hourSON DAKİKA
left-arrowright-arrow
weather
İstanbul
down-arrowup-arrow

    “Kabuğa ihtiyacımız var”

    “Kabuğa ihtiyacımız var”
    expand
    KAYNAKBetül Memiş / Cnnturk.com

    Tiyatro dünyasından tanıdığımız Zeynep Kaçar’ın, Sel Yayıncılık etiketiyle çıkan romanı ‘Kabuk’; hayatlarındaki erkekler ve diğer kadınlar tarafından yalnız bırakılmış üç neslin, üç kadının hikayesini anlatıyor…

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    “Romanda sevgiyi arıyor kadınlar… Ama bulmanın değil, aramanın romanı bu” diyor, oyuncu ve tiyatro yazarı Zeynep Kaçar ilk romanı ‘Kabuk’ta... Bir ailenin tarihini, deliliğini, derinliğini, karanlığını, acayipliğini kumaşlar ve yiyeceklerle çevrelenen üç kadının gözünden anlatan Kaçar, romanda hemhalini ise bu alt metinden veriyor: “Kim bilir, kim bilebilir sıradan bir ailede büyümenin verdiği o dünyalara sığmaz güveni. Kim bilebilir… Annenin asla delirmeyeceğini, babanın her akşam eve döneceğini ve kardeşinin hiç terk etmeyeceğini bu kabuğu?” Tersten bir okumayla okuyucusunu geçmişin ve şimdinin labirentine davet eden roman; eğer, “kendi ‘kabuk’larımın haritasını çok oldu unutalı” diyorsanız da, ilginç bir rota belirlemenize bahane yaratıyor. Ama gelin, öncesinde Kaçar’a yönelttiğimiz sorulara bir göz atın!

    Bir çıkmaz sokaktır oyun ama roman bir şehir gibi

    - “Bütün mutlu aileler birbirine benzer; her mutsuz aileninse kendine özgü bir mutsuzluğu vardır.” Romanınızı bitirince, aklıma Tolstoy’un 1877’de dillendirdiği bu sözler geldi. Hoş, Tolstoy ‘İnsan Ne ile Yaşar?’ kitabında cevabı ‘sevgi’ olarak vermiş ama… Siz ne düşünüyorsunuz?

    Romanı yazarken bu cümle yoktu aklımda. Ama yayınlandıktan sonra ben de bu cümleye çok takıldım. Mutluluk yazılabilir mi? Sanırım yazılamaz. Çünkü Tolstoy'un dediği gibi mutluluk tek tiptir ve ne yazık ki kurgu dünyasında heyecana, çaresizliğe, açmazlara, gelgitlere, çılgınlığa ihtiyacımız var. Kurgu bu yüzden mutsuzluğa muhtaç... ‘Kabuk'ta sevgiyi arıyor kadınlar. Ama bulmanın değil, aramanın romanı ‘Kabuk’.

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    - Tiyatrodan sizi biliyoruz; bir roman yazma kafasına, sabrına nasıl geldiniz? Yazım sürecinde, kendinizde keşfettiğiniz neydi?

    Yazmayı hep sevdim. Profesyonel olarak yazmaya başladığımdan beri roman yazmayı istiyordum. Ama vaktim ve sabrım yoktu. Sonra hayatta öyle bir noktaya geldim ki, tek ihtiyacım bu romanı yazmak oldu. Oyunlarımın tamamı sosyolojik bakış açısından yola çıkıyor. Ama ‘Kabuk’ psikolojik bir dünyayı anlatıyor. İç seslerle kurulu bir dünya. Bir tiyatro metninde iç sese pek yer yoktur. Öte yandan psikolojik oyunları da sevmiyorum, çok kişisel buluyorum. Ama roman böyle değil. Her şeyi yazabilirsiniz, daha özgür bir alan. Bir oyunda söylemek istediğiniz hedef, cümle konusunda çok net olmalısınız… Bir çıkmaz sokaktır oyun ama roman bir şehir gibi. Her sokakta, her caddede özgürce dolaşmanın mutluluğunu yaşadım açıkçası. 

    Her anne kızına kendi deliliğini ve yalnızlığını bırakıyor

    - Adıyla ve kapağında yer alan matruşkalarla manidar bir roman… Üç nesil kadının hikayesi; Sabiha, Sezin, Füsun… Üçü de 33 yaşında… Fazla tüyo vermeden romanın derdinden bahseder misiniz?

