‘Biz ve diğerleri - Önyargılardan ırkçılığa’!.
Paris’te UNESCO’nun himayesinde açılan sergi, insanlığın kafa karıştıran ve kimi zaman soykırıma varan bir zaafına, yakın tarihten örneklerle ve bilimsel verilerle ışık tutmaya çalışıyor: “Irkçılık nedir?”, “Neden ortaya çıkar?”, “Bütün insanlar ırkçı mıdır?”, “Genetik bilimi bu konularda ne diyor?” serginin yanıtını aradığı başlıca sorular.
Bülent Ortaçgil'in gözünden Fikret Kızılok
İnsanı ilk adımından itibaren sarıp sarmalayan, içine alan bir sergi bu: ‘Biz ve diğerleri - Önyargılardan ırkçılığa!’ Altı yıllık restorasyondan sonra 2015’te yeniden açılan, 1938 tarihli İnsan Müzesi’nin ilk kalıcı ve büyük sergisi psikoloji, tarih, biyoloji, genetik, ekonomi, siyaset, epistemoloji, antropoloji ve sosyal bilimlerin verileri çerçevesinde insanın en büyük zaaflarından birine, bazen ırkçılığa varan önyargılarına, ‘öteki’ni algılama biçimine ilişkin her türlü soruya yanıt arıyor. Serginin amacı, önyargılarımızı kırmak ve ‘ötekini’ dışlamanın, nefret sürecinin aslında bir sosyal sürecin sonucu olduğunu tarihsel ve bilimsel bir ışık altında göstermek.
İnsan Müzesi’ndeki serginin ilk bakıştaki en çarpıcı özelliği belli bir mantık içinde hazırlanmış dekorları muhakkak. ‘Ben ve diğerleri’ başlıklı ilk bölümde kendimizi 360 derecelik bir film yansıtmasının yapıldığı silindirin içinde buluyoruz. Kimi genç, kimi yaşlı, kimi siyahi, kimi beyaz, kimi kadın, kimi erkek bire bir ölçekte yani bizim boyumuzda 20 insan gördüğümüz. Sonra görüntüler üzerine çeşitli sıfatlar düşmeye başlıyor: Şehirli, kenar mahalleli, zengin, müslüman vs. Metroda, trende karşılaştığımız insanları daha en baştan nasıl kategorize ettiğimizin, belli bir kalıba soktuğumuzun ipuçları bunlar.
Ardından bir havaalanında, uçak bekleme salonundayız. Kimsenin birbirini tanımadığı, ama sadece dış görünüşünden birtakım önyargılarla kategoriler oluşturmaya müsait, kişiliksiz bir alanda. Girişte de gördüğümüz gibi fiziksel görüntü (cinsiyet, ten rengi), sosyal düzey (gelir, giyim tarzı), dini inanç vs bu kategorilerin ortaya çıkışında en önemli unsurlar. Oturduğumuz koltukların önüne konan tabletlerdeki sosyal psikoloji testlerinde bizden, ekranda gördüğümüz şahısları ya da şehirleri çeşitli sıfatlarla birleştirmemiz isteniyor. Amaç hep ‘ötekini’ daha dış görünüşünden nasıl tanımladığımızı ve onun da bizi nasıl tanımladığını anlamak.
Peki neden insan kategorize etmeye eğilimlidir? Bu sorunun yanıtını bugün çok net veriyor uzmanlar: “Hayvanlar, bitkiler, nesneler, insanlar.. Bizi çevreleyen her şeyi sınıflıyoruz. Bu son derece doğal, evrensel bir bilişsel süreç. Kategorizasyon, aynı doğaya sahip olduğunu düşündüğümüz elemanları çerçeveler içinde bir araya getirmekten oluşuyor. Bu durum illa ki kategoriler arasında bir hiyerarşiye neden olmayabiliyor ama bireyin sabit ve tamamen önceden oluşturulmuş bir imaj içine kaydırılmasına yol açabiliyor.” Ve o andan itibaren tehlike başlıyor: Böyle olunca da negatif ya da pozitif olsun kafamızdaki klişeler, kişinin farklı taraflarını kısıtlayıp, tek bir etiketle anılmasına neden olabiliyor. İlginç olan bir diğer şeyse, kategorilerin bir toplumdan diğerine, bir zamandan öbürüne, dönemin dini, kültürel, sosyal, siyasi, coğrafi durumuna göre çok büyük farklılıklar göstermesi. Az önceki silindire yansıtılan filmde de söylendiği gibi, “Bugün dünyada ortaya çıkan Hıristiyan-Müslüman ayrımı, 16. yüzyıldaki Katolik-Protestan ayrımına denk düşüyor.”
