

Ben neyse ki Wachowski Kardeşler’le ilgili bu hatayı, yani büyük beklenti duymayı, bir önceki filmleri “Cloud Atlas / Bulut Atlası”nda yapmıştım. Belki tesadüfen karşılaşmış olsam zevk alacağım filmden uzun bir beklentinin sonunda başım önde ciddi bir hayal kırıklığıyla ayrılmıştım.
Wachowski’lerin uzun zamandır fragmanını izlediğimiz, bir türlü bitmek bilmeyen yeni bilim kurgu – fantezi filmi “Jüpiter Yükseliyor” nihayet vizyona girdi. Filmin fragmanı o kadar karmaşıktı ki ne anlattığını anlamak filmi izlemeden pek mümkün değil.
Konuyu kısaca özetlemek gerekirse; Son derece sıkıcı ve rutin bir hayatı olan temizlik işçisi Jupiter Jones (Mila Kunis), bir gün ansızın kendini onu öldürmek isteyen uzaylı yaratıklar ve onu korumak için gönderilen genetik mühendislik ürünü eski bir asker olan Caine Wise (Channing Tatum)’in çatışması içinde bulur. Chicago’nun gökdelenlerin tepesinde başlayan bu çatışmalar uzayın derinliklerindeki bilinmeyen dünyalara kadar uzanacaktır. Tüm bunların sonunda temizlik işçisi Jupiter Jones aslında galaktik bir hanedanlığın yeniden hayata gelmiş bir üyesi ve dünyanın da sahibi olduğunu öğrenecektir.
Benim gibi üç boyutlu film izlemekten pek de haz etmeyen birisiyseniz, filmin oldukça başarılı bir 3D ürünü olduğunu söyleyebilirim. Özellikle çok iyi çekilmiş aksiyon sahnelerini üç boyutlu izlemek filme ciddi bir artı katıyor. Son derece ihtişamlı görüntüler, görsel efekt mucizesi savaş sahneleri iyi bir yönetmenin elinden çıkmış bir film izlediğinizi size hatırlatıyor.
Ama açıkçası filmin artıları burada sona eriyor. Öncelikle temelde son derece sıradan bir olay örgüsüyle karşı karşıyayız. Matrix’deki seçilmiş kişi Neo’nun yerine Jupiter, hasat edilecek ürün olarak görünen insan ırkı, yine kurtarılması gereken bir dünya, Jupiter’i korumaya gelen ve ona kırmızı hapı veren Caine (Trinity mi demek lazım?). Sanki yeni bir Matrix dünyasına uyanmış gibiyiz. Ama bu sefer son derece tek düze yaratılmış kötü karakterler de var. Bazı sahneler ve diyaloglar o kadar klişe ki, filmin senaryosu filme ihanet ediyor adeta.
Tek düze senaryosunun yanı sıra, Yıldız Savaşları’ndan çıkmış şehirleri, X-Men’den fırlamış karakterleri ve bence filmin akışına hiç de uymayan, bilimkurgu başyapıtı Brazil’e gönderme yapılan bürokratik işlemler sahnesi (sahnede Brazil’in yönetmeni Terry Gilliam da rol alıyor) filmin zaten kısır olan yaratıcılığını iyice yüzümüze vuruyor.
Filmde işlenen bilim ve teknolojiye baktığınızda, on binlerce yıl yaşayan insanlarını, genetik mühendisliği ürünü askerlerini, görünmezlik zırhına girebilen savaş araçlarını, yıldızlararası seyahat eden uzay gemilerini başta fazla fantastik gözükse de, biraz ufkunuz genişse, yakın zamanda olmasa da uzun vadede gerçekleşebilecek teknolojiler olarak görebilirsiniz. Ama on binlerce yıldır evrimleşmiş ve bu kadar ileri bilim ve teknolojiye ulaşmış bir uygarlığın, bu kadar ilkel ve vahşi bir dürtüyle hareket ediyor olması pek de inandırıcı gelmiyor insana.
Sonuçta Jüpiter Yükseliyor görkemli aksiyon sahneleriyle ön plana çıkarken, zayıf ve pek de orijinal olmayan senaryosuyla sınıfta kalıyor. Bu zamanda Hollywood’un elindeki teknolojiyle görkemli sahneler çekmek de iyi bir yönetmen için pek de zor bir iş olmasa gerek.
Jüpiter Yükseliyor’un devamı gelecek mi bilmiyorum. Belli ki Wachowski’ler yeni bir bilimkurgu serisi, belki yeni bir Yıldız Savaşları yaratma amacına odaklanmış. Ama pek de başarılı olduğu söylenemez. Umarım bu dosyayı burada kapatıp, belki yazmaktan öte yönetmeye odaklanıp sinemaseverleri daha çok heyecanlandıracak işlere imza atarlar.