    Yalnızlığın romanı ‘Kabuk’. Hayatlarındaki erkekler ve diğer kadınlar tarafından yalnız bırakılmış üç kadını anlatıyorum. Her anne kızına, kendi deliliğini ve yalnızlığını miras bırakıyor. Neyse ki sevgi dolu başka kadınlar var. Çekirdek ailenin olmadığı yerde, hep bir teyze, bir babaanne, bir arkadaş, bir dost vardır sığınacak. İyi ki vardırlar. Ailesi olmayan bir kadın başka nerede hayatta kalabilir yoksa? Üç karakterim de kendi olma peşinde, kendi olma gerçeğini ararken, yalnızlığın batağında debeleniyor ve deliliğe yakın bir yerde hayatta kalmaya çalışıyorlar. 

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    - Var olmak için mi ‘kabuk’, ‘sınır’, ‘limit’ koyuyoruz, yoksa var olmaktan korktuğumuz için mi? Özünde neyi es geçiyoruz, romanda karakterler neyi kaçırıyorlar?

    Sınırlarımız bizi belirleyen şeyler. ‘Ben’ olmak dediğimiz; 'Ben bunu yapan, bunları kabul eden, böyle davranan ama asla böyle yapmayan bir insanım’... Kendimizi oluştururken sınırlarımızı bilerek ya da bilmeden, yine kendimiz çiziyoruz. Oysa belki de sonsuz derecede özgürüz. Dağılıp, parçalanmayı göze alsak belki bambaşka bir oluş içinde bulacağız kendimizi. Romanda, Füsun istemese de epey dağılıp, parçalanıyor ve sınırlarını aşarak başka birine dönüşüyor. Kabuğa ihtiyacımız var. Korunup, kollanmak, dağılmamak ve sınırları bilmek için. Bir anlamda bizim yerimize düşünen bir üst akıl kabuk, yani aile. Sabiha da, Sezin de, Füsun da o kabuktan yoksunlar. Açık bir yara gibi üçü de. Ve bu yüzden en çok onlar ihtiyaç duyuyor bir ben çerçevesine.

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    “Kabuğa ihtiyacımız var”

    Mutluluk başkalarıyla değil, kendimizle ilişkimizdir

    - Bu topraklarda, gün geçtikçe aile ile göbek bağını kesemeyen bireylerin çoğaldığını gözlemliyoruz, romanınıza dönersek üç neslin tarihinde aile ve bireyi nereye konumlandırıyorsunuz?

    Biz sosyolojik varlıklarız. Bu ülke tamamen akrabalık ilişkileri üzerine kurulu. Bizim adımıza kararlar alınıyor, geleceğimiz belirleniyor, nerede okuyacağımız, yaşayacağımız, kiminle evleneceğimiz vb. Elbette elimizden birey olma özgürlüğünü almanın en pratik yolu da bu. Romandaki karakterler bu toplumdan muaf değiller, o yüzden bir ailede var olma ihtiyaçları var. Oysa ortada bir aile yok. Varsa da ikiyüzlü, yalan, işlevini yitirmiş. Ne birey olabiliyorlar, ne aile. Birey olmak için yeterli donanımları yok ama aile olmak için de fazlasıyla parçalanmış bir iç dünyaları var. Arafta kalıyorlar.

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    - Romandan yola çıkarsak; ‘aşk’; ‘mutlu’; ‘mutsuz’; ‘kadın’; ‘aile’; ‘isyan’ın sizdeki karşılıkları nedir?

    ‘Mutluluk’; bir olma hali, kendinle barışık olmak, olduğun şeyi sevmek. Başkalarıyla değil, kendimizle ilişkimiz. Mutsuzluk ise çok çeşitli. Kendinle barışık olmamaktan başlayarak, dış dünyayla da epey ilişkili. Ama daimi bir mutsuzluk yine insanın kendiyle ilişkisiyle alakalı. ‘Kadın’; kadını seviyorum. O gücü, o doğaya yakınlığı, bir anlamda pagan olmayı ya da Tanrı'ya yakın olmayı. Bir kadın, kendi kadın olma potansiyeline ne kadar yaklaşıyorsa, o kadar muazzam oluyor. ‘Aile’; insanın icat ettiği en acayip şey belki de. Hem bir kapan, hem bir sığınak. ‘İsyan’ edenler olmasa dünya çok rezil bir yer olurdu, kesin. Kurgulanmış, insan eli bir düzene karşı, kurala, karara karşı cesur bir reddediş hali. Sırf bu yüzden dünya değişir ve ilerler.