Uçak bekleme salonundan çıkıp da serginin devamı için kapılara yöneldiğimizde kulağımıza bir şeyler fısıldanıyor: “Medyada mı çalışıyorsun, gazeteci tipi var sende?”, “Ha o mu? Zengin olmalı, kıyafetinden belli”, “Hırsızın biri bence, tipini görmedi mi?” Ah şu dış görünüş, kategorize etmenin ilk adımı!.
‘Irk ve tarih’!
Serginin ikinci bölümü ‘Irk ve tarih’ ise, ‘ırk’ kavramının bilimsel olarak nasıl oluşturulduğunu, devletlerin ırkçılığı nasıl kurumsallaştırabildiğini, kölecilik, sömürgecilik, milliyetçilik gibi kavramlar çerçevesinde inceliyor. Bu süreçte bilimin, siyasetin, sivil toplum ile medyanın rolü anlatılıyor. Mavi bir silindirin duvarlarında 17. yüzyıldan 19. yüzyıla, konu hakkındaki fikir tarihi kronolojik olarak ele alınıyor. Sömürgeci fetihlerin tarihi, ‘ırk’ kavramının bilimsel olarak nasıl oluşturulduğu, anahtar tarihler, nesneler ve evraklar eşliğinde izah ediliyor. Gerek ekranlarda gerekse hoparlörle görsel ve işitsel bilgiye de ulaşabiliyorsunuz. “15. yüzyılın sonundan itibaren dünyayı fethe giden Avrupalılar, ‘öteki’ topluluklarla ilişkiye geçerek tenlerinin rengi, kültürel eylemleri vs açısından beyaz ‘ırkın’ üstünlüğünü öne sürer, diğerleri üzerlerinde hakimiyet kurarlar. Yani ekonomik ve siyasi nedenlerle renk ayrımı, ardından ırkçılık yavaş yavaş kölecilik bağlamı içinde gelişir. 19. yüzyılda sömürgecilik kimliklerin ırklaştırılmasına eşlik eder ve tamamen ‘yerlilere özel’ bir rejim üretilir. Hemen takibinde medeni haklardan yoksun bırakılan halklar çıkar ortaya. 19. yüzyılın ikinci bölümünden itibarense bilim, insan çeşitliliğini sınıflamak için ‘ırk’ kavramını kullanır. Böylece sınıflandırma ırksal hiyerarşiyle aynı anlama gelir.” Sergideki ilginç ayrıntılardan biri de ırkçılığın sadece batı dünyasına özgü bir şey olmadığı, mesela Orta Afrika’daki Pigmelerle, Japonya’daki Ainous’ların da yerel çoğunluk tarafından ırkçılığa nasıl kurban edildiği..
İşin içine bilim girince..