Ben neyse ki Wachowski Kardeşler’le ilgili bu hatayı, yani büyük beklenti duymayı, bir önceki filmleri “Cloud Atlas / Bulut Atlası”nda yapmıştım. Belki tesadüfen karşılaşmış olsam zevk alacağım filmden uzun bir beklentinin sonunda başım önde ciddi bir hayal kırıklığıyla ayrılmıştım.
Wachowski’lerin uzun zamandır fragmanını izlediğimiz, bir türlü bitmek bilmeyen yeni bilim kurgu – fantezi filmi “Jüpiter Yükseliyor” nihayet vizyona girdi. Filmin fragmanı o kadar karmaşıktı ki ne anlattığını anlamak filmi izlemeden pek mümkün değil.
Konuyu kısaca özetlemek gerekirse; Son derece sıkıcı ve rutin bir hayatı olan temizlik işçisi Jupiter Jones (Mila Kunis), bir gün ansızın kendini onu öldürmek isteyen uzaylı yaratıklar ve onu korumak için gönderilen genetik mühendislik ürünü eski bir asker olan Caine Wise (Channing Tatum)’in çatışması içinde bulur. Chicago’nun gökdelenlerin tepesinde başlayan bu çatışmalar uzayın derinliklerindeki bilinmeyen dünyalara kadar uzanacaktır. Tüm bunların sonunda temizlik işçisi Jupiter Jones aslında galaktik bir hanedanlığın yeniden hayata gelmiş bir üyesi ve dünyanın da sahibi olduğunu öğrenecektir.
Benim gibi üç boyutlu film izlemekten pek de haz etmeyen birisiyseniz, filmin oldukça başarılı bir 3D ürünü olduğunu söyleyebilirim. Özellikle çok iyi çekilmiş aksiyon sahnelerini üç boyutlu izlemek filme ciddi bir artı katıyor. Son derece ihtişamlı görüntüler, görsel efekt mucizesi savaş sahneleri iyi bir yönetmenin elinden çıkmış bir film izlediğinizi size hatırlatıyor.
Ama açıkçası filmin artıları burada sona eriyor. Öncelikle temelde son derece sıradan bir olay örgüsüyle karşı karşıyayız. Matrix’deki seçilmiş kişi Neo’nun yerine Jupiter, hasat edilecek ürün olarak görünen insan ırkı, yine kurtarılması gereken bir dünya, Jupiter’i korumaya gelen ve ona kırmızı hapı veren Caine (Trinity mi demek lazım?). Sanki yeni bir Matrix dünyasına uyanmış gibiyiz. Ama bu sefer son derece tek düze yaratılmış kötü karakterler de var. Bazı sahneler ve diyaloglar o kadar klişe ki, filmin senaryosu filme ihanet ediyor adeta.
Tek düze senaryosunun yanı sıra, Yıldız Savaşları’ndan çıkmış şehirleri, X-Men’den fırlamış karakterleri ve bence filmin akışına hiç de uymayan, bilimkurgu başyapıtı Brazil’e gönderme yapılan bürokratik işlemler sahnesi (sahnede Brazil’in yönetmeni Terry Gilliam da rol alıyor) filmin zaten kısır olan yaratıcılığını iyice yüzümüze vuruyor.
Filmde işlenen bilim ve teknolojiye baktığınızda, on binlerce yıl yaşayan insanlarını, genetik mühendisliği ürünü askerlerini, görünmezlik zırhına girebilen savaş araçlarını, yıldızlararası seyahat eden uzay gemilerini başta fazla fantastik gözükse de, biraz ufkunuz genişse, yakın zamanda olmasa da uzun vadede gerçekleşebilecek teknolojiler olarak görebilirsiniz. Ama on binlerce yıldır evrimleşmiş ve bu kadar ileri bilim ve teknolojiye ulaşmış bir uygarlığın, bu kadar ilkel ve vahşi bir dürtüyle hareket ediyor olması pek de inandırıcı gelmiyor insana.
Sonuçta Jüpiter Yükseliyor görkemli aksiyon sahneleriyle ön plana çıkarken, zayıf ve pek de orijinal olmayan senaryosuyla sınıfta kalıyor. Bu zamanda Hollywood’un elindeki teknolojiyle görkemli sahneler çekmek de iyi bir yönetmen için pek de zor bir iş olmasa gerek.
Jüpiter Yükseliyor’un devamı gelecek mi bilmiyorum. Belli ki Wachowski’ler yeni bir bilimkurgu serisi, belki yeni bir Yıldız Savaşları yaratma amacına odaklanmış. Ama pek de başarılı olduğu söylenemez. Umarım bu dosyayı burada kapatıp, belki yazmaktan öte yönetmeye odaklanıp sinemaseverleri daha çok heyecanlandıracak işlere imza atarlar.