    Roman yazan bir tiyatrocuyum sanırım

    - Romanın fonunda bir grilik vardı sanki, ama sonunu umutlu bitirmişsiniz; neden?

    Hiç bir duygunun içinde sonsuza kadar kalamayız. Değişmek, dönüşmek zorundayız. Acıya da, sevince de çok uzun süre katlanamayız. İronik olanı severim. Hep sevdim. Oysa romanı çok da ironik olamadığım bir dönemde yazdım. Ama finalde o umuda benim de ihtiyacım vardı. O umutlu son kendimi teselli etmek gibiydi... Öyle oldu. Hatta romandaki tiyatrocu kadın benim. Ve Füsun'a en zor anında; “Her şey gelir ve geçer” diyorum. Bu biraz ironik.

    - Roman yazmadan önceki halinizle bittikten sonra bir okuyucu ile karşılıklı geldiğiniz halinizi biraz tasvirler misiniz?

    Roman yazmadan önce tiyatrocuydum. Oyun yazmak edebiyata değil, tiyatroya ait bir eylem daha çok. Ama romanla birlikte şimdi mesleğimi tam tarif edemiyorum. Roman yazan bir tiyatrocuyum sanırım. İleride, biraz daha yorulunca, tamamen yazmaya odaklanmak istiyorum. Romanım hayatımın çok yoğun bir döneminde yayınlandı. Sanırım, henüz tam anlamış değilim. Yine de içimdeki sevincin kaynağı ‘Kabuk’. Tiyatrodaki gibi canlı bir ilişki kurulmuyormuş ve tam da bu yüzden yeni bir algılama biçimi bulmaya ihtiyacım var.

    “Kabuğa ihtiyacımız var”

    Özgürlük çaba ve cesaret isteyen bir şey

    - Bir söyleşinizde: ‘Oyunlarımda kadınların kıstırılmış dünyasını anlatıyorum ve bu dünyayı kendilerinin yarattığını söylüyorum. Özgürlük çaba ve cesaret isteyen bir şeydir…” diyorsunuz, sizce bu coğrafyada, kadının cesaretini geri getirecek ilk şey nedir?

    Ben tespitte bulunuyorum, bir çözüm sunmadan yazıyorum. Sorunun cevabını da tam olarak bilmediğimi düşünüyorum. Yine de çocuk yetiştirmekten başlayarak, toplumsal bir değişim geçirmemiz gerek diyebilirim. Kimse birey olarak tek başına özgür olamaz özgür olmayan bir toplumda. Kadınlar ne kadardır özgürler? Uzun ve tartışmalı bir konu. Ama yine de geleceği çok merak ediyorum. Yüz yıl sonra kadınlar hangi yolları kat etmiş olacak? 

    - Oyunculuk, oyun roman yazmak; hangisi sizi kendinize yakınlaştıran, uzaklaştıran ve dünya ile aranızdaki münasebeti kolaylaştıran bir şey?

    Oyunculuk sosyal bir iş, dışa dönük insanın işi. Oyunculuğun cesaret ve çalışkanlığa ihtiyacı var. Yazarlıksa içe dönük… Tek başınalığa ve umursamazlığa ihtiyacı var.  Oyunculuktaysa, ne diyecekler, ne düşünecekler diye, düşünmek zorundasınız… Anda olmanın ve tam o anda yaratmanın işi. Yazarlıkta ise zamanda yolculuk yapıyoruz. Biz tam o anda düşünüp hissederken, okuyucu aylar yıllar sonra, artık bizim için eskimiş satırlarla buluşuyor. Oyunculukta belli bir doyuma ulaştım. Hatta hiç ummadığım bir şekilde, ‘artık vazgeçebilirim’ diyebileceğim, bir noktaya bile geldim. Ama yazarlık-roman benim için yeni bir kapıyı aralamak gibi. Hayattaki tüm derdim; bir bakış, bir algı oluşturmak. Biraz da bu açıdan bakın demek istiyorum. İki mesleğimde de bunu yapabildiğim için mutluyum.

    - Son olarak Sahne3 tiyatro ile bir oyunuz var, bahseder misiniz?

    26 yıldır arkadaş olduğum Ümit Çırak'ın yönettiği, benim yazdığım, ikimizin oynadığı ‘Tok’ adlı oyunumuz Sahne3'te, Nisan sonuna kadar görülebilecek. 

    Sıradaki Haberadv-arrow
    Sıradaki Haberadv-arrow