Irkçı söylemin meşrulaşmasında bilimin oynadığı rol, bilimsel yayınlar aracılığıyla anlatılmış sergide. 18. yüzyılda natüralist bilimadamları canlı dünyasındaki çeşitliliği, farklılığı sınıflandırmaya girişirler. Antropoloji 19. yüzyılın ortasında başlı başına bir bilime dönüşür ve temsilcisi bilimadamları insan türünün farklılıklarına eğilir. Yüz, kafatası şekli ya da beyin hacmi ölçümleri başlar. Böylece kişinin biyolojik özellikleriyle bilişsel yetenekleri, gelişme potansiyeli ve hatta ahlaki değerleri arasında ilişkiler kurulur. Irkların hiyerarşizasyonu, 1853’te Joseph-Arthur Gobineau tarafından ‘İnsan ırkının eşitsizliği üzerine deneme’ adlı eserde teori olarak ortaya konur. Haitili bilimadamı Joseph Antenor Firmin ise 1885’te, ‘İnsan ırklarının eşitliği’ adlı eseriyle buna yanıt verir. Bu yanıt, batılı olmayan kültürlerin geriliği şeklinde özetlenebilecek yaygın fikre karşı yükselen ender seslerden biridir.
Bu bölüm ırkçılığın oluşturulmasında rol alan farklı aktörleri ortaya koymak için çeşitli belgelerle tamamlanmış: Okul kitapları, reklamlar, afişler, sömürgecilik sergileri, basından konuyla ilgili kapaklar vs.
Amerika’daki ayrımcılıktan Ruanda’daki soykırıma..
Sergi, ‘devlet eliyle kurumsallaştırılmış ırkçılık’ konusunu yakın tarihten üç örnek çerçevesinde inceliyor. İlki, ABD’deki siyah-beyaz ayrımcılığı. Ekranda, Amerika’daki iç savaş sonrasında ortaya çıkan ayrımcı yasalardan Martin Luther King’e, ırkçı yasaların 1964’teki iptaline kısa bir film gösteriliyor. Ekranın karşısındaki cam vitrinde ise, o dönemde Amerika’da siyahilerin çeşitli mekanlara girişini yasaklayıp ‘beyazlara öncelik veren’ duyuru levhaları yerleştirilmiş.
İkinci ‘kurumsallaştırılmış ırkçılık’ konusu ise Nazizm. 2. Dünya Savaşı’nda Almanya’da başlayan ve Hitler tarafından devlet eliyle sistematik olarak yerleştirilen ırkçı siyaset sonucunda 6 milyon Musevi ile yüzbinlerce çingenenin ölümüyle biten insanlık suçunun anlatıldığı kısa filmin karşısındaki sembol nesne ise, Alzas bölgesindeki Struthof kampında, gaz odalarında toksik maddenin yayılmasında kullanılan musluklu bir huni!
Üçüncü ve son kitlesel ırkçılık örneği Ruanda’dan. Yıl 1994, Nisan-Temmuz aralığı. Sömürgecilikten miras mantıkla, milliyetçiliğin el ele tutuştuğu ve 800 bin Ruandalı’nın katledildiği bir dönem. Avrupalı sömürgecilerin Tutsi ve Hutu isimli iki kategoriyi ‘ırk’a dönüştürüp, 1930’lardan itibaren bunu kimlik kartlarına yazmasının bu bölünmedeki payı büyük. Bu yaklaşım, ülke yönetimindeki Tutsileri el üstünde tutup çoğunluktaki Hutuların kinini besliyordu. 1962’deki bağımsızlıktan sonra milliyetçi bir parti, siyasi amaçlarla bu ikiliği alevlendirir. 6 Nisan 1994’te, Başkan Juvenal Habyarimana’ya yapılan saldırıyı tüm ülkede Tutsilerin soykırımı ve onlara karşı olan, işbirlikçi sayılan Hutu’ların katliamı izler. Nefrete ve katliama çağrı Mille-Collines Radyo Televizyonu tarafından yapılır. Bu radyo 1993 yazı boyunca başkanlığa yakın aşırılar tarafından oluşturulur. Ruanda katliamının sergideki sembol nesnesi de Ruanda çıkışlı bir radyo zaten.
Son derece eğitici bir dille hazırlanan sergide sağda solda çeşitli tanımlara da rastlıyoruz. ‘Ötekileştirme’, ‘ayrımcılık’, ‘önyargı’, ‘ırkçılık’, ‘yabancı düşmanlığı’ gibi on kavram bilimsel ama herkesin anlayacağı bir dille açıklanıyor.
