarzıyla kendisinden çok daha sert, kural ve sınır tanımaz, üstelik çok genç bir partner bulan Dilan, Ester'in yıkıcı cazibesinden kurtaramaz kendini. Büyük yazarı yıkıma götürecek süreç başlamıştır...
Erotizm, aşk ve cinsellik konusunda yazarken en az roman kahramanı kadar cesur ve pervasız olan Manuel Vilas, 21. yüzyıla yayılan karanlık hikâyesinde insanı özgürlükten alıkoyan inançları, önyargıları, kadın ve erkeğin bastırılmış duygularını sorguluyor.
Devrimciler Ölmez - 10'lardan Biri: Sinan Kâzım Özüdoğru Kitabı
Sinan Kâzım Özüdoğru, Kızıldere'de toplu katliama uğrayan 10 devrimci gençten birisiydi. Yürekli ve bilinçli bir devrimci olduğu kadar güzel türküler söyleyen, edebiyat ve şiirle ilgilenen, tiyatro yapan, insanları çok seven ve yardımsever kişiliğiyle hafızalardan silinmeyen Kâzım'ın arkadaşları, çevresi ve ağabeyi Emin Özüdoğru, onun anılarını bir araya getirerek bu kitabı ortaya çıkardı.
Bir devrimci gencin 23 yıllık kısacık hayatıyla kişisel anılarımızda ve devrim tarihimizde nasıl derin izler bıraktığı bu kitabı okudukça daha iyi anlaşılıyor. 30 Mart 1972 günü Tokat'ın Kızıldere Köyü'nde yapılan katliamın üzerinden 40 yıldan fazla geçti. O gün 20'li yaşlardaki 11 genç insanı bir dağ köyünde kuşatan koca bir ordu ve MİT güçleri, biraz bekleyip sağ yakalamak imkânı olduğu ve karşıdan da ateş açılmadığı halde, "Konuşacağız" diye dama çağırıp bir anda topuyla tüfeğiyle saldırarak vahşi bir katliam yaptı.
Sömürüye ve emperyalizme karşı halkın yanında yer almaya çalışan gencecik ve çok iyi yetişmiş insanlar, bu katliamla yok edildi. Kızıldere toplukıyımını yapan sivil ve asker kadrolar tarihin çöplüğüne giderken, öldürülen devrimciler halkın gönlünde yer etti. Anıları dillerde dolaşıyor, posterleri bayrak gibi dalgalanıyor Onların. Kısacık yaşamlarıyla tarihe şu kaydı düştü Onlar: Devrimciler ölmez.
Tek Dünyaya Doğru - Antik İran ve Batı
Pers İmparatorluğu, sınırlarını Avrupa'ya kadar genişleten ilk en önemli Doğulu güçtür. Ancak ticaret ve yerleşme için onlardan önce Avrupa'ya gelen Fenikelilerin aksine, Persler MÖ altıncı yüzyılda kıtaya ayak basarken, Güneydoğu Avrupa'nın bir bölümünü eyaletleri yapmak üzere, merkezden sevk ve idare edilen imparatorluklarının bünyesine katmanın peşinde koşmuşlardır. Ne var ki Doğu'dan gelip de Avrupa'ya adım atan onca halkın arasında köprübaşları en küçük, en uzak ve en kısa ömürlü olanı Persler'inkidir. Fenikeliler, Araplar, Türkler, Moğollar daha uzun bir zaman bu topraklarda kaldıkları halde Persler ancak 60 yıl tutunabildiler. Buna rağmen bu temasa genellikle ihtilaf açısından yaklaşılır: Grek-Pers Savaşları, İskender'in fetihleri ve Roma ile İran arasındaki sayısız çarpışma. Oysa Avrupa'nın antik İran'la teması kısa ömürlü olmadığı gibi çatışmalı da değildir. Avrupa'daki Asya ve Batı'nın Şekillenişi dizisinin ikinci cildi işte bu, Doğu ile Batı arasındaki bugüne kadar devam eden karmaşık etkileşimin miladı olan ilişkiyi mercek altına alıyor.
İran'a özgü dini düşünceler, İlkçağ boyunca Hıristiyanlığın doğuşunu derinden etkileyecek şekilde Batı'ya taşınmış ve Avrupa'daki Reform öncesi en önemli dini başkaldırıyla doruğa ulaşıncaya kadar da akmaya devam etmiştir.
Antik İran'ın sonraki kuşaklara katkısı her şeyden çok bir düşüncedir. Tek bir evrensel yaradan kavramını açık seçik bir şekilde ifade eden antik İran, tek bir evrensel dünya fikrine el yordamıyla yol alan ve tarihçi J. M. Roberts'ın deyişiyle "geleceğin dünya uygarlığının temelini" atan ilk uygarlıktır. Tek dünya düşüncesi ayak direyecektir...
Antik İran'a özgü politik ve etnik sınırları aşan tek bir dünya düşüncesi bugün New York'ta Birleşmiş Milletler binasının girişindeki -sözleri İranlı bir şaire ait- bir yazıtta cisimleşmektedir.
İlahi Gazap -Deha Nedir? Dâhi Kimdir?
Deha. Bu kelimeyi yüksek sesle söyleyin; tarihte ilk kez Romalı antikçağ yazarı Plautus tarafından iki bin yıl önce kullanılmasına rağmen bugün bile kulağa güçlü ve cazibeli geliyor. Yaratma gücü. Evrenin sırlarına nail olan ilahi güç. Yok etme gücü. Delilik ve acayiplik belirtileri, cinsel cesareti ve muhtelif imkânlarıyla deha, kendilerine insanüstü yetenekler ve tanrısal güçler atfedilmişler için gizemli kuvvetini sürdürüyor. Deha, sahiplerine, dünyanın gizli işlerine ayrıcalıklı bir erişim yetkisi sağlıyor. Deha bizi son ilahi kalıntıya bağlıyor.
Bu kitapta, tanınmış tarihçi Darrin M. McMahon, antikçağdan itibaren deha kavramının izini sürüyor. Bu kavramın yüzyıllar boyunca peygamberler, havariler, azizler, büyücüler gibi birçok dini karakterin yanı sıra Leonardo ve Michelangelo gibi sanatçıların mucizevi yaratıcılığını, Napolyon ve Hitler gibi liderlerin dehşetli yıkıcılığını, Einstein ve Newton gibi bilim insanlarının olağanüstü zekâ ve kavrayışlarını açıklamak için kullanıldığını gösteriyor. Deha kavramı genel olarak evrensel insan eşitliği kavramına meydan okuyor ve ilahi güçler atfettiği dâhileri göğe çıkarıyor olsa da rock yıldızları ve futbol teknik direktörlerinin de dâhi sayıldığı günümüzde dehanın ucuzlatılarak yeryüzüne indirilmeye çalışıldığına tanık oluyoruz.
Bununla birlikte, McMahon, dâhinin de toplumsal oluşumun bir parçası olduğunu ve her zaman o oluşumu inşa edenlere hizmet ettiğini söylemekten geri durmuyor. Bir Einstein ya da bir Hitler de olsalar, onların da üzerinde çalışılmış bir algının ürünü olduğunu tespit ettikten sonra soruyor: Peki, neden bu şekilde dâhi modelleri yaratmaya ihtiyaç duyuyoruz?
Bu anlaşılması zor kavramın ilk kapsamlı tarihi, İlahi Gazap, çağlar boyunca deha ve dâhilerin izinden giderek, dehanın günümüzde de modern ihtiyaçları, umutları ve korkuları yansıtan ne kadar etkili bir güç olduğunu gösteriyor bize.