Genetik bilimi bu konuda ne diyor?
‘Bilimin ırkçılık üzerine söyleyebileceği bir şeyler var mı?’, ‘Irkçılık bir görüş müdür yoksa suç mudur?’, ‘Irkçılıkla mücadele için ne tür bir siyaset gerek?’, ‘Bu mücadele için ben ne yapabilirim?’ sorularının büyük harflerle yazıldığı alandayız şimdi. Amaç, ziyaretçinin bu soruları kendisine sormasını ve yanıtlarını sergide bulmaya çalışmasını sağlamak.
DNA dizisinin sembolü tavana asılı rengarenk kumaş şeritleriyle ayrılan ve bir laboratuvar şeklinde hazırlanan 4. bölüm bilimin, özellikle genetik biliminin insan türünün farklılığı üzerine ne dediğiyle başlıyor. Üç ayrı kısa filmin özeti şöyle: “Irk sözcüğü bilimsel olarak geçerli değil. Hepimiz aynı Homo sapiens türüne aitiz ve bu tür, biyolojik olarak tamamen homojen, çünkü 200 bin yılda birey grupları arasında büyük farklılıklar üretmeye zamanı olamadı. İki farklı kişi genom olarak yüzde 99,9 aynı. Aynı köyden iki Avrupalı’nın genetik farkları, bir Avrupalı ile Afrikalı ya da bir Afrikalı ile Asyalı arasındaki genetik farka eşit. Bununla birlikte herkes birbirinden çok farklı. Bu farklılıklar geçmiş tarihe, atalarımızın göçüne, çevremize, kültürümüze ve anne babamızın genetik karışımına göre değişiyor. Renk farkları ise genomumuzun çok küçük bir bölümünü ilgilendiriyor. Atalarımızın iklim şartlarına uyumunun meyvesi bu.”
Irkçılık ve ayrımcılık konusunda Fransa’da son durum!
Peki bugün Fransa’daki durum ne? Anketler ve hayat hikayeleri aracılığıyla ortaya konmaya çalışılan durum, medyanın azınlıklara ilişkin yaygın söylemi ile birbirimizin haklarının eşitliğine saygı duyarak birlikte yaşama konusunda hangi modeli örnek almamız gerektiğine türlü sorulara yanıt arıyor.
Öncelikle bir veri odası şeklinde düzenlenen bölüme giriyoruz. Duvarlardaki sayılar çarpıcı: Anket sonuçlarından elde edilen rakamlar bunlar. İnsan Hakları Ulusal Danışma Komisyonu’nun yıllık rapolarına göre göçmen çocuklarının yüzde 93’ü kendisini Fransız hissederken, bu büyük dilimin içinden yüzde 24’ü diğerleri tarafından Fransız olarak algılanmadığını düşünüyor. Yine göçmen çocuklarının yüzde 65’i, düşünülenin aksine ‘kendi memleketlisiyle değil’ çoğunluktan biriyle evleniyor. Anketlere göre, iş başvurusu için CV gönderenlerden Fransız kökenli soyada sahip olanların görüşmeye çağrılma olasılığı, Mağrip ya da Afrika kökenli soyadlılara göre dört kat daha fazla. Fransız soyadına sahip olanların işe alınma olasılığı ise diğerlerinin altı katı.
Bu veri bölümünün ortasındaki ekranlarda Haziran 2015’te Laurence Petit-Jouvet tarafından hazıralanan ‘Renk Çizgisi’ başlıklı filmi seyredebiliyorsunuz. Fransız vatandaşı ama yabancı kökenli, farklılıklarından ötürü kendilerine yöneltilen bakıştan muzdarip Fatuma’nın, Mehdi’nin, Yumi’nin kısa hikayesi bu. Afrikalı bir miniğin kıvırcık saçlarından ötürü yaşadığı kompleksten, Karayipli Jean’ın kuşaklardır Fransız olmasına rağmen nasıl yabancı hissettirildiğine her biri birbirinden dokunaklı ve insani 11 öz yaşam öyküsü.
Şimdi bir evin salonundayız. Pencereler, kitap rafları, masa, sandalyeler, halı ve bir evde olabilecek diğer ayrıntılar duvarlara ve yere çizilmiş. Karşımızda ise ‘parmakla gösterilen’ bir kesime, banliyö (kenar mahalle) gençlerine, siyahilere, çingenelere, müslümanlara ilişkin arşiv haberlerinden örnekler. Birden haber kesiliyor ve bu kez duvara üniversite hocası sosyologların, etnologların haber analizleri yansıyor. Tamamen evde sohbet hissine kapıldığımız bu bölümde sözcüklerin ve görüntülerin önemini bir kez daha hissediyoruz. Daha 80’lerde otomotiv sektöründeki grev olaylarını bir ekonomik sıkıntı olarak değil de, grevi yapanların Mağrip ve Afrika kökenli insanlar olduğunu vurgulayarak belli bir kesimin yarattığı sıkıntı şeklinde sunan haberin ya da Fransa’da ‘sosyal sorun’ olarak belleklere kazınan banliyö konulu haberlerde bu mahallelerin sembolü gökdelenlerin panoramik görüntüsünün, özellikle şiveli ve kötü ‘banliyö Fransızcası’ konuşanlarla tamamlanmasının genel algıyı yönlendirmedeki etkisini açıklıyor uzmanlar. Charlie Hebdo katliamından sonra başlayan ve ‘müslümanları parmakla gösteren’ söylem de analizi yapılan haberlerden biri.
Ve birden sandalyeleri ve masalarıyla, ahşap dekoru ve sokak görüntüsüyle klasik bir Paris kafesindeyiz. Sosyolog, siyaset bilimci, antropolog, sosyodemograf dört üniversite hocası ve araştırmacının ‘Birlikte yaşamak için hangi modeli almalıyız?’ sorusuna yanıt aradığı kayıt görüntülerini ‘kafenin’ televizyonundan, oturduğumuz masadan seyrediyoruz. Hemen yan taraftaki rengarenk ve büyük harflerle yazılmış ‘BİRLİKTE YAŞAMAK’ sözcüğü ile ona eşlik eden ırkçılık karşıtı toplumsal yürüyüşlerden görüntüler, insanlık ve geleceğine ilişkin kapıldığımız endişeden çekip çıkarıyor bizi. Ziyaretçilerin sergi sonunda ‘Birlikte daha iyi yaşamak için teklifiniz nedir?’ panosuna yazdıkları ise içimizdeki karanlığa düşen bir ışık adeta; işte onlardan biri:
“Irkçılığa hayır! Kendini ötekinin yerine koymaya, empatiye evet!”
Sergiyi ziyaret etmek isteyenler için...
Kısmen İngilizce çeviriyle hazırlanan ve 8 Ocak 2018’e kadar sürecek sergi konferanslar, atölyeler, filmler ve çeşitli aktivitelerle zenginleştirilmiş durumda. Arzu edenler programı müzenin İngilizce de hazırlanmış sitesinden görebilirler. Salı hariç her gün 10:00-18:00 arası açık İnsan Müzesi’ne ve sergiye giriş 12 Euro.
Adres: Trocadero Meydanı, Metro: Trocadero http://www.museedelhomme.fr/en
Yazarla iletişime geçmek için: asli@siradisiparisrehberi.com
SON DAKİKA
EN ÇOK OKUNANLAR
Dünyanın ilk 'gülücük' emojisine 1 ayda 10 bin ziyaretçi
Mardin'de Rus Avangard'ı
'Erzincan'ın incisi' Kemaliye tarihi yapıları ve doğal güzellikleri ile ilgi çekiyor!
Zamanda yolculuğun adresi! Tarihi ilçe Safranbolu 46 yıldır özenle korunuyor
Bir Bulut Olsam, Sıla gibi dizilere ev sahipliği yaptı! Mardin'in tarihi Dereiçi Mahallesi turizme kazandırılacak